Artık, 71 yaşındaydı Ahmet Altan. Tahliye olduğunda, yüzündeki ifade, gözlerindeki fer ve o çoktan kırlaşmış sakalları yorgundu artık.
Yılların yorgun mapusu, henüz daha ‘Bismillâh’ dememişken, sosyal medyanın o bildik arenasına sürüklendi şehvetle, linç edilmek üzere. Ne de olsa bedavaydı sözcükler. Halbuki Ahmet Altan, üstünde bedavaya tepinilen o sözcüklerden, nice hayaller kurmuş, muhteşem romanlar yazmıştı.
‘Linç ve kavgadan’ beslenen arena, o gün boş kalmamalıydı. Üstelik, dayak yemeye hazır, yaşlanmış bir ‘adam’ savunmasız, orta yerdeyken..
Oysa bilmezler, beden yaşlansa da kalem yaşlanmaz. Mahpusken bile savunmaları ve yazdıklarıyla, cem-i cümleye göstermişti kaleminin yaşlanmadığını, Ahmet Altan..
Fransız gazetesi Le Monde’ye yazdığı yazıda, tam da kendisini linç edenleri betimliyordu. ” “Lumpenizm” diyebileceğimiz garip bir ideoloji çeşitli kılıklar içinde sanki “dışarıya” egemen olmuş, alt düzey bir delilik toplumun dokularına nüfuz etmişti. Toplumda entellektüel “hiyerarşi” altüst edilmiş, en zekâsız ve yeteneksiz olanlar en çok konuşma hakkını ele geçirmişti.”
Ahmet Altan, geçmişte de, doğru bildiğini dosdoğru yazan bir adam oldu hep. Yazılarında, kimi zaman devletin, kimi zaman başbakanın, kimi zaman Kemalist generallerin dikildi karşısına. Onlar açısından sinir bozucu olansa, bu adamin, ikirciksiz, cesur ve her şeyi göze almış kalemiydi. Romanlarındaki o yumuşak kelimeler gider, yerine, ‘zehir zemberek’ tümceler gelirdi. Yüzbaşı Dreyfus davasında, Emile Zola’nın Fransa devlet başkanına yazdığı ‘Suçluyorum’ başlıklı mektubunu çağrıştırırdi bazı yazıları, selam gönderirdi Zola’nın kelemine..
Tarihçi Eric Hobsbawm, 20. yuzyılı farklı kılan en önemli niteliksel farklardan birinin, ‘kuşaklar arası iletişimin ve hafızanın, yani geçmişle şimdiki zaman arasındaki bağlantıların kendiliğinden kopmasıdır’ der. Bu tespitin üzerinden yaklaşık otuz yıl geçti ve artık 21. yüzyıldayız. Post-truth zamanlarda, dünden habersiz ve hafızasız..
Hobsbawm’ın bu tespiti yaptığı yıllarda, Ahmet Altan Türk basın tarihinin en sarsıcı yazısını kaleme aldı. 1995 yılında Milliyet gazetesinde yayınlanan yazı, Kürtlerin hak mücadelesine destek veren bir ’empati’ yazısıydı. ‘Atakürt’ başlıklı bu yazı, ‘Türk’ toplumuna hitaben yazılmıştı.
O meşum yıllarda, zihinleri, vicdanları ve ruhları sarsan, rahatsız eden bir yazıydı. Her yıl binlerce insanın öldüğü, gazete bürolarının bombalandığı, gazetecilerin sokak ortasında öldürüldüğü yıllardı. Bu yazıyı yazan Ahmet Altan, bugün kendisini linç etmek isteyen güruhun o zamanda hedefi olmuş, DGM’de yargılanıp cezalandırılmış, gazete ile ilişiği kesilmişti. O yüzden, bazı Kürtler için, ayrı bir ‘kıymeti’ vardır Ahmet Altan’ın, olmalıdır da.
Kürtçe bir laf vardır; “Gur ji guran dıreviyan”.. Yani, ‘Kurtlar kurtlardan kaçıyordu’ demek.. Karışık, zor ve zahmetli zamanlar için kullanılır. Kürtlüğün ‘ateşten gömlek’ olduğu işte o zamanlarda, siyasi çıkar gütmeden Kürtlerle dayanışan Türk aydınlarının sayısı, bir elin parmakları kadardı. Orhan Pamuk, Şanar Yurdatapan, Lale Mansur ve belki birkaç kişi daha.
İşte o zamanlarda yazılan bir yazıydı. Sözü yazıya bırakalım; “Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı…
Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı…
…
“Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık.
İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık.
12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı…
Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık…
…
Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi.
Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi?
Değmez diyenler “demokrasi” istiyor işte.
Demokrasiyi getirmek çok mu zor zanaat?
Evet zor zanaattı demokrasiyi getirmek, bu ‘dijital lümpenizm’ çağında, üstelik ‘demokrat’ olamayanlarla.. O yüzden Altan’ın, yirmi altı yıl önce sorduğu soru hala orta yerde asılı duruyor. Zaman denen mefhum, tarihin hiçbir döneminde bu kadar hızlı akmamışken, beddua gibi, dünün aktörleri işbaşında hala, kılık ve form değiştirerek. Zaman ise, hızının tersine, “nazire” yaparcasına donmuş gibi.
Bu ‘donmuş zaman’ içinde, dünün ve bugünün aktörlerinin, Ahmet Altan’a duyduğu hiddet ve garezin en önemli sebeplerinden biri, yazdığı ‘Atakürt’ başlıklı yazıdır. Bu, herkesin bildiği ama kimsenin söylemediği ‘kasabanın sırrıdır’. Üstelik, sadece sağ siyasetin ve milliyetçilerin değil, daha çok Kemalistlerin ve solcuların ‘sırrıdır’ bu. Altan’ı, sosyal medyada hedef alan ‘cadı avcıları’ ise, kimi, niçin, neden ‘linç’ ettiklerini ve altındaki ‘sırrı’ bilemeyecek kadar bellek ve hafızadan yoksunlardı ne yazık ki..
Tek bildikleri, Ergenekon ve türevi soruşturmalarda orduya kurulan ‘kumpasta’ Ahmet Altan’ın da dahli olduğu iddiasıydı.. Pardon ama, kumpas kurulan ordu İsveç, Norveç veya Yeni Zelanda ordusu muydu?
Anlamadıkları, evrensel değerler sistemini temsil eden kaç aydından bahsedilebilir Türkiye’de. Bu değerleri temsil Ahmet Altan, Orhan Pamuk gibi aydınlara biz Kürtlerin veya bir başkasının değil, Türk toplumunun ihtiyacı vardır esasen. Bu aydınlara hakaret edip dövenlerin ise, sözümona demokrasi isteyen seküler kesimlerden olması ise ayrı bir garabettir. Her fırsatta giriştikleri linç ayinleriyle sadece Ahmet Altanlar, Orhan Pamuklar ve ‘yetmez ama evetçiler’ değil, bir ‘değerler sistemi’ çarmıha gerilmektedir.
Kendi devletinin kolonyalist siyasetine karşı çıkan egemen ulus aydınları hep olmuştur tarih boyunca. Bununla yüzleşen, karşı duran, arka çıkmayan.. Anmadan geçmek olmaz, bunlardan biriydi Sartre.. Frantz Fanon’un ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ kitabına önsöz yazan J.P. Sartre, Fransızlara “Bu kitabı okuma cesareti gösterin, en baş nedeniniz de sizi utandıracağı olmalı..’ demişti. Egemen bir ulusa kendiyle yüzleşme daveti yapmıştı.
O dönemin ‘çarmıhçıları’ Sartre’nin tutuklanması ve hatta kurşuna dizilmesini istemişti. Çünkü o, Fransız sömürgeciliğine karşı çıkmış, Cezayir’lilere destek için Paris sokaklarında bildiri dağıtmıştı. Dönemin devlet başkanı ve ikinci dünya savaşı kahramanı Mareşal De Gaulle ise, tereddütsüz, o tutuklanamaz, “Sartre Fransa’dır” demişti. Ne diyelim, darısı Türk toplumunun ve yöneticilerin başına..
Ahmet Altan, Washington Post’a cezaevinde yazdığı yazıda şöyle demişti;
“Geçen Kasım ayında hapishane yönetimi bize öğlen yemeğiyle birlikte bir turp verdi. Hücre arkadaşım turpu bir kağıt bardağın içine koyup, penceredeki demir parmaklığın dibine bıraktı. Turp orada çürümeye başladı. Geçenlerde turpun içinden yeşil bir filiz belirdi. Filiz uzadı. Filizin ucunda minicik beyaz çiçekler açtı. Her sabah kalkıp o çiçeklere bakıyorum. O muazzam klişeye şahit oluyorum: Turp hem ölüyor hem doğuyor. Zavallı bir turp kendi ölümünden yeni çiçekler yaratıyor. Ölürken iyimserliğini kaybetmeden geleceğe uzanmaya uğraşıyor.
Belki siz bu yazdıklarımı okurken ben de hastalanmış olacağım.
Ama ne fark eder?
Bir kâğıt bardakta ölen bir turp bile çiçek açabiliyorsa hapisteki bir ihtiyar da iyimser olabilir.
Bir turptan daha ümitsiz olacak değiliz ya…”
Bir turpta filizlenen yaşam, aklıma, muhalif lügatın renkli ve romantik cümlelerini getirdi. Bir iddia ile söylenir, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine…”
Ne diyelim, büyük laflar edip, bir ‘ağaç ve orman’ olmaktansa, bir ‘turp’ kadar yaşamayı bilmeli.. Kimbilir, belki o zaman, orta yerde asılı duran o yirmi altı yıllık soru askıdan inmiş olur.. Bu ise, bir ‘turptan’ umudu sağaltabilmekle olur..
Sartre ile bitirelim; “İnsan özgür olmaya mahkumdur, zorunludur!”..