Güther istasyonu: Bir zamanlar sanayi kollarına yakın, bu eski istasyondaki en belirgin iş, uzun soluklu tren vagonlarına büyükbaş hayvanları yüklemek ve onları başka eyaletlere hatta komşu ülkelere taşımakmış.
Güther istasyonu ,o zamanlar tarihinin en temiz taşıma işini yapmakla övünür ki bu övgü ona ana sütü kadar hak sayılsın. Sayılsın çünkü sonradan bu istasyon Hitler faşizminin toplu insan taşımacılığı ve katliamlarına tanıklık edecek ve kirlenecektir.
2.Dünya Savaşı’yla birlikte taşımacılığın seyri bu istasyonda değişir, uzun soluklu trenler artık insan eti taşır hatta onlardan elde edecekleri gelirlerin hesapları tutulur, evleri yağmalanır, mülklerine çökülür, yetmedi katledilen toplu cesetlerden sabun yapılır, dişlerinden düğme, derilerinden lamba ya da fotoğraf albümü yapılır…
Bu istasyon aynı zamanda kentin en eski kimya fabrikalarında ki hala faaliyettedirler ( Merck, Röhm vs.), üretilen öldürücü kimyasal gazları da taşır. Güther istasyonu artık utanç içindedir, savaş bitse de bu uzun yıllar böyle devam edecektir…
İnsanlığı belki de bir gün herkesin ortak olarak paylaştığı bu utanç duygusu kurtaracaktır. Kim bilebilir?
İşte ailesi bu istasyonda ölüme, gaz odalarına gönderilen ve ölümden şans eseri kurtulan bir çocuk büyür ve kendini bulmak için yurduna, bu istasyon olduğu kente; Darmstadt’a geri döner.
22 yıl yaşadığı Jamaika göçmenliği ona çok şey öğretmiştir. Öğrendiklerini bir düşün anıtına dönüştürecek ve insanlık adına bunu kanıtlayacaktır.
Bu kadın Yahudi Ritula Frânkel’den başkası değildir. Taşıdığı utancı sergilemek ve unutturmamak için artık kullanılmayan kentin girişinde son bulan istasyonda rayların üzerinde belediyeden ve faşizme karşı oluşturulan inisiyatiflerden aldığı destekle kare, kırılmayan şeffaf bir cam yerleştirir. Camın iç kısmına da bu durakta ayrı ayrı zamanlarda vagonlarına yüklenip, toplama kamplarında ölüme gönderilen ve orada katledilen Yahudi, Sinti, komünist ve muhaliflerin adını yazdırır.
İsmi yazılanlarını sayı 3 bin 400’ü bulur…
Ola ki bir gün yolunuz düşerse bu kente, eski Güther istasyonuna dikilen bu dev camdan, yüzünüze yansıyan silüete bakmadan gitmeyin derim.
Şimdilerde kenti dört koldan çevreleyen yeni modern tren rayları vardır. Uzun soluklu raylar, geceleri savaştan kalma onarılıp bakımı tamamlanmış tank ve silahları taşırlar…Bu eski ve kullanılmış kanlı silahlar yoksul ülkelerin başlarına bela edilir. Haberler ise silah ticaretinden bu yıl ne kadar kar elde edildiğini gururla (!) duyurur.
Sonra, uzun soluklu trenler geçer üzerimizden, tıka basa dolu, trenler sanayi kollarına yakın, hepsi yurdundan koparılmış göçmen, hepsi insan eti taşır…
İşte bu rayların çok değil bir kaç metre ötesine kurulmuş hobi bahçeleri, kentin dört bir yanına çoğu da tren raylarına yakın kurulmuş bahçeler vardır… Yıllar önce bu ülkeye gelip yerleşmiş artık buraları kendine yurt edinmiş çoğunun sahibi göçmen olan bahçeler. Yurtsuzluğun, sürgünün, gidilememenin tesellisi bahçeler.
Eski Güther istasyonunun kalıntılarının hemen altında bir bahçe en sona, köşeye sıkışmış, kapısı yeşil, demir parmaklı, yüzünü sarmaşıklarla gizlemiş bir bahçe, sanki bakir, sanki hiç el değmemiş, şimdilerde bana armağan…
Canım Maria, o canım Arnolf, ikisinin babası da o kirli 2.Dünya Savaşı’nda yitirilmiş…İkisinin tam ortasında bahçenin önündeyiz, tarihsel kaderimiz de aynı, kendilerine Ari dedikleri bir ırkın katliamından geriye kalanlarız…
Onlar Alman ben ise Dersim’den bir Kürt. ‘Kılıç artığı’ kimseleriz…Elimde güler yüzlü bir anahtar ,etrafa yayılan leylak kokusuyla, bahçeye yürüyoruz…Uzun, geniş, kocaman bir bahçe…Hiç budanmamış, yabani otları sanki hiç yolunmamış…Kocaman, yarım dönüm bir güzel bahçe.
Köşe taşlarına yerleştirilmiş kümbetler o kümbetlerin içinde yaban otlarıyla kapanmış küçücük kadın heykelcikleri olabildiğince hüzünlü…Kimileri gövdelerin koparılmış, kimilerinin başı kesilmiş; gövdesi, başsız, uzaktaki kulübeye kadar uzanan bu acı dolu heykeller…
Bahçenin eski sahibi Maria’nın 40 yıllık arkadaşı…Bir sanatçı, bir heykeltıraş fakat son üç yıldır alzheimer hastalığından muzdarip…Ben bu hastalığa artık Avrupalı’nın yalnızlık hastalığı diyorum.
Sınır boyunca eski Güther istasyonunun kalıntıları uzanıyor.
Bahçe çok bakımsız, çiçekler dillerini unutmuş, iki gözlü kulübenin içi de öyle…İçeride tahta bir masanın üzerinde okunmuş, bitmek üzere bir kitap duruyor; Marcel Proust; Yakalanan Zaman…
İşte kayıp zamanların gölgesindeki bu bahçeyi onarmak, çamurlu yoluna taşları döşemek, yaralarını sarmak aylarımı aldı. Bir enkazı devralacak ve onu güzelleştirmek ellerimin borcu olacaktı, öyle de oldu…
Bir Güzel Bahçe, çiçeklerinin diline dokunduğum, köklerinin yerini bulduğum ve yurdumu tam ortasına taşıdığım bahçem…
Ara sıra Maria ve Arnolf birbirine tutunarak bahçeye yürüyorlar sanattan, kültürden akıp gelen göçmenlerin, kirli politikalara nasıl alet edilmelerinden konuşuyoruz.
Anlamak ve anlaşılmak bunları doğrular gibi akıp Hüseyin Kirvem gelir,bir mangalda kendi etimizi pişirir gibi acılarımızı közler. ‘’Gerçeğin Demine Hü’’ çekeriz…
Herkes beni kayalar gibi güçlü sanır, oysa havalanıp uçan bir kuşun yelinden bütün iç dallarım kırılır, acının vurduğu boynum düşer, zamanın tam ortasında bu bahçede, çalınmış parçalanmış hayatların gölgesinde kaybolup giderim…