1990’lı yıllar…O ne karanlık, ne kötü bir dönemdi öyle. Ya şimdi şimdi? Farklı mı sanki ?
– Yok öyle deme , deme öyle , hiç deme dedi, Makbule kadın…
”Bir Sevgililer Günü’ydü ve yağmur yağıyordu. Ben de ıslandım işte , yara aldım ve bir daha hiç iyleşemedim…”
Buraların karakovan balı meşhurdur, hiçbir yerde olmayan çiçekler burada, bu dağlarda yetiştiği için. Her bir bitkisi bin derde deva olan Lokman Hekim dermanındandır. Derler ki, ölüyü dirilten, kökünü kazdıkça kıpkırmızı kan akıtan , ağacın kökü bile bu dağlardandır. Baharda bir zembul (kekik) kokusu buralardan dört bir yana yayılır. O koku bir can kardeş olur ki sanırsın cennetten yayılan Misk- i Amber’dir. O dağların yollarını bir ceylanlar bilir, bir de Makbule gibiler.
Küçük bir dağ köyüdür Makbule’ nin köyü. Hepsi topu topu 10, bilemedin 15 hanedir, hepsi de birbirine akraba…Ulu dağlar arasına kurulmuş, uçurum başlarındaki leylek yuvasını andıran, kendi seslerinden başka hiçbir yabancı sesin duyulmadığı , hiçbir yabancının ayak izlerinin bulunmadığı, yabancıların ayak basmadığı ıssız , yapayalnız bir köydür.
Bu köyün en uç noktasında bir uçurum kayası üzerine inşa edilmiş, taştan bir ev vardır ki , diğer evlerden kopuk, uzak, yalnız, yapayalnız bir ev… İçi eriyerek bakar karşıdan görünen evlere, yalnızlıktan erir, içinin derinliklerine kapanır, orada bir başına kalır. Kimse o evin içindeki cehennemi bilmez , kimse duymaz, duyamaz… Efsunlanmış, her yaşanan acı orada derin ve görünmez bir sırdır. O eve misafir gelmez, misafire sofra kurulmaz, bir tas suyu kimseye nasip olmaz…
Hasan ve Makbule’nin tam 9 çocuğu vardır. Hasan baharla beraber malasını, kazmasını, taşı kıran murcunu kuşanır, taştan evler yapmaya gider. Hasan bir yapı ustasıdır. Kuş uçmaz, kervan geçmez yollardan geçer, yüce dağ başlarında yeni haneler inşa eder. Üç mevsim çalışır, çalıştığını kışın yolu kapanan bu köyde tüketir, baharla beraber yine yollara düşer, yeni evler inşa eder, işte böyle geçinir gider…
Hasan evinde çok konuşmaz. Ayrıca bencildir. Bazen kazandığını koynunda saklar, bir kış boyu evine uğramadığı da olur. Edirne senin, Amasya benim, Adana onun dercesine oraları dolaşıp durur ve parası tükenince de hiçbir şey olmamış gibi gelir, o uçurum kıyısındaki eve sığınır. Şehir şehir dolaştıktan, kazandığını harcadıktan sonra sığındığı evde ufak bir olayda öfke patlamaları yaşar. Makbule’nin kemiklerini kırana kadar döver, Makbule hallaç pamuğuna döner.
Uzun, ince bir meşe çubuğu vardır ki elinde gıkını çıkaran bir çocuğu olmaya görsün, başlarından aşağı kan akıtır. Herkes korkar ondan, herkes siner, bir köşeye çekiliverir ev halkı, pusar.
Gözbebekleri sabit, bakışları donuk, soğuk bir ölü gibi bakan, patlıcanı andıran kocaman burnuyla sık sık sümküren, kıskanç, bencil, duygusuz bu cansız Hasan, evinde ‘Ali kıran baş kesen’ dir. Adı hep şiddetle anılan kanlı bir devlet gibidir. Bütün karar ve yetki hakkı ona bir tek “Erkek Hasan’a” aittir…
Makbule güzel kadın…O güzelim dağlarda yetişen nadide çiçekler kadar narin ve güzel bir kadın. Yeni bir fidan iken, kendi köyünde daha yeşil bir dal iken, Hasan bir gece vakti kapatır ağzını Makbule’nin, alır sırtına kaçırır. Hasan ile Makbule akrabadırlar. Kimse bir şey dememiş Makbule’yi kaçırmasına . O günden sonra da zaten Makbule, Hasan’ın elinde zincirli bir köle olmuş; ‘’Gel Makbule, git Makbule, öl Makbule…”
Makbule bir tek ‘ahh’ demesini bilir. Bazen bu ‘ahh’ öyle derin , öyle ürkütücü olur ki, koca bir dağın göbeğinden kopan bir kaya gibi ‘güüüm’ diye yere çakılır. Oracıkta paramparça olur ve bir sivri taş parçası da gelir kalbinizin tam ortasına değer. Onu derinden gelen ‘ahh’ları’ duyan herkesi yaralar ki içindeki bütün ölüleri, bu iki harften ibarettir işte.
Çalışkandır, üretkendir Makbule, fakat hep yapayalnızdır. Tek arkadaşı yine kendisidir. Bir tek kendisiyle konuşur, bir tek kendisiyle savaşır, bütün öfkesini bir tek kendine, ağzı köpükleninceye kadar, bir tek kendisine kusar. Makbule’nin gücü bir tek kendisine yeter.
Kar düştü toprağa, yağmurlar yağdı, ekilen fidanlar ağaç olup meyveye durdu. Bu taş yapının çocukları da, öyle ya da böyle büyüdüler zamanla. Bu taştan ev, bu taş kalpli baba evi , aynı zamanda buradan kurtulmanın, başka yerlerde iyi mevkiler edinebilmenin hırsını da; dağdan kopup kente varmanın ve düze çıkmanın telaşını da içten içe körüklüyordu.
Çocukları devletin yatılı okullarına yazdırdılar. Zaman içinde her biri kravatlarının etiketleriyle kendi sınıflarının sıralarını doldurdular. Yoksul kır yaşamını kısa sürede unuttular, değiştiler. Artık ezik değillerdi ve göğüsleri kabarıyordu. Şimdi yoksulu hakir ve zavallı gören küçük burjuva bir yaşamları olmuştu…
Dünyayı onlar yaratmışlardı artık .Her biri ağır proleter kentlerine bir kartal gibi uçmuş, birer küçük Hasan olmuşlardı. Kendinden kaçan, kendini inkar eden ve kendini bir o kadar da eşi benzeri bulunmaz bulan insanlar olup çıkıvermişlerdi.
Onlardan daha üstün, onlardan daha önemli, onlardan daha ileri hiç kimse yoktu artık.
Bencildiler, yaralı parmağa işemez, çıkarın ve faydanın geleceği her kapıyı çalmayı mübah sayar, önlerine çıkan bir garibanın gözünün yaşına bakmaz, sırtlarına çıkar, ezer geçerlerdi. Bunları yaparken arkalarına bile dönüp bakmazlardı.
Her çıkar, her yol, her ün onların hakkıydı… Ya en kıdemlilerle, ya en zenginlerle, ya da en güzellerle evleneceklerdi. Öyle de yaptılar…O taş evin taş kalpli bencillik sırrını hiç kimseye hissettirmeden, yumuşak başlı karınlara bıçaklarını saplayarak yürüdüler.
Bir fabrika imalatı olan aynı ürün gibi birbirlerine benziyorlardı ve hepsi bir Hasan’dı artık…
Bir Sevgililer Günüy’dü…Bir masal rüyasıydı ve gök kopmuş yağmur doğuruyor, Harput’un düzüne sular seller akıtıyordu.
Harput’un düzü bu birbirinin aynı Hasan’ları nereden bilsin? Geniş sofralar kuruldu, bir ekmek ,kırk parçaya bölünüp, kırk haneye pay edildi. İnce belli bardaklara boşalan şerbetler genç kızların ve tüyü bitmemiş öksüzlerin kursağında hayat sundu. Dervişlere kırmızı elmalar gönderildi..
Bir ‘Ağır Hava’ halayı çalındı . Güngörmüş dervişler, gün görmüş analar, el ele tutuşup sırtlarını birbirlerine dayadılar ve ağır ağı , ıslak toprağı kara bir döven gibi , çıplak ayaklarıyla ezdiler… Başka başka Makbule’leri hiçbir şey bilmeden, güle oynaya yollara vurdular. Hasanlar’a kanlarını akıttılar .Kanları akanların çok sonraları öğütleri de olacaktı elbette. Ama çoook sonra…
” Gelir değer bir kötünün eteği, geri dur ha , telli turnam geri dur…”
1990’lı yıllardı…Bir zamanlar zembul kokan o dağlar şimdi barut kokuyor, ceylanlar birbiri ardına öldürülüyordu . Namluların ucunda halk göçe zorlanıyor, kökünden koparılan ulu ağaçlar gibi savruluyor, köyler yakılıp yıkılıyor, bölge boşaltılıyordu.
Köyde, o uçurumun kıyısındaki taş evde, bir Hasan kalmıştı bir de Makbule. Hasan bir kelime bile konuşmazdı Makbule ile, ne var ki yatağı kalesiydi. Makbule’nin geceleri sessiz sedasız, bedeninden taşları çekip aldığı yere yıktığı Hasan’ın sağlam kalesi, Makbule’nin dişlerini dudaklarına geçirip kanata kanata katlandığı yatağı..
Hasan arıcılık yapıyordu artık. Gücü taş ustalığına yenilmişti. Yüz kovan arısı vardı. Sonra bir kış günü, karakoldan askerler geldi ve ‘köy boşalacak’ dediler. Boşalttılar. Ya arılar, onlar ne olacaktı? Köyün boş ilkokulu vardı ve arı kovanları oraya taşındı. Köyün bağlı olduğu kentte bir ev aldı çocukları, Hasan ve Makbule oraya taşındı.
Hasan baharla beraber karakoldan izin alır , arılarının yanına gider, okulun bir sınıfında kalırdı. Zira köydeki bütün evler kimsesizlikten yıkılıp gitmişti. Bu böyle yıllarca sürüp gitmişti. Ancak bir kış günü Hasan, arı kovanlarını bir kamyona yükletip vurdu kendini Adana yollarına. Arı kovanlarını izin aldığı bir portakal bahçesine sıra sıra dizdi.
Hasan’ın bu gidişi en çok da Makbule’ye yaramıştı. Ne de olsa o gidince Makbule ilkbahar olur, çiçek açardı. Yaşamın can suyunu içmiş gibi gençleşirdi. Evinin havasını değiştirir, üzülmezdi.
Hasan ise Adana’nın o ılık Akdeniz ikliminde, genç ve üç çocuklu bir kadını gözüne kestirmişti. Kendini zengin biri olarak tanıtmış, arıcılığı da hobi olarak yaptığını kadına bir güzel anlatmıştı. Kör olsun yoksulluğun gözü, kör olsun işte, kadın da inanmış.
Hasan atmış kafasındaki şapkasını, saçlarını boyamış, kırçıl sakallarını tıraş etmiş. Güzel de giyiniyor artık, ne olsa taze bir ‘bıldırcınla’ kalıyor.
“Benim var ya, benim bütün çocuklarım zengin, hepsi de yüksek kademede, biri var ki Almanya’da, sen yeter ki iste, dünyayı ayaklarının altına sermezsem namerdim” dermiş.
Kadın, güzel kadın, o da bir göç mağduru . Gurbet ellerde o da çaresiz. ‘’Madem ki Hasan ayrılmış karısından , madem ki karısı, ’geçimsiz’ ve yıllarca Hasan’a kan kusturmuş, neden olmasın’’ demiş. ‘’Varsın 70 yaşında olsun yeter ki öküzlerim kurtulsun…’’
Hasan, ufaktan ufağa memur çocuklarına duygu sömürüsü yapıyor, az- çok onlardan tırtıklıyor. Sattığı balları, yetmedi petekleri elden çıkarıyor. Böylece güzel genç kadının gözünü boyuyor. Ev alınıyor, eşyalar düzenleniyor. Hasan da el üstünde tutuluyor bu arada. En çok da Almanya’dan akıyor paralar…
-Ben buralarda mağdurum, kira bu kadar, arıların bakımı şu kadar…
Gönder binleri , on binleri yirmi binleri…
Gönder, nasıl kazanıldığının ve Almanya’daki başka bir Makbule’nin hangi koşullarda başka bir Hasan’dan çektiğinin ne önemi var? Yeter ki gönder, gelsin paralar. Varsın çocukları mağdur olsun, varsın bu yıl da bir yatağı iki çocuk paylaşsın, varsın her şey onların gözünde kalsın, varsın zemin katlarda rutubetli evlerde bronşit olsunlar, ne önemi var, ne ehemmiyeti?
Hasan’ın en çok kullandığı laf, “Adam it ola da Alman’ın kapısında ola” lafıdır. Bir tekerleme gibi dilindedir. Alman parası sıcak , Alman parası her işe yarar, Alman parası ne kadar da güzel. Alman parası büyük Hasan, yenilir, yutulurdur
” Bir Sevgililer Günü’ydü ve yağmur yağıyordu…”
Makbule’nin kapısı çalındı…Makbule yalnız bir kadın kimseye gitmez, kimsede ona gelmez, bir tek kendisiyle arkadaş. Kapı zili bir daha, bir daha çaldı. Kalkıp dizlerinin üstüne doğruldu, nasırdan adeta taş olmuş ellerini kapı koluna geçirdi ve açtı.
Önde Hasan bir çalımla girdi içeri, arkasından ürkek şaşkın genç kadın. Hasan ve genç kadın bir koltukta. Makbule tam karşısında başka bir koltukta oturdular .İki kadın bir süre birbirlerini bir kelime etmeden süzdüler.
Hasan dedi ki gururla, “Bu benim yeni karım…”
Makbule dedi ki, “Hayırlı olsun, hayırlı olsun da ben nereye gideyim?’’
Derin bir sessizlik oldu…
Makbule kalktı yerinden, usulca bir naylon poşet aldı, bir kaç eşyasını o poşete doldurdu, şehirdeki, evli oğluna gidecekti. Bütün ömrü, bütün emeği, bütün yaşadıkları bir poşete sığacak kadardı. Bir poşetin içine sığacak kadın ömrü işte . Bir ” ahhhh ” çekti , dağlar dile geldi, gök boşaldı, ihaneti ve acıyı koyabilecek hiçbir yer bulamadı…
Oysa Makbule, Hasan’dan gideli bin yıl olmuştu. Gençliğine, heba olan, sevgisiz paylaşımsız bir tek iyi gün görmediğine yanıyordu şimdi. Genç kadına acıyarak son bir defa baktı. Bu gözlerde ölmüş de, dirilmiş bir bakış vardı. Baktı, baktı ve gitti…”Ahhh” ile…
Yoldan geçen gençler ıslık çalıyor, Hasan mahallenin maskarası olmuş. Sınıf atlamış çocukları utanıyor. “Ele güne rezil olduk diyorlar, adımız battı” diyorlar. Adları o iki istismar edilmiş kadından daha önemli, biri anneleri olsa bile..
Hasan da huzursuz bakkala bile gidemiyor. Gidip karakoldan izin alıyor, genç sevgilisini alıp , o dağ başındaki boş okul odasına götürüyor. Genç kadın üzgün, pişman, hayal kırıklıkları içinde, “Karına tez haber sal ,evine dönsün diyor, evine dönsün… ” diyor durmadan.
Kuş uçmaz, kervan hiç geçmez, terk ettirilmiş bir köy harabesi…Bütün duvarlar yıkık. Anıları ve acılarıyla göç etmiş bura insanı. Hepsi de bilinmez bir yaşamın içinde kaybolmuş. Bir vahşi hayvanlar var, bir de geceleri ışıkları uzaktan yanan bir karakol. Namlunun ucunda bir hayat burası. Kadın üzgün, çok üzgün. En çok da Makbule’nin o sakin tavrı onu yaralamış, o son çektiği ‘ahhh’ bir bıçak gibi kalbine saplanmış, içini kanatıyordu…
” Bir Sevgililer Günü’ydü ve yağmur yağıyordu”
Sabahın serin bir vaktidir, havada alaca bir karga ötüyor. Genç kadın usulca kalktı yatağından. Hasan daha uyuyordu . Bir canını aldı yanına, bomboş elleriyle vurdu patika yoluna, oradan kente uzanan yolu takip etti. Hasan’dan, boşaltılmış köyden ve uçurum başındaki o evden uzaklaşıyordu. Çıkması zordur bu dağ yollarının, fakat inmesi öyle mi? Suya koşan taylar gibi gidiyordu, yokuş aşağı. Nasılsa asfalt yolda bir araç bulacak, Hasan’dan önce yaşadığı kente geri gidecekti. Koşuyordu , koşuyordu, kurtulmak için koşuyordu… Şimdi karakoldan atılacak kör bir kurşuna kurban gitmekte vardı. Olsun ne olursa olsun , ille de gitmek, ille de gitmek gitmek ve kurtulmak istiyordu. Arkasından Hasan’ın kart ve yalvaran sesi ulu dağlardan yankılanıyordu:
” Gitmeeeee… “
Gitti kadın, genç ayakları onu asfalt yoluna kadar cesurca taşıdı ve gitti…
Makbule gitmişti. Hasanlara kurban olanların hepsi de gitti. Birer birer, yavaş yavaş, gittiler .
Bir daha da hiç dönmediler .
Hasanlar hep yalnız kaldı, yapayalnız…
” Bir Sevgililer Günü’ydü ve yağmur yağıyordu…”
Bırakın da çok yağsın!