Kürdistan bağlamında sorarsak, kaldi ki Kürdistan kelimesinin bile muğlaklaştırıldığı zamanlardayız, bir Kürt diskursu var mıdır? Buna iyimser bir cevap vermek çok zor. Uzun zamandır Kürt basın-yayın dünyasında, sosyal medyada, günlük tartışmalar ya da bilimsel diskursta talihsiz bir gidişata tanıklık ediyoruz.
Cüretkâr efendilerin küstah dili
Bu kısa makale Kürdistan’da (özellikle kuzeyde) kolonyal diskuru tartışmaya açma amacı güden bir girizgah niteliği taşıyor. Kolonyal bir ilişki içinde olmayan toplumlardaki diskurs bu kısa makalenin ana konusunu teşkil etmemektedir. Ayrıca bu makale Habermas’tan E. Said’e, Foucault, Lacan ve Moffue’ya kadar teorik bir tartışma yürütme amacı da taşımıyor. Bu kısa yazı sadece Kürdistan’daki tartışmaların, gündemin, toplumsal sorunların algılanma biçimine, kontrol ediliş tarzına dikkat çekmektedir.
Latince kökenli olan diskurs («discursus»), bir şeyin etrafında dönmek (ya da hakkında konuşmak) anlamı taşıyor. Diskurs yazılı, görsel ve sözlü olarak değişik formlarda, tek taraftan veya bireysel olarak yürütüleceği gibi, karşılıklı ve aynı zamanda kitlesel katılımla da yürütülebilir. Bilimsel alanda tartışılan diskurs ile kamuoyu nezdinde tartışılan diskurs (örneğin Twitter ya da Facebook gibi platformlarda yapılabildiği gibi) birbirinden farklıdır, ki bu da alanların hem doğal hem de karakteristik özelliklerini taşır. Bu tartışmaların, fikir üretimlerinin ve tüketimlerinin kendine özgü bir dili, normları ve etki alanı vardır. Elbette bu tarz bir iletişimin yürütüldüğü alanlardaki konular, söyleminin tonu, seçilen kavramlar ve zamanlamasına kadar hiçbir şey tesadüfi değildir.
Bir kurum olarak, toplumun düşünsel gelişmişlik seviyesine tekabül eden, onun ilişkiselliği ve yapısallığıyla dolaşıma giren diskurs, sosyal, siyasal ve kültürel alanda üretime/yeniden üretime katkıda bulunan önemli bir fonksiyona sahiptir. Toplumların ruh ve düşün dünyasının büyük ölçüde şekillendiği hakim diskursta, sokaktan üniversite amfilerine, basın-yayına kadar egemenin ihtiyaçlarına ve önceliklerine göre düşünce üretilip dolaşıma sokulur. Kolonize edilenler ise efendilerin sınırlarını belirlediği düşün dünyasında bir keyfiyet rejimine tâbidirler. Bu keyfiyet rejiminde iradelerine el konulmuştur.
Oysaki kadın sorununun tartışıldığı platformlarda erkekler (ya da eril zihniyet) kadının yerine konuşamayacağı gibi, işçi sınıfı adına kapitalistler, sömürgenin yerine de beyazlar konuşamaz. Ne var ki tartışmanın sorumluluğu ve ahlakından yoksun bir kültürde, özellikle de sömürge toplumunda efendinin köle yerine konuşma cürreti küstahlık derecesindedir. Kendi diskursundan yoksun düşünsel esaret altındaki bir millet, bu küstahlık fırtınası içinde bir asırdan fazladır kendi kaderini savurup duruyor. Dolayısıyla başkalarının düşünce dünyasının gölgesinden kurtulamayanların sosyalizminden, feminizminden, demokrasisinden, gelecek tasarımlarından veya kendine has düşünsel üretiminden bahsetmek neredeyse mümkün değildir.
Diskurs hem üstünde çatışma yürütülen objedir hem de çatışmanın keskin aracıdır. Bu mekanizma ve işleyiş süreci, sadece organize ve kontrollü yürütülmez aynı zamanda belli yönlere kanalize de edilir. Diskursun kendisi gücün inşa edildiği ve meşruiyetinin kanıtlandığı mekandır. Bu düşünsel mekan, güç-iktidar ve kurumlardan bağımsız düşünülemeyeceği gibi: ne tarafsız ne de şeffaftır. Karşı diskurs da vardır ve bu da elbette karşı gücü inşa etmek ve meşrulaştırmak için üretilecektir. Fakat kolonyal bir ilişki içinde egemenin bağlamını sorgulayan ve reddeden karşı diskurs hakim diskursun uzamında-etki alanında yer bulamaz.
Kısacası okulda, sokakta, camide ya da entelektüel camiada egemenin diskursunun kendine has bir bağlamı, grameri ve dili vardır. Bu oyunun kurallarına uymamanız halinde, sorduğunuz sorular da bulduğunuz cevaplar da baştan itibaren yanlış sayılacaktır. Bu diskursun kurallarına harfiyen uymanız halinde ise baştan itibaren kendi inkarınızın aracı haline dönüşür ve istisnasız kaybeden durumuna düşersiniz. Bu kolonyal diskursun yürüdüğü/yürütüldüğü minvalin ana hedeflerinden biri sömürgenin gerçekliğini karartmak ve görünmez kılmaktır. Bu düşün aristokrasisi ve bürokrasisinin icraatları sadece bundan ibaret değil, aynı zamanda sömürge denen arka bahçeyi efsunlamış ve sömürgeleştirilenlere haram kılmıştır. Sağ ve sol misyonerlerin, Kürtleri vaftiz etmek istedikleri bu su, bilinen eski kolonyal bir gölden başka bir şey değildir.
Diskurd`un sefaleti
Kürdistan bağlamında sorarsak, kaldi ki Kürdistan kelimesinin bile muğlaklaştırıldığı zamanlardayız, bir Kürt diskursu var mıdır? Buna iyimser bir cevap vermek çok zor. Uzun zamandır Kürt basın-yayın dünyasında, sosyal medyada, günlük tartışmalar ya da bilimsel diskursta talihsiz bir gidişata tanıklık ediyoruz. Efendilerin diskursunda, varlığınızın bir devletin (mülküne) vatandaşlığına, ülkenizin mevcut devletlerine «Kuzeyi!» ya da «Doğusuna!» indirgendiği bir sömürge sefaleti yaşıyoruz. Medya ve siyaset alanlarından bilimsel alana kadar, efendinin zehirli diskursuna eklemlenen hatırı sayılır gönüllü neferler, onun demokrasisini, devlet aygıtlarını veya faşist rejimlerini restorasyona soyunmuş durumdalar. Sömürgenin yıkık şehirlerinde ise mahşeri bir sefalet hüküm sürüyor.
Bu vahim tabloda düşün dünyasının viraneliğine Kürt ahalinin, efendinin ırkçılık zehiriyle dolu dizi filmlerine müptelalığı eşlik ediyor. Hal böyle olunca, Kürtler tarih sahnesinde ulus olmanın bütün kriterlerini taşırken uluslaşma sürecini bir türlü tamamlayamamalarının nedenleri, sadece dış değişkenlere indirgenerek açıklanamaz. Son yüzyıl, bize bir iç değişken olarak Kürt düşün dünyasının ve siyaset sınıfının Kürtlerin uluslaşmasının önünde bir engel olarak durduğuna işaret ediyor. Marx’ın sınıf için kullandığı Klasse an sich/kendinde sınıf – Klasse für sich/kendisi için sınıf kavramlarını, benzer bir analojiyle ulus kavramına uyarlarsak; Kürtler kendinde bir ulus mu yoksa kendisi için bir ulus mu? Bu üzerinde tartışılması gereken bir soru. Bilimsel literatürdeki ulus tanımlarına göre Kürtlerin kendi halinde bir ulus olduğu su götürmez.
Karl Deutsch politik olarak güç olma hedefine, örneğin devlet olma iradesine, başka bir deyişle kendisi için ulus olma bilincine büyük önem atfeder. Kürtlerin «kendisi için» ulus olma iradesinde ve bilincinde ciddi eksiklikler olduğunu mevcut diskurs ya da karşı-diskurstan görebiliyoruz. Bu eksiklik büyük oranda siyaset ve düşün dünyasının derin kolonizasyonuyla ilgilidir. Bunun doğal sonucu olarak egemenin düşünsel yörüngesinden kurtulamayan, Arap-Fars özellikle de Türk-sentrik bir Kürt düşün dünyası var. Kürdistan örneğinde de tecrübe ettiğimiz gibi, en basit gündelik diskurstan en rafine teorik diskursa kadar köle bireyler ya da köle milletler kendi gündemlerinin sahibi değildirler. Değerleri, gündemleri hatta varlıkları lanetli ve değersizdir. Bu milletlerin medeniyetleri, sosyal antropolog ve etnologların kolonyal pazarında sadece etnik inci ve boncuk sergisinden başka bir şey değildir. Köleleştirilen milletlerin tarihleri inkâra uğramış, medeniyetleri ilkellik ve barbarlık olarak tanımlanmıştır.
Bütün yerleşim birimlerinin isimleri değiştirilerek, dilleri ve kültürleri yasaklanarak bu medeniyetlerin izleri silinmiştir ya da tahrip edilerek tanınmayacak hale getirilmiştir. Bu el konulan tarihin yıkıntıları arasında dolaşan sömürgeci akademisyen ve aydınlar ise işin geri kalan yanını tamamlayacaklardı. Kurulduklarından beridir bir çok anabilimdalında Türk halk Kültürü tezleri, Sümerlerin Türk olduğu ve Güneş Dil teorisi gibi tezler havada uçuşuyor. Bu tez sahipleri sosyal bilim arkeolojisini dahada derinleştirip kendi katliamlarını, katledilenlerin boynuna asacak derecede uzmanlaştılar. Bu tarih ve kültür talancılığının en vahim sonucuysa zamanla yeni kuşakların bu kurgulanmış tarihi gerçek tarih olarak kabullenmesidir. Bütün bu inkâr egemenin diskursunun bağlamı olarak işlev görüyor.
Ödüllendirilmiş İlluzyon
Afrika ya da Amerika kıtalarındaki medeniyetleri ilkel çalılık kabileleri olarak kodlayan beyaz antropologların yerli versiyonları, aynı icraatlarla Kürtleri de vahşi dağlı kabileler olarak kodlamıştır: ilkel kimliklerini ve kimlikçi siyaseti bir yana bırakıp beyaz medeniyetin itibarlı vatandaşları olmaktan başka şansları olmadığını dillendiriyorlar. Toplumsal olguların tanımlanışını ve ehemmiyet derecelendirmesini tekelinde tutan bu vaazcıların dilindeki gizli ton, kolonize ettiği düşün dünyasında agresif/tehditkâr ve tahakkümcü bir karaktere sahiptir. Bilim adına büyük “özverilerde“ bulunan bu vaazciler, “ilkel“ toplumlarda harıl harıl ensest ilişki, tecavüzcü-talancı kültürlerine, kanibalist-kandökücülüklerine yada tanrı tanımazlığına ilişkin deliller bulma gayreti içindedirler. Değişen bir sey yok bütün cilalanmış tezlerinize rağmen sizler, arkanızda bıraktığınız soykırımların arasında dolaşan mezar hırsızları olarak kaldınız.
Egemen(-in) diskursunda Kürtler ve Kürdistan hakkındaki gelişmeler hep bir işletme arızası olarak tanımlanmaya çalışılıyor. Sömürge sorunu kötü yönetimler ya da şahıslar üzerinden tarif edilerek, sömürgecilik sisteminin varlığı inkar edilip temize çıkarılıyor. Yorgun ve meşruiyet temelleri yıpranan kolonyal sistem kendini kolonizatörler aracılığıyla modernize edip, gönüllü itaat için yeni meşruiyet temelleri ve rıza mekanizmaları üretmeye çalışmaktadır. Oysaki yeni-kolonyal diskursun içinde, Kürtler için estetize edilip (daha hümanize gösterilerek) karşı-diskurs gibi lanse edilen şey illuzyondan başka bir şey değildir (ödüllendirilmiş bir illüzyondur). İcat edilen bu yeni gerçeklik bir bağlam olarak kabul edilip, sürekliliği ve istikrarı sağlanır. Dolayısıyla bu bağlam içinde üretilen karşı-diskurs verili bağlamı reddetmez, yalnızca konulan sınırlar içinde reddiyede bulunur. Örneğin egemen(-in) bağlama hakim ulusun devleti, degerleri, dili red veya inkar edilmez, sadece daha iyi olması yönünde değiştirilip dönüştürülmesi düşünülür. Bu kolonyal bağlamdaki güç ilişkisinde kolonize edilenler tamamen silahsızlandırılmış, güçsüz bir konuma düşürülmüşlerdir.
Bu illuzyonun pratiğinde yaşanan ise kolonize edilenlerin kendi mezarlarını/birbirlerinin mezarlarını neşe ve coşku içinde kazmalarıdır. Bir sosyal barometre olarak toplumsal sorunlar karşısındaki algı ve duyarlılığı gösteren diskursun, söz konusu koloni olunca arızalı bir ölçek olduğu ispatlıdır. Örneğin beyaz medeniyet İkinci Dünya Savaşı’nda, Avrupa’da vahşetine uğradığı faşizme karşı epeyce duyarlı davranmış, kendi diskursunda bunu bugüne kadar işlemiştir. Oysa ki bu vahşet rejimi bir günde ortaya çıkmamıştı. Kendi metropollerinde demokrat sayılabilen Fransa, Belçika, Ingiltere, ABD: Afrika ve Asya kıtasındaki kolonilerde bir vahşet rejimi yürütüyordu.
Kolonide yürütülen bu rejim beyazın diskursunda faşizm olarak yer almamıştı. İnsanlığın vicdan sınavında beyazın duyarlık ve algı derecesi kapkara bir sayfa olarak kaldı. Fakat ne Cezayir ne Kongo, ne Hindistan ne de Vietnam bağımsızlık ve özgürleşme umudunu ve tahayüllünü Paris’in, Brüksel’in, Londra ya da Washington’un daha fazla demokratikleştirilmesi ya da Paris, Londra’ya sosyalizmin gelmesi üzerine kurmadılar. Kendi diskurslarının adresi kendi vatanları idi ve beyazın merhametine yönelik bir beklenti ve söylemleri de yoktu; bağlamı kendi gerçeklikleri üzerine inşa edilmiş bir contra (karşı) diskurstu.
Kürdistan’da da egemen(-in) diskursu, Kürt soykırımını ne bilimsel tezlerde ne de kitlesel bazda gazete-dergi sayfalarında, Twitter vs. ciddi düzeyde gündemleştirip tartışmadı. Bu sesizlik, soykırımın inkârıydı. Yaşananlar işletme ve sistem arızaları değil ise de olsa olsa emperyalizmin oyunları olarak teorileştirildi! Güney Afrika’dan, Magrep, Vietnam’a kadar kolonyalizm teorilerini, fersah fersah işleyen bu diskurs, kendisinin kolonileştirdiği hatta kolonidende beter yaptığını görmeyen moralden yoksun 3. el ucuz bir diskurs. Koloni mi-emperyalizm mi? Ortadoğu’da öyle bir şey söz konusu değil, defedilen Avrupalı kolonyalistlerin halkların arasına koymaya çalıştığı fitneden başka bir şey değil. Öte yandan ülkesi talan edilen çocuklar ise bu diskursta yersizler, yurtsuzlar ve proletarya olarak yeniden tanımlanır. Örneğin katledilen Hrant Dink’in Ermeni olması değil de ayakabısının deliğini ucuz bir acıya dönüştüren veya öldürülen Kürtleri «işçi oldukları için öldürüldüler» türünden gündemleştiren ve katliamları örtbas eden bir retorik.
Ya da Soma’daki bir inşaat kazasını Roboski’de alenen işlenen bir katliamla eş tutma cüretini gösteren bir küstahlık. İnkârı kendine bir savunma zırhı olarak kullanan bu diskursun argumanları bilimsel ve toplumsal etikten yoksundur. Örneğin «sürekli bu devlet beni de eziyor» cinsinden argumanlar bu diskursun avukatlarının baş argumanlarındandır. Oysa araç olarak kullanılan egemenin dili yasaklanmamış, evleri yakılıp haysiyetsizleştirilmemiş ve bir soykırıma uğramamıştır. Neo-kolonyalizmin vaazcıları –“Kimliğe evet ama Kimlikçi siyasete hayır“, “Kimlikçi siyaset yaparak efendiye benziyorsun“ – gibi neo-kolonyal erdemler ve söylemleriyle ezilenlere bir ahlak dersi vermeye çalışıyorlar. Özgürlüğün yolu üzerine döşenen bu ideolojik mayın mahiyetindeki söylemlerin açık ve yalın tefsiri «Kürtçülük« yapmayın iken, gizli kodu ise etnik bir renk olarak kal fakat bir aktör olmaya ya da otonomi, federasyon ve devlet olmaya teşebüs etmedir.
Sömürge mahallesinde Soytarılık
Sonuç olarak Kolonize edilenlerin düşün zemini yapısal güvencesizlik ve istikrasızlıkla süreklileştirilmiştir: Üniversite, yayınevleri ya da vakıflar, tiyatrolar, sinema gibi kurumlardan ve TV, internet, Facebook, Twitter, Youtube gibi kommunikasyon araçlarından yoksundur. Örnegin Facebook-Türkiye masası sizin diyaloglarınıza engel olabilir. Ya da bir devlet kendi sınırları içinde Youtube kanalını engelleyebilir. Ama devletsiz bir ulusun bireyleri olarak bu araçlar ya da kurumlar elinizde yoktur. Kısacası istikrarsız ve güvencesiz bir durumdasınız. Kontrolünüz başkasının elindedir. Düşünce üreten fabrikalarınızın ayarlarını beyaz mühendislere bırakmış olmanız ise en vahim olanı.
Buralarda üretilen vatansızlık manzumesi yurtsuzlaştırılan açların kemirmesi için yazılan bir hikâyedir (Haydutluk Manzumesi). Beyaz medeniyetin satıcılarının mahalle mahalle dolaştırdıkları bu film, sömürgenin pornografisinden başka bir diskurs değil. Mahalle sakinleri bu filmin fantazisini tersine çevirdikleri gün beyazın şiddet pornografisinin hükümranlığının son bulduğu gün olacaktır. Ne varki sömürge mahallesi şimdilik bu soytarılığın kodlarını utanç duvarına asacak bir diskurstan yoksun. Dolayısıyla sömürgenin diskursunu kendi konteksti üzerinde oturtması elzem bir ihtiyaçtır, çünkü Kolonyalizmin inşa ettiği yapay gerçekliğin iskelesi Sömürgenin yükünü taşıyamaz.
sgarip@uni-koeln.de