*Karmaşık ve çok aktörlü sahnede, Kürtler açısından belirleyici olan şey yalnızca askeri savunma veya dış destek arayışı değildir. Asıl kritik mesele, bu sıkışmışlığa karşı siyasal ve toplumsal düzeyde nasıl bir strateji kurulacağıdır.
*Rojava ve Kürt hareketi için tarihsel bir eşikte bulunuyoruz. Her yandan kuşatılan, yalnızlaştırılan ve kriminalize edilmeye çalışılan bu toplumsal deneyim, yalnızca direnerek değil; aynı zamanda yenilenerek, kapsayıcılaşarak ve stratejik ittifaklarla yeniden kurulabilir.
Sinan Cudi Yeni Özgür Politika gazetesi için yazdı:
Ortadoğu 2025 itibariyle büyük bir kırılmanın içinden geçiyor. Sadece sınırlar değil, güç merkezleri, devlet dışı aktörler ve diplomatik dengeler de köklü biçimde yeniden şekilleniyor.
Bu dönüşüm, özellikle Suriye sahasında etkisini yoğun biçimde hissettiriyor. BAAS rejiminin 8 Aralık 2024’te çözülmesiyle Heyet Tahrir El-Şam’ın (HTŞ) fiili bir merkezi hükümet pozisyonuna geçmesi, sadece bölgesel değil, küresel sonuçlar doğurabilecek bir gelişmeydi.
Türkiye, bu denklemde hem askeri hem diplomatik alanlarda saldırgan bir pozisyon aldı. Dışişleri Bakanı tarafından yapılan son açıklamada ise önümüzdeki aylarda ABD’nin YPG’ye karşı “ikircikli” tutumunu ortadan kaldıracak bir diplomatik kampanya başlatılacağı ifade edildi. Bu açıklama, Türkiye’nin yalnızca Rojava’yı hedef almadığını, aynı zamanda HTŞ öncülüğündeki fiili merkezi hükümet modeline karşı oluşabilecek uluslararası baskıyı da yumuşatma niyetini taşıdığını gösteriyor. Böylece Türkiye, hem YPG’yi “terörize” etmeyi hem de Suriye’deki seküler yönetim modellerine karşı bir meşruiyet zemini yaratmayı hedefliyor.
Öte yandan ABD’nin Suriye politikası da bu denklemde netlikten oldukça uzak. Rojava ile Türkiye arasında denge kurmaya çalışan Washington, bir yandan Türkiye’nin güvenlik taleplerine göz kırparken, diğer yandan Rojava’daki askeri varlığını İsrail’in bölge stratejisi çerçevesinde revize etmeye çalışıyor. Bu çelişkili tutum, hem sahadaki güç boşluğunu derinleştiriyor hem de Kürtleri, belirsizliğin hâkim olduğu bir denkleme sürüklemeye çalışıyor. Tam da bu noktada İsrail’in Suriye’deki Türkiye karşıtı pozisyonu önemli bir veri olarak açığa çıkıyor. İsrail, özellikle İran’a karşı cephe kurmak amacıyla, Türkiye’nin Suriye içindeki yayılmacı pozisyonunu sınırlamaya yönelik adımlar atıyor. Bu bağlamda Türkiye’nin HTŞ’nin yükselişini dolaylı biçimde desteklemesi, Tel Aviv açısından uzun vadede tehlikeli bir gelişme olarak okunuyor.
Bu karmaşık ve çok aktörlü sahnede, Kürtler açısından belirleyici olan şey yalnızca askeri savunma veya dış destek arayışı değildir. Asıl kritik mesele, bu sıkışmışlığa karşı siyasal ve toplumsal düzeyde nasıl bir strateji kurulacağıdır.
Her şeyden önce Kürt ulusal birliğinin güncellenmiş ve gerçekçi bir biçimde yeniden inşa edilmesi elzemdir. ENKS ile PYNK arasında geçmişte defalarca denenen ama kalıcı bir başarıya ulaşamayan birlik girişimleri, bugün tüm iç ve dış dayatmalara rağmen sonuca ulaştırılmaya çalışılıyor. Ortak özsavunma, dış diplomasi ve siyasal vizyon temelinde bir araya gelinmesi sadece Rojava için değil, dört parçada yaşayan Kürt halkı için stratejik bir gereklilik olarak önümüze çıkıyor.
Toplumsal yapı bakımından da ciddi bir yeniden yapılanma ihtiyacı doğmuştur. Özellikle gençlik ve kadın hareketlerinin son yıllarda savaş, göç ve ekonomik krizlerle yaşadığı dağılma süreci, devrimsel kazanımları tehdit ediyor. Gençliğin yerel yönetimden diplomatik heyetlere kadar her alanda karar süreçlerine aktif katılma çabası yine ENKS zihniyetinin inkarcı yaklaşımları nedeniyle engellenmeye çalışılıyor. Aynı biçimde, Rojava devrimini dünya kamuoyuna tanıtan kadın hareketi, yalnızca toplumsal değil siyasal bir özne olarak da yeniden güçlendirilirken, “Jin Jiyan Azadî” felsefesiyle, sadece bir direniş değil aynı zamanda diplomatik meşruiyet zemini olarak da geniş bir alanda yayılmaya devam ediyor.
Bütün bu süreçlerde uluslararası hukukun sunduğu imkânlar da göz ardı edilmemelidir. Türkiye’nin Rojava’ya yönelik saldırıları Cenevre Sözleşmeleri, CEDAW ve UNESCO kararları temelinde açık şekilde uluslararası hukuk ihlali sayılabilir. Rojava’daki çoğulcu, kadın öncül ve çevreci sistemin korunması için bu hukuk çerçeveleri üzerinden yapılacak girişimler, yalnızca siyasi değil, ahlaki bir meşruiyet de yaratacaktır. Avrupa’daki Kürt diasporası bu sürecin öncüsü olabilir; BM komisyonlarından yerel parlamentolara kadar çok sayıda alanda diplomatik baskı oluşturulabilir.
Öte yandan Kürt hareketinin yalnızca klasik devlet ilişkileri üzerinden değil, halklar arası diplomasi yoluyla da ittifaklarını çeşitlendirmesi gerekir. Latin Amerika’daki sol hükümetler, Lübnanlı seküler gruplar, Avrupa’daki ekolojik ve feminist ağlar, yerli halklar, anti-emperyalist platformlar bu açıdan değerli muhataplardır. Bu tür ilişkiler sadece jeopolitik değil, ideolojik ve etik bir dayanışma biçimi olarak da önemlidir.
Sonuç olarak, Rojava ve Kürt hareketi için tarihsel bir eşikte bulunuyoruz. Her yandan kuşatılan, yalnızlaştırılan ve kriminalize edilmeye çalışılan bu toplumsal deneyim, yalnızca direnerek değil; aynı zamanda yenilenerek, kapsayıcılaşarak ve stratejik ittifaklarla yeniden kurulabilir.
Alternatifsizlik en büyük tuzaktır. Ancak Kürt halkı, tarihi boyunca en zorlu eşiklerden geçerken direnişi ve inşayı aynı anda yürütebileceğini defalarca kanıtladı. Şimdi bu iradenin yeniden örgütlenme zamanıdır.