Selîm Temo: Kürt Edebiyatı Nasıl Okunmalı?

Yazarlar

Uzak bir örnekle konuya geçmeme izin verin lütfen: Son yıllarda ötekileştirme diye bir olgu var ve her birimiz başka gerçekliklerden söz ederken ötekileştirici dil kullanmamaya gayret ediyoruz. Bugün kısa bir metin okudum. Bir çocuk ve babası trafik kazası geçiriyorlar. Babası ölüyor, çocuk ise ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılıyor. Hastanedeki cerrah, “ben onu ameliyat edemem, çünkü o benim oğlum” diyor. Aklımıza hemen şu gelir, ölen kişi, çocuğun gerçek babası değildi! Oysa cerrah kadın ve çocuğun annesi. Demek ki zihnimizde bir kadınla cerrahlığı özdeşleştirme bilgisi yok! Kürt edebiyatı ya da Kürt diliyle ilgili algı da aşağı yukarı böyledir. Hep bir rengimiz, zenginliğimiz denir Kürt edebiyatı için. Ben Kürt edebiyatını Türkiye’nin bir zenginliği, rengi olarak görmüyorum. Bu, ötekileştirici bir söylemdir, tahakküm kuran bir söylemdir. 2008’de Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki “Mağdurun Edebiyatı, Edebiyatın Mağduru” başlıklı konuşmamın özü de bu idi. 

Efendiye bir edebiyatı olduğunu kanıtlamak aslında sömürge teorisine tastamam uyan bir şey. Diyor ki Frantz Fanon; “köle sömürgeli sömürgeci efendiye bir kültürü olduğunu kanıtlamak durumunda bırakılır.” Kürt edebiyatçıları da sömürgeci efendiye bir edebiyatları olduğunu kanıtlamak durumunda hissetmişler kendilerini ya da buna mecbur bırakılmışlar. Bunun Xelîl Xeyalî ile, yani 1913’te yaptığı çevirilerle başladığını sanıyordum. Ama Mesûd Serfiraz, geçenlerde bir çalışmasını benimle paylaştı. Kendisi şu anda burada, huzurunuzda tekrar teşekkür ediyorum. Onun araştırmasına göre bir edebiyatı olduğunu kanıtlamaya çalışan ilk Kürt, Keyfî adlı bir edebiyatçı. 1881’de İngiltere’nin bir sömürge memuruna cevap olarak Tercümân-ı Hakikat gazetesine yazılar yazıyor ve Kürt şiirinden bir örnek verip orijinali ve çevirisiyle birlikte yayımlıyor. Son olarak 2013’te Murat Belge’nin Birikim dergisinde aşağı yukarı “bir Kürt edebiyatı var mı ki” şeklinde özetlenebilecek bir yazısı yayımlandı. Demek ki bugün itibariyle 135 yıldır Türk kardeşlerimize bir edebiyatımız olduğunu kanıtlamaya çalışıyoruz!

Daha da geriye gidebiliriz. R.P. Giuseppe Campanile’nin 1802’de yazdığı ve Kürdistan Tarihi adıyla Türkçeye çevrilen kitabında şöyle bir anekdot var: Diyor ki yazar, Akar emiri Musa Bey’in evinde bana Kürtçe yazılmış şiirler gösterildi, ama bilindiği gibi Kürtçe yazılmış herhangi bir metin yoktur! Yani belge olarak gösterseniz bile o yoktur! Bu algı, Oryantalizmin bir alt klasmanı olan Kürdoloji alanındaki pek çok isim tarafından da tekrar edilen bir “bilgi”dir. 

İstibdat rejimi bittikten sonra Kürt aydınları kendi edebiyatlarından birkaç örneği yine orijinali ve çevirisiyle birlikte yayımlarlar. Aynı şekilde Türk edebiyatından da çeviriler yapılır, “elbette” metinlerin orijinalleri ve çevirileriyle birlikte. İlki Mehmet Akif’in bir şiiridir. Fakat ikincisi Balkanlardan göçertilen Müslüman nüfusa yardım kampanyası için satılan bir broşürdeki şiirdir. Broşürün adı “Bulgar Mezalimi.” Okuyabilirim, çok ilginç, milliyetçi bir şiir. Şiirin üstünde “İntikam Levhası” ifadesi var. Şiirin adı ise “Kulağında Küpe Olsun Unutma.” Tahir-ul Mevlevî (Tahir Olgun)’nin yazdığı bu şiirden iki dörtlük okuyayım: “Rumeli’nin dağı taşı ağlıyor / Kan içinde her subaşı ağlıyor / Parçalanmış gövdelerin yanında / Can çekişen arkadaşı ağlıyor // Kara toprak kandan olmuş kırmızı / Doğrandıkça Türk kadını Türk kızı / Can evine canavarca saldırmış / Sürü sürü ırz ve namus hırsızı.” Xelîl Xeyalî bunu çevirirken nasıl bir ruh hali içindeydi, çok merak ediyorum. Bir meşruiyet arayışı mıydı bu? Yani belki 1908, 1913, hatta Ermeni soykırımına kadarki dönemde, İstanbul’da şekillenen ve Ermenisinden Farsına, Arabından Sırpına, Türkünden Kürdüne kadar bütün o aydın çevresi, edebiyatçı çevresi aşağı yukarı aynı daire içerisinde deviniyordu. 1915, aynı zamanda bir masumiyet yitimi demek; herkes kendi olması gerektiği yere dönüyor -elbette Ermenileri kastetmiyorum. Kürtler de anlıyorlar ki Ermenilere yaptıklarını onlara da yapabilirler. Böylece Osmanlıcı algıdan uzaklaşıyorlar, sıra kendilerine geliyor çünkü. 

1881’den 2006’ya geldiğimizde Ömer Türkeş’in bir yazısıyla karşılaşıyoruz, 125 yıl sonra. Mehmed Uzun’un Bir Dil Yaratmak kitabına bir önsöz yazıyor. Çok ilginç bir metindir hakikaten. Aslında orada şunu söylemeye çalışır; “ya tamam, yani ben bir hümanist olarak, bir demokrat olarak destekliyorum bu halkın mücadelesini, fakat yani bu edebiyat pek olmamış!” Söz konusu metinde karşımıza sürekli biçimde “geliştirmek”, “ilerletmek”, “olgunlaştırmak” mastarları çıkar. Burada kastedilen Kürt edebiyatıdır. Andığımız sözcükler de bir dışsal müdahale iması taşırlar. Yani bunlar yapamaz, biz bari omuz verelim şeklinde bir algı. 2007’de Semih Gümüş, “Kürt edebiyatı kanonu” şeklindeki bir ifademi konu alan bir yazı yazdı. Onun da özeti ise, “bir Kürt edebiyatı kanonu olabilir mi ki?” şeklindeydi. 

Sözünü ettiğim Birikim dergisindeki “Kürt Edebiyatı” dosyasında 4-5 yazı var. Yazılardan bir tanesi zaten Murat Uyurkulak’ın romanları üzerine, ama dosyanın adı “Kürt Edebiyatı!” Ben de karşılaştırmalı edebiyat çalışıyorum, pek çok kuram olduğunu biliyorum, ama benim için ölçüt bir metnin dilidir, yani bir metin hangi dille yazılmışsa o dilin edebiyatına aittir. Murat Uyurkulak üzerine olan yazının yanı sıra Murat Belge’nin sözünü ettiğim ve “tipik”i temsil ettiği için vurguladığım yazısının ikinci bölümü de Murat Uyurkulak’la ilgilidir. Adeta şu söylenir Kürtçe edebiyat üreten kişiye, “bak, bunun gibi yazacaksın.” Bu işte öğretmen tavrıdır, Kürde boyuna bir şey öğretme tavrıdır. 

Murat Belge yazısının başında, edebiyatın dil ile ilgili olduğunu söylüyor. Birinci cümle bu. Bir iki cümle sonra, “Edebiyatla dil arasındaki bu zorunlu ilişkiyi telaffuz ettiğimiz anda Kürt edebiyatı kavramının içerdiği sorunsalla da yüz yüze gelmiş oluruz” deniyor. Şimdi bu cümleyi çözümlemek için akademisyen olmak gerekmiyor, ben de bayılmıyorum akademisyenliğe, ama ortaya bir tez attığınız zaman biraz geliştirirsiniz, birkaç örnek verir ondan sonra asıl meseleye gelirsiniz. Mektupta da bu böyle, sadece akademik metinlerde değil, her türlü metinde bu böyledir. Fakat Kürt edebiyatından bahsederken daha ikinci üçüncü cümlede Kürt edebiyatındaki dil sorununa gelinmesi ilginç. Devamında ise şöyle diyor, Belge: “Farklı lehçeler var ve bu farklı lehçelerin var olması ansızın bir soruna yol açıyor.” Yani her türlü etkinliğimizin efendinin zihninde bir sorun olma potansiyeli var. Sürekli bir sorunuz, oturduğumuz yerden ansızın bir soruna dönüşüyoruz. Pek çok dilin özelliği olan şey, her dilde var olan şey birer özellik olarak sayılırken bu Kürt edebiyatıyla ilgili, Kürtçeyle ilgili söylendiği zaman bir kusur olarak, bir sorun olarak kodlanıyor. 

En fazla standartlaşmış dillerden birisi İngilizcedir mesela, ama diğer yerleri geçelim, İngiltere’de beş tane İngilizce lehçesi vardır. Bu beş lehçeyi konuşanlar birbirini neredeyse hiç anlamaz; Bristol İngilizcesi farklıdır, Jourdan İngilizcesi farklıdır. Tabiî ki okulda Mrs. Brown ve Mr. Brown’un bize öğrettiği İngilizceyi öğreniyorlar ama onlarda da lehçeler var. Arapçada Malta ve Orta Afrika lehçeleri dışarıda bırakılarak on beş lehçeden bahsediliyor. Aynı şekilde Türkçede de böyle bir şey söz konusu. Ben sık sık Kırgızca bir cümleyi örnekler ve derim ki, bu neyle ilgili olabilir? Bıldırcın avıyla ilgili bir şey, fakat bugüne kadar Türkiye Türkçesinde konuşanların hiçbirisi anlamak bir tarafa ne hakkında olduğunu bile tahmin edemedi. Talat Tekin, Türkoloji Eleştirileri kitabında “Nasılsınız” sorusunun on (rakamla 10) Türk lehçesindeki karşılıklarını verir. Azericedeki “sav mısız, isen misiz”e gelinceye kadar ne olduğunu Türkiye Türkçesi konuşanlar doğru tahmin edemez. Birbirinden o kadar farklılar. Bütün dillerde böyle özellikler varken bu neden Kürtçede bir soruna, bir kusura dönüşüyor? 

135 yıldır bir edebiyatımız olduğunu kanıtlamaya çalışıyoruz! Bu varlığı kanıtlamakla memur olmak beni çok fazla rahatsız ediyor. Hemen Fanon’un o sözüne dönüyorum, efendiye bir kültürümüz olduğunu kanıtlama meselesine yani. Öte yandan Kürt edebiyatında “diğer edebiyatlar gibi” yorumlanacak o kadar şey varken, varlığı kanıtlamak “görevi” beni yoruyor. Küçük bir iki örnek vereceğim ve verirken de kanıtlama refleksi göstereceğim! Hazırladığım Kürt Şiiri Antolojisi 2007’de çıktı. Hepi topu dokuz yıl geçmiş. Alanındaki en geniş çalışmaydı. Ama şimdi görüyorum ki, meğer devede kulakmış! Bu arada yüzlerce yeni metin buldum ve tek başıma başa çıkamayacağımı anladım. Şimdi elimden geldiğince genişleteceğim, üçüncü cildi hazırlıyorum. Ama orada da hem şiirlerin orijinali hem de çevirileri olacak. Yine mi kanıtlama? Tercümân-ı Hakikat’teki gibi, Rojî Kurd’deki gibi, Mehmet Emin Bozarslan’da olduğu gibi, Kemal Burkay’ın Eskerê Boyîk’ten yaptığı Kulîlkên Çiya/Dağ Çiçekleri’nde olduğu gibi, her iki dilde, hem aslı hem çevirisi ile; yani varlığı kanıtlama itkisiyle! 

Egemen algıyı eleştiriyoruz ama aynı zamanda onu yeniden üretiyoruz da. Sözünü ettiğim rahatsızlığı hazırladığım antolojide de hissetmiştim. Orada orijinalleri Kürtler de görsün diye koydum, varlığı kanıtlamak için değil anlamına gelen cümleler yazdım, ama bunun somut olarak “varlığı kanıtlama” anlamına geldiği açık! İşte böyle bir çerçeve, böyle bir daire, belki böyle bir zindan içerisinde yaşıyoruz. 

Varlığı kanıtlamak adına değil ama tarihsel derinliği anlatmak adına elbette burada birkaç şey söyleyebilirim. Çünkü alanla ilgili ciddi bir bilgi eksikliği de var, bunu inkâr edemeyiz. Yazılı Kürtçenin bugün bilebildiğimiz, istinsah edilmiş örneklerine ulaşabildiğimiz 13 yüzyıllık bir tarihi var. Demin Gulgeş Deryaspî arkadaş da bahsetti. Yaresan şairleri, Türkçede “cemevi”nin karşılığı “cemxane”lerde, tembûr/tenbûr denen ve kopuza benzeyen sazlar eşliğinde şiirler söylüyorlar. Bunlar dinî halk şiirleri. Klasik edebiyat, yani divan edebiyatı ise Mela Perîşan’la başlıyor, 14. yüzyılda. Sonrasında Elî Herîrîler, Melayê Cizîrîler, Ehmedê Xanîler, Xilwetîler, Nalîler, Melayê Xasîler geliyor. 

Kadın oturumunda “şimdiki Kürt edebiyatında kadınların ağırlığı nedir” gibi bir soru soruldu. Benim antolojimde 1970 ve sonrası doğumlu şairler arasındaki kadın oranı % 43. Kadın oturumundaki arkadaşların da dikkati çektikleri gibi Kürt siyasî hareketi içindeki kadınlar kendilerine olağanüstü geniş bir alan yarattılar, şiire de yansıması var. Ancak bunu söylerken de kendimize yeni bir “meşruiyet” mi yaratıyoruz diye düşünmeden edemiyorum. Çünkü bizimle ya da kültürümüz ve dilimizle ilgili hemen her nokta bu daireyi çağrıştırıyor. Siyaset ve edebiyattaki bu kadın temsili değil ama bundan söz etmek “kanıtlama” anlamına geliyor olmasın?!

200 ile 150 yıl önceki süreçte Osmanlı ve İranlılar Çemişgezek ve Kilis’ten Kirmaşan’a kadarki alanda meskûn özerk Kürt hükümetlerini, yaygın adıyla mîrlikleri yıktıkları zaman, içimizdeki kendilik bilinci ve özgüveni de yıkmış oldular. Kendimizi sürekli biçimde paranteze almamızın böyle bir başlangıç noktası var sanki. Belki de bu yüzden Keyfî ile aynı şeyi yapıyorum, varlık gibi gelinen noktayı da kanıtlamaya çalışıyorum. Böyle bir dar çerçeve içerisinde kalan, sürekli kendini izah, kendini kanıtlama çevresinde dönen bir zihin, çekilir gibi değil! Bundan kurtulduğumuzda ne var peki? Herhangi bir edebiyat tarihçisinin herhangi bir edebiyata bakması gibi bakıldığında nasıl bir şey çıkıyor ortaya? Kötü bir yazar harika bir okur olarak diyebilirim ki, olağanüstü bir edebiyat çıkıyor! 

Bir örnekle yetinip tamamlayacağım. Mem û Zîn’de bir sahne var: Anlatıcı Mem ile Zîn’in şarap içtiklerini anlatırken, “axiftî li min şûna birînê” diyor. Onlar şarap içtiklerinde “yaramın izi kaşındı” diyor yani. Nasıl bir imaj bu, nasıl bir hayal? Biliyorsunuz yara iyileşmeye başladığı zaman kabuk bağlar ve kaşınır. Çok tatlı bir kaşıntıdır o. Eğer kaşımazsanız onu kaşıma hazzını yaşayamazsınız, ama kaşırsanız o yara yeniden açılır. İşte Kürt edebiyatı kendi yarasının iyileşmesini beklemez demek istiyorum, genel bir tanım önerisi olarak. Kürt edebiyatı kendi yarasını derinleştiren, onu hazla kanatan bir edebiyattır. Bu yüzden önümüzdeki birkaç on yılda bu edebiyatın yükselişine tanıklık edeceğiz diye düşünüyorum. Son yüz yılı karanlıkta geçirmesi, onu geri döndüğünde en taze ve yıpranmamış dil kıldı. Kürtçenin bütün dezavantajlarını, hepimize malum olan tarihsel süreci tersine döndürüp avantaja çevireceğini söyleyebilirim. 

Dinlediğiniz için teşekkür ederim…

Not: Bu konuşma, Sancı Kültür-Sanat dergisinin 7 Şubat 2016’da düzenlediği sempozyumda sunulmuş, aynı derginin 7. sayısında yayınlanmıştır. Burada yeniden yayınlarken biraz savruk olan birinci paragrafı çıkardım, metnin gerekli yerlerine birkaç sözcük ekledim ve bu nota sözünü ettiğim Kırgızca cümleyi Türkiye Türkçesine çevirisiyle aldım: “‘İye, änävi bedänäni karänglär, uni men bälamgä tutib berämän,’ debdi dä, kolidägi dästurhånni yergä koyib, bedänäni kuvä ketibdi, ular årkasidän bäri kuläbdi.” (“‘A! Şu bıldırcına bakın, onu ben çocuğum için yakalayacağım,’ demiş ve sofrayı yere bırakıp bıldırcını kovalamaya başlamış, diğerleri de arkasından koşmuşlar”.) Kaynak: Levent Doğan ve diğerleri, Çağdaş Türk Lehçeleri El Kitabı, İstanbul: Kriter Yayınevi, 2007, s. 432, 437.

İlginizi Çekebilir

Scholz’tan Trump’ın yardımcısı Vance’e tepki: Demokrasimize karışmayın
Behice Feride Demir: Dîyarîya Roja Evîndaran

Öne Çıkanlar