Selîm Temo: Hayat Adlı Bir Romanın İzinde

Yazarlar

Masterın, doktoranın ne olduğunu bilmiyordum. Kaç yıl sürer, neye yarar, nasıl akademisyen olunur; bilmiyordum. Merak da etmedim hiç. Bu sistem içinde akademisyen olmam imkânsızdı. Para bulabilsem Ankara Üniversitesi’nin Niğde mi, Kırşehir mi bir yerde açtığı pedagojik formasyon programına katılıp sınıf öğretmeni olabilirdim. Ama askere gitmemek için okulu uzatmayı seçtim. 

Bir ara birkaç arkadaşım Bilkent Üniversitesi’nde bir Türk edebiyatı bölümü açıldığını, master ve doktora programları olduğunu, burs verildiğini söylemeye başladılar. Etnoloji bölümünde uzatmalı öğrenciydim. Olsun dediler, bu bölümde master yapmak için illa edebiyat mezunu olmak gerekmiyor, 62.5 diploma ortalaması yeterli. Olur mu olmaz mı derken, yedi yıldır üniversite öğrencisi olan kendimi yazılı sınav saatinde, Bilkent’teki bir sınıfın kapısında buldum. Az sonra, zihin dünyamı en çok etkileyecek insanlardan biri göründü. Kendi içine dökülen bir nehre benziyordu. Mesafeli ve birkaç şeyi aynı anda görebilen biri: Süha Oğuzertem.

İki seçenekli bir soru; birini seçip cevaplıyorum, çıkıyorum. Sonuçlar açıklanıyor. Mülakata çağrılanlar arasında adım yok. Nedeni politik Kürtlüğüme bağlıyorum hemen, ama meğer LES’den 45 alamamışım. Mülakata giren tanıdıklar, hocaların kâğıdımı beğendiklerini, gelecek sene başvurmamı beklediklerini söylediler. Zaten mezun da olamamıştım o sene. DTCF-Sosyoloji bölümünden “Kent Sosyolojisi”  adlı bir seçmeli ders almıştım. Dersi Ruşen Keleş’in Kentleşme Politikası adlı kitabının ilk 90 sayfasıyla veren kompleksli hocaya verdiğim ödevler geçer not almıyordu bir türlü. Neyse ki adam bir yıllığına İngiltere’ye gitti, dersi usulen Nilay Çabuk hoca aldı ve tek ders sınavı gününde “soruyu kendiniz yazıp cevaplayın” dedi. Ankara Konur sokaktaki TMMOB kütüphanesinde okuduğum bol topografik planlı mimarlık ve şehirleşme tez ve kitaplarından bir soru çıkardım: “Karadeniz Ereğlisi ve Ümraniye örneklerinde sanayileşme ve gecekondulaşma ilişkisini yorumlayınız.” Nilay hoca, gözucuyla bakıp geçer notu verdi ve masasında kitap okuyan formuna geri döndü. Ben de lisans tez hocam Mehmet Muhtar Kutlu’nun odasına gidip “Sosyal Bir Olgu Olarak Eşkıyalık” başlıklı tezimi verdim. “Okuyayım iyi bir tez mi olsun, yoksa geçer not verip sekiz yıllık öğrenciliğinden kurtulalım mı?” diye sordu. “70 verseniz ne güzel olur hocam” dedim. Tezi okudu ve birkaç gün sonra “beğendim, 5 de benden” dedi ve o 75 sayesinde diploma notum 63.00 oldu.

Ertesi yıl, 2000, tekrar master sınavına girdim, yazılıdan geçip mülakata çağrıldım. Süha Oğuzertem üç kişilik heyette, dergilerde çıkmış yazılarımdan birkaçını kurcalayıp duruyor. Dünyaya sığmayan biri. Bir gözüm onda. Orhan Tekelioğlu ve Mehmet Kalpaklı tebessümle sorular soruyorlar. Tamam diyorum içimden, üçte iki. Ama o bir yazımdan bir cümleyi soruyor. O anda bana da saçma gelen cümle, onun bulutlu gözlerine çarpıyor. Neticede mastera alınan 18 kişiden biri oluyorum, aylık 290 Dolar da bursum olacak. 

İki ders veriyor, üç yıllık masterın birinci yılında; “Yazılı ve Sözlü Anlatım” ve “Edebiyat Kuramları.” Paul de Man’den Terry Eagleton’a, Julia Kristeva’dan Fredric jameson’a, Rus Formalistlerden Yeni Eleştiriye, Frankfurt Okulu’ndan Karşılaştırmalı Edebiyata çok sayıda isim ve akımın her birimizin ufkunu açtığı dakikalar, saatler, günler, haftalar, aylar, yıllar. Ağır edebî metinlerden kanon dışı metinlere genişleyen dünyası. Hastalık derecesindeki titizliği -ki sonra benim de temel özelliklerimden olacak, büyüteçle okunabilen notlar düştüğü ödevlerimde bulduğu sayısız kusur, ders sırasında konudan uzaklaşan en ufak bir yan cümle veya temelsiz bir yorumla dalgalanan yüzü, rengârenk yapışkan notlarla birer sanat eserine dönüşen kitapları. 

Ve işte usta ile ilk çatışma; ilk ödevimi uzattı, yazıdaki cümle sayısından fazla minik kırmızı cümlelerle kan tarlasına dönmüş dört sayfalık metnim. Sınıftakilerden kimisi mutlu, kimisi razı; bense ilk sayfanın sağ üst köşesindeki 6/10 ile burun burunayım. Oysa ne kaynaklar var bir sayfası kaynakça olan dört sayfalık ödevde. Cemil Sena’dan Platon’a, Wilhelm Dilthey’den Luce Irigaray’a, Behice Boran’dan Mikhail Bakhtin’e serbest uçuş. Nasıl olur da 10 üzerinden 6 olur?

Sınıfa dönüp, “notunu beğenmeyenlerin ikinci bir ödev hazırlama ve/ya ofis saatinde itiraz etme hakkı var” dedi. Talep edince bana “yarın 15:02”ye randevu verdi. Yani 15 tamam da o 02?! O yarın, o saat ve o dakikada kapısındaydım; çaldım, “girin” dedi, girdim. Düşük notun nedenini sordum. “Selim bey”, dedi, “siz çok bilgilisiniz, belli, ama bilgilerinizin ele aldığınız konuyla ilgisi yok!” Daha da bir şey diyemedim. Oturmam için yer göstermeyen Oğuzertem, “dilerseniz yeni bir ödev yazın ve başka bir şey yoksa lütfen dışarı buyrun” dedi. Darmadağın bir şekilde odadan dışarı çıktım ve hak veren bir alınganlıkla alay ile uyarı arasına yerleştirdiğim bu tavrı somurmaya çalıştım. Ağır bir ders almıştım; ama doğru öğrendim; zaman, bağlam ve çerçeve yeni dünyam oldular. 

Onun bütün derslerinde dehşet verici bir telaş yaşadım hep. 23:59’a kadar mail olarak kabul ettiği ödevleri göndermek için tekinsiz Topraklık sırtlarında elimde disketlerle internet kafe aradım. Eğer bitmemişse ödevleri sabah 07:59’a kadar odasının kapısının altından atmak mümkündü; defalarca en erken Bilkent servisine binip o kapının altından attığım ödevlerin diğer ödevlere çarpan kâğıtsı sesini dinledim. 

Korku ve imrenmeyle karışık bir duygu içinde onun verdiği master ve doktora derslerini hep A notuyla geçtim, biri hariç: “Yaşar Kemal Semineri.” Notu veren kendisi değilmiş gibi sordu: “Bu dersimden neden A- aldınız?” Gerçekten de pekçok öğrencinin rüyalarını süsleyen bu “düşük not”u veren o değildi. Dersinin birkaç saatine girememiştim–nedenini yazıp “bağlam”ın dışına çıkmayayım! Girilmeyen her saatten bir puan düşerdi, 100 üzerinden. Doktora Yeterlilik mülakatında da karşıma çıkacak o 100 var ya, o işte. 

Doktora Yeterlilik’in yazılı kısmında birer hafta arayla dörderden sekiz ahiret sorusunu sayfalarca cevaplamıştım. Sorulardan birkaçı aklımdadır: “Divan edebiyatındaki mazmun sisteminin halk edebiyatındaki karşılığını yorumlayınız”, “14. yüzyıldan 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar yazılmış aşk mesnevilerindeki romansı özellikleri anlatınız”, “Türk şiiirindeki sürrealist damarı yazınız.” Sonuncusu için Selahattin Hilav’ın Edebiyat Yazıları hafızamın imdadına nasıl da yetişmişti. Hilav, Nâzım Hikmet’in “güneşte bir şarkı gibi parladı balta” (cevapta “parladı”yı “parlıyor” diye yazmıştım) dizesi üzerinden sürrealizm mevzuunu irdeliyordu. 

Sonunda yazılı kısımdan geçip mülakat aşamasına geldim. 3.55 numaralı Seminer Odasındaki mülakatta rahmetli Talât Sait Halman hocam, “Selim bey, siz de yazılı sınavdan sonraki süreçte cevaplarınızı okudunuz. Yanlışlarınızı sayar mısınız lütfen” dedi. Bir tarih yanlışını söyledim; “1 not düştük” dedi. Bir kitabın adını eksik yazmıştım; “1 not daha düştük” dedi. “Parladı”-“parlıyor”u söylemedim, o kadar da dürüst olmayayım, dedim içimden, ama onlar kesin bulurlar diye düşünüp iyice gerildim. Böyle böyle o 1’ler 6 oldu. “Eğer bittiyse biz de kendi bulduğumuz yanlışları sayacağız şimdi; durum parlak değil, korkarım ki ikmale kalacaksınız” dedi Talât hoca. Süha bey ise, “ama Selim beyin o 1’lerini 100’den düşüyoruz hocam, 50’yi bulamayabiliriz, belki geçer” diye takıldı; içimden “yeterliliği geçtim” dedim.

8-10 kitabı olan Tahir Fikri adlı bir yazar vardı. Kendi basıp heybesine koyduğu kitaplarını Ankara çevresindeki kasabalarda, pazarlarda, panayırlarda satardı. Birkaç kitabını okumuştum. Sonunda hocama Tahir Fikri’den bahsedip “doktorada alt edebiyatla ilgili bir tez yapmak istiyorum” dedim. “Edebiyatın altı ve üstü birdir Selim bey” dedi uzaklaşan bir geminin sesiyle. Böyle bir edeple Ankara’nın uzak semtlerinden birinde seyyar börekçilik yapan yazar Şaban Altay’la dostluk kurmuştuk. Bilgisayarda dizdiğim öykülerini birkaç edebiyat dergisine verdik; burnu havada dergiler pek kıymet vermedi. Ama Süha hoca Şaban amcanın öykülerinin kitap olarak basılmasını sağladı ve bir de önsöz yazdı. Başlığı, “Yaşanmışlıkların Yazarı Şaban Altay”dı; şöyle diyordu bir yerinde: “Altay’ın öykülerinin bu denli etkileyici olmasının nedeni nedir? Sanırım, yaşanmışlığın izlerini çarpıcı bir şekilde sunabilmesi. Öykülerinde yaşamanın acılarının, hüzünlerinin yanı sıra tadı tuzu var. Hayatında okul görmemiş, okuma yazmayı kendi kendisine sökmüş, daktilo kullanmayı kendi gayretiyle öğrenmiş bir ağabeyimizin hayatın içinden çekilip alınmış bu öyküleri her kesimden okuru derinden etkilemekte.”

Bütün dersleri yoğundu da en coşkulu olduğu ders, “Yaşar Kemal Semineri”ydi. Dersi alanlar olarak okumaktan, araştırmaktan sermest olduğumuz dönemde Yaşar Kemal’in romanlarındaki temel “kod”ları bulmamızı istedi. Bir tür mazmun gibi tekrar eden bu kodlardan benim bulduğum kodu pek sevmiş, ara sıra tekrar ettirmişti: “Meydanda esen hevesli rüzgârın yonttuğu ağaç dallarının homurtusu havayı doldururken birkaç gecedir gaddarca tekmelenen bir sokak kedisi mavi adımlarla kenardan geçti ve bir koca incirin sarıldığı duvarın dibinde imi timi belirsiz oldu kodu.” Gerçekten de Yaşar Kemal’in tasvirlerinde dramatik örgüyle ilgisi olmayan canlılar ve bitkiler de anlatıma karışır. 

Öğrenci olmaktan çıkarıp yarım akıllı dervişe çeviren keşif hevesi anlatıların, romanların, öykülerin, şiirlerin, kuramsal kitapların içine dağılmış bir tür dinin izinde gitmemizi sağlıyordu. Mümin ve târik-üs salâtları ile bu dinin peygamberi olan Süha hoca, her birimizin onun gözleri ve okuma tarzının yankısı haline geldiğimizi görüyordu elbette. Belki de bu yüzden peygamberlik katından indi, aramıza karıştı. Mesafeyle başlayıp yoldaşlığa evrilen hoca-öğrenci ilişkisi, içli bir saygının tonlarına büründü. 

Yoğun ve saygılı ciddiyetin yerini uygun zaman ve zeminde eğlenceli eleştiriye terk ettiği anlar çoktu. Aziz Yardımlı çevirisiyle okumaya çalıştığım Herbert Marcuse yorumumu temiz bir çıktıyla verirken onun keyifle “onu bırakın da Evrim Alataş’ın Mayoz Bölünme Hikayeleri’ni okuyun, çok eğlenceli” demesi aklımdadır. Yavaş yavaş takıntılarından bahseden, dersliklerin olduğu üçüncü kata çıkan merdivenin kaç basamaklı olduğuna hangimizin dikkat ettiğini soran, dikkat eden çıkmayınca yadırgayan, kampüsteki kaldırımların kesişme yerlerindeki kusurları gösteren, Freud’a benzeyen kafasını kaşıyıp edebî etkinlikleri konuşma kürsüsüne konacak bardak, bardağın şekli, o bardağın değiştirilme sıklığı ve o bardağın altına konacak peçeteye kadar saatlerce planlayan, akademik sunuşları 10 saniye erken veya 10 saniye geç bitiren konuşmacılara sabırlı bir tahammülsüzlükle bakan, kendisine yollanmış özel ya da kurumsal mektupların zarflarında adı ve soyadının türlü şekillerdeki yazımlarını biriktirip koleksiyon yapan Süha Oğuzertem işte. 

Herkesi tanıma ve derin bir bilgelikle anlama çabası onu kapalı dünyasında ışığa, bahara değen bir gölgeye çevirdi. Bilgi Üniversitesi’ne geçtiğinde de ilk işlerinden biri, Kürt edebiyatı paneli düzenlemekti. O gün için inanılmaz olan bu etkinliğe çağırmak için isimler önermemi istemişti. Sonunda bir liste çıkınca benim de katılmamı talep etti, ama “hayır,” demiştim, “henüz o kadar emeğim yok.” Yıllar sonra her yerde o panelin fotoğraflarını, haberlerini bulmaya çalıştık ama pek bir şey bulamadık. Şöyle yazmıştı 15 Temmuz 2024’te gönderdiği mesajda: “Zar zor başarabilmiştim/k o güzel etkinliği dekanımız Aydın Uğur ile birlikte. Bir Karşılaştırmacı Edeb’ci olarak, ve Mütevelli Heyet’in bütün Olmaz’larına karşı. Çift dilliliği başarabilmiştik. 300 kişilik salonun çoğunu, geleneksel kıyafetleriyle gelen Kürt anneler doldurmuştu. Herhâlde çoğu ilk kez bir üniversite görüyordu. Ve evet, konuşmacılar Kürtçe ve Türkçe konuşuyordu. Herhangi bir uzaklık, soğukluk, mesafe yoktu. Biz bizeydik işte. Birbirimizi mimiklerimizden ve beden dilimizden bile anlardık.” 

Tanıma ve anlama iştahı, edebiyatın ve kuramın sonsuz evreninde onu sarmalayan bir havayla dolmuştu. Ruhu derinleşiyor, kimsenin ışık düşüremediği bir kuyuya dönüşüyordu. Hayatında pek çok şeyin kötüye gittiğini kulaklarımı herkesin özel dünyasına kapattığım için en son ben duymuştum. Bu gidiş, onu bir hoca olmaktan öteye taşıyıp sisli bir roman kahramanına çeviriyordu gözümde. Putu yıkılmış bir mümin gibi değil, hiç değil, ama hayranlığımı karanlıkla ışıtan bir yöndü bu. Çoğu birer ibret ve ahlâk anlatısı olan pedagojik Rus romanlarındaki sisli karakterlerden birine dönüşüyordu giderek, katip Bartleby gibi zencefilli çörek seven birine, Raif bey gibi merak edilen bir heyulaya, Çağrılmayan Yakup gibi soylu bir yalnızlığa. Göz önünde ama arkada, renkli ama karanlık, kitap rafları önünde ama şişeler arasında. Bir hayatı olduğunu anlıyordum. 

Oğlumun, kitap dolu odasıyla tanımlayıp “çalışma odasındaki amca” dediği, odasındaki masasının çekmecesinde çocuklar için her zaman bir şeyler bulunan Süha Oğuzertem, 20 yılda bitmeyen makaleleri, derin ruhunun içine yuvarlanan hayatı ve masanın üstünde titreyen iki ele benzeyen sabrı ile kendini yalnızlaştıran gerçeğine bir nokta koydu. Sisli bir romanın içinde sayısız kusur, erdem, hata ve iyilikle kitapların yanına büyük şişeler koymaya başlayan yalnızlığı, kendini yaşatamayan yıkımı… Merhamet ile öfke arasında, erken emekli bir kuramcı ile dalgın bir tilmiz-i şerh arasında, bir gülün gölgesine kadar çekilmiş ruh ile dalgın bir erkeklik arasında, her şeyi yeniden hatırlama ile her şeyi bir daha unutma arasında, Heybeliada’da büyümüş bir rikkat ile dağdakileri seven bir devrimcilik arasında, müfredat solculuğu ile radikal bir eylemcilik arasında, hayat ile ölüm arasında, küskünlük ile özlem arasında, virgül ile nokta ortasında tamamlanan bir yalnızlık. 

Yok telefon patlamış, yok şarj cihazı alev almış, yok on katlı bir apartmanın birinci katıymış. Yok, hayır. Bir yalnızlık alev almış işte. Hem ancak böyle ölebilirdi o. Bütün kitapları yanmış, 40 yıldır bitmeyen makale taslakları yok olmuş, notları küle dönmüş, anıları berhava olmuş, teselli ve sitemle dolu telefon mesajları kavrulmuş olarak. Gençliğimi harlayan bu adam, hayatını yakarak kendini tamamladı işte. Herkesin görünüşü kurtaran derinliği karşısında açılmamış bir sandık gibi duran, hiçbir cümlesinden emin olamayan, hiçbir yaşantıyı tamamlayamayan bir eksiklik olarak ölebilirdi ancak, öyle oldu. 

Bana yazdığı “Bir sen kaldın (…), dürüst, devrimci, ahlâklı, hakikatli” cümlesi şimdi daha da ağır bir yük. Onu tekrar etmekten, onu tekrar yaşamaktan korkuyorum. Hayatıma düştüğü aydınlık gölge, inkâr ya da düşmanlıkla anılabilirdi ya da beni hayata başlatmayan bir borçlulukla. Şimdi sanki hiçbir şey yok, hatta yok bile yok. Vedasının bu kadar kavurucu olması, ancak onun seçebileceği bir şeydi. Bu yüzden bir sonuç değil bu, bir seçim. Artık acı çekmiyor. Onun gölgesinden çıkıp dört yana dağılan unutuşları dert etmiyor. Biriyle kardeş olma arzusu bitti. 

Onunla tabutunun başında vedalaşmam imkânsızdı. Mezarına uğrayabileceğim bir zaman geldiğinde dindiğini, o çok sevdiği toprağa, kuşa, böceğe kavuştuğunu biliyor olmak bana teselli veriyor. Seçtiği veda ile ancak toprağa, kuşa, böceğe dönüşünce tamamlanacak bir makale kendi kendine başladı: “Bir Yaşam Formu Olarak Yalnızlık: Doç. Dr. Olmayı Reddeden Yrd. Doç. Dr. Süha Oğuzertem Bey’in Hayat Adlı Ömrüne Disiplinlerötesi Bir Yaklaşım.” 

Evet, “başlık beş sözcükten uzun olmuş” hocam, ama bir kez de böyle olsun!

İlginizi Çekebilir

İsrail ordusu: 6 Mayıs’ta Yemen’de 50 mühimmat deposunu vurduk

Öne Çıkanlar