7 Nisan, pazar. Antalya-Batman otobüsünde beş ergen kişi. Yolculuk 22 saat sürecek.
Şimdi her biri bir yerde olan beş ergen kişiyiz. Birimiz akademisyen oldu ve Londra’da. Birimiz şair oldu ve Paris’te. Birimiz müzisyen oldu ve Amsterdam’da. Birimiz yayıncı oldu ve İstanbul’da. Birimiz Özgür Gündem Batman temsilcisi oldu ve İzmir’de.
Otobüste, şimdi her biri bir yerde olan beş ergen kişiden dördü ikişerli koltuklarda yanyana oturuyor. Bense tanımadığım biriyle yan yana oturuyorum. Dâhil olamama duygusu, dışarıda bırakılma duygusu. Bir seçim değil, bir sonuç bu. Yalnız kalma isteği değil, yalnız bırakılma bu. Soylu bir kopuş değil, uzaktan bakma bu. Hiçbir en yakın arkadaşının en yakın arkadaşı olamama.
Gecenin içinde şimdi her biri bir yerde olan beş ergen kişiyiz. Ortak bütçemizden bir kuruş paramız kalmamış. Dinlenme tesislerinde musluk suyu içip duvar diplerine işiyoruz.
Otobüste bir TV var.
Otobüste yorgun bir eve dönüş var.
Otobüsün bir treninki gibi bir geçmişi yok.
Gece ilerliyor otobüsün içinde ve otobüsün dışında.
Arkada, direksiyona göre sağ dizideki koltuklardan birinde görmeyen gözlerle TV’ye bakıyorum. Bir anda Güney Kürdistan’dan kaçıp “sınır”a yığılmış binlerce insanın, Saddam’ın Sovyet menşeli uçaklarının bombaları altında, Türk askerlerinin NATO menşeli silahlarının karşısında bir parça ekmek için birbirlerini ezdikleri görüntü beliriyor ekranda. Birkaç kamyon var, ekmekler üçer beşer kalabalığa fırlatılıyor. Çamura düşen ekmekler çamura bulanmış erkekler tarafından boğuşa boğuşa kapılıyor.
Hayatımın kalanını rengine çeviren gece, süren gece.
O gece.
Kalbim parçalanıp ağzımdan hıçkırık şeklinde fışkırıyor. Kişisel yalnızlık ulusal bir yalnızlıkla birleşiyor. Uykusuzluk bir mevsim oluyor, yalnızlık bir ömür.
Herkes uyuyor.
Geç saatte şoför, bir kaset takıyor. Kasette Kahtalı Miçê bir şiiri okuyor. Buğday tarlalarından bahseden bir şiir. Miçê “ben” diyor, kendisini anlatıyor sevgilisine, sevgilisine kendisini anlatıyor. Dalgalanan bayırlar var şiirde. Bahar gibi bir mevsim. Kavrulan bir kederden de bahsediyor, sevgilisine kendini anlatıyor. İçimde bir “yerlilik” uyanıyor. Doğru ya, diyorum içimden; buğdaylar, başaklar hani, biz. Buyuz. Kendimi anlatmaya başlamam o uykusuz geceden beridir. Bir farkla; çok sevdiğim olacak, hiç sevgilim olmayacak. Sevgili dediğin, seninle yaşlanan kişidir!
Uyku gelmiyor ama sabahın bir saati çıkageliyor.
Otobüs bir sağa bir sola kıvrılarak Urfa’nın berbat kokan otogarına giriyor. Orada adamın biri beşimizden birine yanaşıp Halay dergisini veriyor, para istemiyor. Yıllar sonra öğreniyorum ki Müslüm Yücel’in çıkardığı dergi o. Belki Müslüm’ün kendisi veriyor dergiyi. Bilmiyorum. Adam bir eylem pusulası vermiş gibi bir anda ortadan kayboluyor. Dergi otobüsteki yanyana iki çift koltuktan geçip hızlıca elime geliyor. Bu kez içinde “Newroz” sözcüğünün olduğu bir şiir okuyorum. Birkaç Kürtçe (Kurmancî) cümle de var bir iki sayfada. Ruhum dalgalanıyor. Dilimi bir kâğıt üstünde görmüş oluyorum. Dilim ile basılı kâğıt arasında bir ilişki doğuyor. İçimin bilgisi değişiyor.
Dört arkadaşımın lüks sigaraları tükeniyor. Siverek otogarında benden sigara istediklerinde, “hesapsız davranınca benim ucuz sigarama kaldınız tabiî” gibi bir şaka yapıp paketi çıkarıyorum. Gelecekte pekçok yerde pekçok defa yanlış anlaşılacak saçma şaka anlayışımın o anında hepsi tek avuçlarıyla paketi dokunmadan itiyor ve bana küsüyorlar. Batman’a vardığımızda dördü çantalarını alıp birlikte otogar çıkışına doğru gidiyorlar. Muavin bitli piyadelerin aldıkları cinsten ucuz, mavi çizgili çantamı burnuma tutuyor.
İki adımda dışına çıkılabilen bir şehirde olmak iyi bir şeydir. Yüzümü otogar kapısından çevirip karşıdan gelen ikindinin ve başakların yemyeşil gülümsediği tarlaların içinden yürüyerek Koçeran mahallesine yöneldim. Amed yolu üstünde Silîvan, Sason veya Hezo yönüne giden tembel dolmuşlar korna çalarak ya da seslenerek yolcu olup olmadığımı anlamaya çalıştılar, ama onlardan birine binemezdim. Nice sonra bir traktöre “otostop” çektim, durdu, römorktaki beleşçi yolculara katıldım. Traktörün egzozu sol arka tekerleği tarafındaydı, sıcak ve boğucu dumanı römorka dökülüyordu. Arkadan gelen bütün araçların geçtiği traktör, köyümüzün yoluna yaklaşınca şoföre bağırarak durmasını istedim. Durdu, indim. O halde köye giden herhangi bir tanıdığın aracıyla karşılaşmamak için yoldan gitmek yerine dedelerimden kalma yıkık değirmenin olduğu bayır boyunca sevimli dikenleri yumuşacık otların içinden yürüyerek eve vardım. Çantam, içindeki kirli elbiseler, eski püskü kundura ve eprimiş kitaplarla benden daha yorgundu.
Ertesi günün sabahında Batman Lisesine gittiğimde serin bir heyecanla karşılaştım. Bir anda herkes birkaç yaş birden almıştı. Birinci sınıflardan benim gibi beşinci altıncı yılında üçüncü sınıfa gelebilmiş boşbeleş tiplere kadar herkeste görmüş geçirmiş bir yüz vardı. O da oradaydı, ellerini her zamanki gibi göğsünde kavuşturan 1401 öğrenci numaralı o Arap kızı. Kirli sarı saçları, dalındaki turunç yaprağı gibi koyu yeşil gözleri ve kalın kaşlarıyla burnunu havaya diken o asalet. İçimdeki kuyuya bakmıyordu yine. Ona, bir kış önce Alfred de Musset’nin Les caprices de Marianne’ının kahramanı Cœlio’nun “Genç yaşta ümitsiz bir aşka düşenin var haline, sevileceğini bilmeden sonu meçhul tatlı bir hayale kapılanın vay haline…” diye başlayan tiradıyla başlayan bir mektup yazmış ve okulun birinci kattaki koridorunda asılı beyaz puantiyeli kabanının sağ cebine koymuştum. Son dersti, sınıfla çıktı, kabanını giyinmiş halde 4-A sınıfının penceresinin önüne dönüp mektubumu okudu. Görmüştüm. Beni affettiğini anlamıştım, beni hiçbir zaman sevmeyeceğini de. Beni ağzı yırtık kocaman bir zarf gibi zamana fırlatmıştı. O da oradaydı. Beni sevmeyişinden ilk kez güç almıştım.
Pek kimse girmedi sınıflara. Sanki okul birden tatil oldu. Batman’da kapı kapı ilaç, dükkân dükkân çul çaput, köylerden ve mahallelerden tandır ekmeği ve yorgan toplayan lise öğrencilerinden biri oldum ben de. Bir anda ergenlik bitti.
Toplanan her şey sınıra gidecekti. Yurdumun ortasına çekilmiş o sınıra gidecekti. O ekmekler, çamura bulanmayacaktı. O ilaçlar, annelere iyi gelecekti. Çullar, yaralara sarılacaktı. Yorganlar, çıplak çocuk ayaklarını altına toplayacaktı.
Nisan benim virane vatanımda da zalim bir aydı, öyleydi. Ama çarşılarda kırık gölgeler takibatı atlatıp odaların, dükkânların, kahvehanelerin dip köşelerine birikiyor, nergis kokan bildiriler eşiklerde gülümsüyor, rüzgâr dört bir yandan dağ kokusu getirip sokaklarımıza dağıtıyordu. Çamur azalıyor, evvel bahar ilkyaza çeviriyor ve zaman cehennem gibi cenneti de gelecekteki bir yere yerleştiriyordu.
Aradan 34 defa 7 Nisan geçti. Beş ergenden ikisi emeklilik, diğer ikisi ise sürgünün bitmesi için gün sayıyor. Güney Kürtleri ekmeklerini alarengînin gölgesine seriyorlar. Kahtalı Miçê yankılı bir vadiye gömülür gibi öldü. Halay‘ın yerine yerin yedi kat altına gömülmüş dilimizi göklere çıkaran dergiler yerleşti. Arap kızını en son 25 yıl önce, sıcak bir Haziran ikindisinde Batman’daki bir kuaförün önünde, içeride beni bekleyen gelini beklerken, gördüm; arkasından yürüdüm, Endüstri Meslek Lisesine girip gözden kayboldu.
Nisanın bu 7’sinde bu yazıyı bitirdikten sonra Abelard ve Héloise’nin Quai aux Fleurs numara 9’daki evlerinin, 1849’da yeniden yapılsa da aslında çoktan, ta 1118’de yıkılmış evlerinin önünden daha yalnız adımlarla bir kez daha geçeceğim. Kuşlara karıştığım dalgalı tarlalardaki başakları dizlerimde duya duya…