İşin başında, genel kabul gören davranışları gösteren hatta makul olan düşünceler sergileyen insanların yapıp ettikleri çalışmalar, ahlak kavramına örnek gösterildi.
Herkesin böyle olması gerektiği savunularak toplumsal bir hafıza oluşumuna gidildi. Bu toplumsal hafızanın kodlarında zararlı sayılan (adam öldürme, hırsızlık yapma, tecavüz ve istismara yönelme, yalan söyleme, inkar etme vb.) kavramlara pek yer yoktu.
Çoğu insan toplulukları, bu olumlu sayılan ve korunması gereken toplumsal hafızayı koruyup geliştirmeye çalışırken yani kurumsallaşması için çaba verirken; bir bölümü ise, sapkın insanların istek ve düşüncelere yönelenlerin peşinden koşarak bir nevi toplumsal intihara sürüklendiler.
İşte çoğu felsefeci, düşüncelerinin temelini oluşturan toplumsal hafızanın yanında yer alarak farklı alternatif düşünceler geliştirdiler. Belki de toplumların özünde, ortak gelenek ve göreneklerde olumlu değerlerin var olduğunu düşünerek böyle davrandılar.
Yani toplumun ortak aklının kötü olamayacağını, kötü ahlakın bireylerden geldiğini düşünerek 19. y.y.dan sonra katkılı sınıflandırmaya gittiler. Bunu da kişisel ahlak, siyasal ahlak ve toplumsal ahlak diye üç kategoriye ayırdılar.
Yani şöyle diyebiliriz: Toplum kurumsallaşan güzel bir ahlak güzergahında ise kişilerden ve siyasal düşüncelilerden gelen menfi hareketleri bertaraf edebilir. Hırsızlık faaliyetlerine tahammülsüz bir toplum, hırsızları barındırmaz.
Yalanın belalarına dikkat kesilen bir toplum, yalancıları barındırmaz. Talana, soyguna, vurguna ve inkara defansif davranan bir toplum, bu ve bunlara benzer tüm gayri insani değerlere set çeker.
Düşüncelerine bu güzel değerleri dayanak yapan felsefeciler ve toplum bilimciler, haklıydılar. Ama toplumları meydana getiren temel unsur insan olunca, oluşturulmak istenen tespitler tekrar tartışılır oldu.
Çünkü gelişen kapitalizm süreci insanların özgürce düşünebilme yetilerini perişan etti. Kişisellik boy verdi, özel mülkiyet sınır tanımaz boyuta geldi. 20.y.y çeyreğinde başlayan ‘toplu üretim ihtiyaca göre bölüşüm’ umudu buharlaşarak yok oldu.
Belki herkes ‘özgürdür’ ama sermayeyi elinde bulunduran insanlara bağlı kalarak yaşayabilen özgürlük. Belki herkes eşittir ama birilerinin üstünlüklerine selam durmadan bahsi edilemeyen bir eşitlik.
Toplumsal ahlaka bu süreçte bıraktığımızda, kişisel ahlak ve siyasal ahlakı bırak frenlemeyi; onların dümen suyuna gitti. Çünkü toplumsal ahlak kendi toplumunu yönetecek olgunluğu gösteremiyor.
Artık şunu rahatlıkla diyebiliriz ki, kolektif üretip paylaşmayan toplumlar, eninde sonunda kişisel ve siyasal ahlak kategorisinin tasarrufunda kalırlar. Son dönem geliştirilen ‘devlet aklı’ , ‘devlet geleneği’ söylemlerine de inanmamak lazım. Çünkü yürütmeyi ele geçiren -geçirme yöntemi ne biçim olursa olsun- grupların isteği veya yönelimi hangi yönde ise o olur.
Eğer böyle değilse, muazzam bir kültür, sanat ve bilimsel çalışma geleneği olan Almanlar, nasıl oldu da Hitler gibi ırkçılığı bayrak yapan birinin dediklerini yapar oldu.
Bundan dolayı gelecek yazımızda milliyetçilik,ırkçılık ve faşizm üzerinde duracağız….