Tahta bir yatak, ayakları yere yakın kesilmiş. Kadın usulca kalktı, öte beriyi el yordamıyla tuta tuta bir patikaya girdi. Yürüdü, yürüdü bir çeşmeye vardı, elini, yüzünü yıkadı, basma çiçekli eteğiyle yüzünü kuruladı.
Tam karşısına ablası geldi. Nasıl sevindi nasıl!!
Oysa ablası 10 yıl önce ölmüştü…
Dirseklerini çeşmenin kurnasına dayadı, hasretle ablasına baktı,
”Hoş geldin bacı, hoş geldin sen”, dedi.
Önce çocukluklarına gittiler, sonra gençliklerine, evliliklerine, acılarına, yoksulluklarına…90 yıllık bir yaşamı doksan kere andılar. Yoruldu kadın, dirseklerini kurnadan çekti, beli de tutulmuştu.
Git ! dedi usulca,
-Hadi git!!
-İşin gücün yok mu senin? Git!
-Madem ki gitmiyorsun? Ben gidiyorum.
Tekrar patikadan geri yürüdü, gözleri karardı, kulakları uğuldadı, patikanın orta yerine düşüverdi.
Kim bilir orada yattığı yerde ne kadar zaman geçivermişti.
Kapıda iki kez anahtar döndü, oğlu içeri girdi, anası koridorda ince bir halı üzerinde uyuyordu. Bir avuçtu Emoş, bir avuç. Kucaklayıp yatağına götürdü, lavaboya akan musluğu kapattı…
Bundan tam 20 yıl önceydi. Emoş, küçük, kendi halice sıcak bir köyde yaşıyordu. Kocası bir yıl önce kalp krizinde ölmüştü. Ama olsun o yine de yalnız daha mutluydu. Hem kocası ölünce hiç de ağlamamıştı az mı çekmişti? Şu kafasının arka kısmındaki, tam da ensesine yakın, dört parmak içe gömülmüş çukur yere o kürekle vurmamış mıydı? Hem de tarlaya yemeği biraz geciktirmiş diye.
Beş çocuğu vardı Emoş’un, üçü erkek, ikisi kız. Hepsi de yurtdışındaydılar, iki kızı Fransa’da üç oğlu da Almanya’daydı, üç oğlu da siyasi oturumluydu, özlüyordu çocuklarını, bir kere görseydi…
Nihayet çocuklarının davetiyesi Ankara’dan kabul görmüş üç aylık vize almıştı. Üç ay çocuklarıyla hasret giderip, dönecekti. Bir komşusunun yardımıyla Ankara’ya uçağa kadar götürüldü oradan da Frankfurt havaalanına…
Büyük oğlu bir kucak gülle karşıladı anasını, anası 12 Eylül sonrası özlemiyle sarıldı.
Büyük oğlanda kaldı, kaldı bir süre, bütün çocukları, torunları toplandı bi dünya kalabalık oluştu, mutluydu Emoş, gururluydu. Ama herkesin de işi gücü bir yaşamı vardı. Herkes çekilip gidiyordu, işine okuluna ya da devrim toplantılarına. Burada her şey, herkes soğuk ve uzaktı.
Daha bir ay geçmemişti ki sıkıldı, daraldı, köyünü o üç beş kişi kalmış duvar diplerindeki sohbetlerini özledi. Bütün gün yalnız, akşama oğlunun, gelininin, torunlarının dönmesini bekliyordu, dönünce de herkes soğuk ve uzaktı, yorgun canından bezmiş bir yerdi burası…
-Ben gideyim dedi.
Küçük oğlu gelip aldı anasını, ta Hamburg’a götürdü iki kızı vardı onunda, bir ay da orada kaldı, ilk sıcaklık orada da uçuverdi, önce gelin suratını düşürdü…
Evin içinde parmak ucuyla yürüyor hep bir köşede oturuyordu. Sıkıldı Emoş, köyünü o çeşmeyi, bağını bahçesini, yağmur yağınca damlayan toprak, damlı evini özledi.
-Ben gideyim dedi.
Ortanca oğlu gelip aldı anasını, Mannheim’e götürdü, yalnız kalıyordu, iki çocuğu vardı, karısından ayrılmıştı.
Bir ayı kalmıştı Emoş’un nasılsa gidecekti…Burada oğlunun yanında iyiydi, kimse olmasa da oğlu vardı..
Oğlu sabahları işe gidiyordu, 8 saatlik bir fabrika işçisiydi, oğlu dönünce mutluydu, kendince evin işini de görüyordu.
Zaman da su gibi akıyordu. Nasılsa gidecekti.
Bir gün oğlu dedi ki;
Gidip te ne yapacaksın yalnız ve yaşlısın burada yanımda kal. Bütün sorumluluğunu alırım oturum da alırsın, memlekete gidiş gelişlerin kolay olur.
Kabul etti Emoş, dünyanın sonu değildi ya.
İltica etti, tüm sorumluluk kabul edildi, kaldı Almanya’da…
İki odalı kutu gibi bir ev, komşusuz yalnız ve sesiz duvarlar.
Çok az çocukları gelip gidiyordu, kızlar analarını istiyordu ama damatları pek hayırsızdı, olsun oğlu iyi bakıyordu anasına.
Bir yıl, iki yıl, beş yıl ve sonrası hep böyle geçti… Emoş gidemedi yurduna… Ara sıra oğlu işteyken çıkıyordu bir parka gidip oturuyordu, burada bir iki Kürt kadınla bile tanışmıştı…
Sonra evine, yalnızlığına geri dönüyordu.
Bir gün kayboldu Emoş, iki adımlık evini bulamadı, başındaki beyaz tülbentti, uzun eteği olmasaydı zor bulurdu polis.
İşte o günden sonra oğlu tüm fişleri çekiyor, kapıları da kilitliyordu. Aklı gidip geliyordu Emoş’un.
Emoş, önce camlara, sonra evin içinde voltalara en sonunda da aynalara gömüldü. Köyüne dönmese de köyünü o iki odalı eve tüm geçmişini banyodaki aynaya taşıdı.
Araba kornaları inek bağırmalarına, yolda gelip geçenler hayırsız komşulara, oğlunun aldığı sebze ve meyveler dalından yeni kopmuş bostanlara, koridor patikaya, musluk çeşmeye dönüşüyordu artık.
Ayna ablası, kızları, çocukları, komşuları, tüm geçmişiydi.
Aynada konuşa, konuşa bitap düşünce de, şöyle diyordu.
-Nereye gidiyorsun?
-Şuraya bir yatak sereyim(gösterdiği yere bir tabut ancak sığar) sabah gidersin.
-Duymuyor musun? Köpekler parçalar seni…