Sibel Özbudun: Acı Taşlarından Umudu Yazmak

Yazarlar

“Birkaç kişi için sanat ya da

birkaç kişi için özgürlük istemiyorum.”[1]

 

“Sanat bir ayna değil, bir çekiçtir,” der Leon Trotsky, “yansıtmaz, şekillendirir.”[2] “Sanatçılar huzuru bozmak için buradalar,” diye ekler James Baldwin…

Adil Okay ve Özcan Yaman, tam da bunun için buluşmuş… Huzuru bozmak, toplumsal gerçekliği yeniden şekillendirmek için ellerine çekiç almışlar…

“Çekiç” mi dedim? Yo hayır, birinin (Okay) elinde kalemi, berikinin (Yaman) elindeyse fotoğraf makinesi… Biri bir sayfaya yerleşmiş, beriki, karşısındakine… Birlikte ‘Sözlerin İzleri’ni[3] dökmüşler kâğıda. Ardışık, ama kimin kimi izlediğini söylemesi zor. Kimi zaman bir imge sözü betimliyor, kimi zamansa söz imgeyi. Her ikisinin estetiği de yıllardan damıtılmış.

Güzeller, etkileyiciler, düşündürücüler. Ama en önemlisi, yaşadıklarımıza, duyduklarımıza, içimizi acıtanlara dairler…

Yüzen bir kâğıttan kayık imgesi, örneğin. Ve karşı sayfada kısacık, şiir kıvamında bir metin,  “çakma can yelekleriyle umuda açılanlar”dan kıyıya vuranlara dair. Annenin ve kızın terlikleri, oğlanın işporta malı güneş gözlüğü… “Allahın izniyle hele bir sağ salim gidelim, ne iş olsa yaparım” umudundaki babadan ise hiçbir iz yok…

Ya da bir polis barikatında asılı bir sarı çizme… İçinde kır çiçekleri. Karşısında Adil’in şiiri: “akşam olunca/ her taşın altında sıkıyönetim/ bütün sokaklar mavi bereli/ seslere sağırlaşır kulaklar/ ne komşu ağıtları duyulur/ ne kayıplar yargılı yargısız/ ne açlar açlık grevleri…” 

Ve çoğumuzun aşinası gaz bombası sisinin içinde gaz maskeli bir silüet. Polis kalabalığı önünde, tek başına. Adil ise haykırıyor: “(…) hava su çiçek/ ve sosyalizmi yendik/ yaşasın kapitalizm/kan karbondioksit radyoaktif/ yaşasın yirmi birinci yüzyıl/ dünya düzeni yeni/ düzeni yeni dünya/ yeni dünya düzen/ imdaaat.

Bir başkası… Bir meydan. Toz duman içinde. İnsanlar sağa sola savrulmuş. Yerlerde yatanlar, kendi yara berelerini unutmuş, onlara yardım etmeye çabalayanlar. Yere saçılmış ayakkabı tekleri, baretler, çantalar. Galiba bir bombanın hemen sonrası. “dikkat dikkat/ saat demokrasiye beş kala/ taksim meydanında/ ses/ söz/ dudak/ ayakkabı/ valiz/ pasaport/ adlar/ ve yıllar/ sahibini arıyor/ ben seni…”

Ya yüreklerimizde hiç kapanmayacak deprem yarası? Bir enkaz… Tuğlalar iskambil kâğıtları gibi birbirinin üzerine yığılmış. Üstte bir manken, bir ölü gibi uzanmış. Antakya’da kardeşi dâhil çok sayıda yakınını yitiren Adil’in satırları, bir ağıt, bir isyan: “Antiyoş’ta kefensiz, kanlı giysilerimizle gömülürken ne imam vardı yanımızda, ne haham, ne papaz. Sustu, susmaz denilen çan hazan ezan. İspinozların sesi kaldı geriye ‘iyi ki’ diyebileceğimiz. Bir de uzak diyarlardan korku duvarını aşıp gelen dostlar. Çorba dağıtanlara şükran.

Devlet-i Aliyye mi dediniz.

O artık kuzgunun ağzında.”

Başka? Cumartesi anneleri, örneğin (“bekleyiş sonsuz bir yokluktu/ hayatı baştan sona yakan”)… Suruç (“Ağlamak da rahatlatmıyor artık. Ağlamak da… ‘Bir ölür bin doğarız’ diye haykırmak da… / Bu çocuklar hepimizin ama. Hepimizin./ Niye duymuyorsunuz ağıtları. Niye susuyorsunuz.”)… Madımak katliamı (“birden radyolar sustu/ saatleri bir ömür ileriye aldılar/ çakal ulumalarının/ besmeleye karıştığı/ karartmalı bir temmuz akşamı”)… Rant için yok edilen ormanlar (“Ama bu kış biterken, bir yüzyıllık daha ömrüm varken, mevsimin bahara evrilmesine az kalmışken, ‘bilmem ne konseyi’nin kararıyla katlime karar verildi. Evsizlere ev yapmak değildi amaç. Yaşadığım parkı para makinelerine çevirmekti dilekleri.”) Sürgün yaşamları (“Ve anladım ki ben artık bir melezdim…”)

Ve daha niceleri…

Sanatçı güzelliğin peşinde koşarken ayağına acı taşları takılır, eğilip alsa eli, almazsa vicdanı kanar” diyorlar, Sözlerin İzleri’nin peşinde koşan iki yoldaş.

Aportta bekleyen trollerden ürkmemişler… “Bana dokunmayan yılan…” dememişler. Ayaklarına takılan taşları bir bir toplamışlar. Kabuk bağlamasına izin verilmeyen yaralarımızın, karşılığını bulamayan umutlarımızın, biber gazına boğulan düşlerimizin, zehirlenen suyumuzun, havamızın, toprağımızın, ‘benden sonra tufan’cı, doymak bilmez bir para hırsıyla yağmalanan yaşamlarımızın, sevdalarımızın mozaiğini döşemişler birlikte. Susanlara, görmezden gelenlere, “neme lazım” diyenlere inat…

Ve son taşta “temenni”lerini paylaşmışlar bizimle: “önce dünyanın tüm pasaportlarını yakmalı/ sonra da bayrakları/ ve dikenli tel üreten fabrikaları/ şarap atölyelerine dönüştürmeli”…

Bize acılarımızı haykıran, ama aynı zamanda aşk, şarap, renkler, şiir, gül ve ekmekten yeni bir dünya kurmanın mümkün olduğunu duyumsatan bu imgelere ve sözlere selam olsun…

 

N O T L A R

[*] Avrupa Demokrat, Ağustos 2023…

[1] William Morris.

[2] Leon Trotsky, Literature and Revolution, Haymarket Books, 2005, “Futurism” içinde.

[3] Adil Okay, Özcan Yaman, Sözlerin İzleri, Klaros Yayıncılık, Haziran 2023.

 

İlginizi Çekebilir

Yüksekdağ’dan ek savunma kararına tepki: Yeni mi aklınıza geldi?
CHP’li Tanrıkulu’ndan Bakan Tunç’a: Kötü muamele gördüğü gerekçesiyle toplam kaç hükümlü ve tutuklu başvuru yaptı?

Öne Çıkanlar