Suna Arev: Bu acı burada bitmez ki….

Yazarlar

Bir zamanlar Anadolu kervan yollarına ev sahipliği yapmış Harput; Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin ve Kürtlerin bir arada yaşadıkları bir yerdi. Verimli topraklarının sunduğu herkese yetecek kadar ekmek, herkese yetecek kadar su vardı. Ardına kadar açılan kardeş sofralarına ise ‘kürsü’ muhabbetleri sığardı.

Birlikte oluşturdukları her güzellik, her yenilik herkesindi…

Ne oldu bütün o halk topluluklarına? Ağabey, abi , kardeş anlamına gelen o dilde tatlı kaygan bir seda oluşturan, o şirin şeker gibi ağızdan dökülen ”Gaggoş” gibi kucaklayıcı, birleştirici kelimeye ne oldu? Bilen var mı?

‘Kardeş’ dediğin bir ana rahminden cenin kutsallığıyla birleşmek değil miydi? Kardeş parmak incinse yüreğin sızlaması, diğer kardeşin hissetmesi değil miydi?  Ya şimdi ? Ne etmeli ne demeli şimdi…?

Tarih ve iktidar kavgaları utansın…Utansın da yerin dibine geçsin…

Şimdi o halklardan eser bile yok…Hatta mezarlıklarından bile iz kalmadı…Kala kala bir Kürtler kaldı, bir de içlerinden ayrı bir inanç grubuna ait Aleviler ya da nam-ı diğer Kızılbaşlar kaldı..

Ve şimdi duyduk ki Mars’a buğday ekecekmiş insanlık!!!  

Sanki dünyanın toprağı az gelmiş gibi…Sanki dünya bazılarına hep dar gibi…Sanki barınacak hiç bir yer yokmuş gibi…

Duyduk ki Harput’un ‘Kürsü Sıra Geceleri’ UNESCO dünya mirası kabul edilmiş. Kimler kalmış ki, kimler  otururmuş ki o kürsülere? Onlardan geriye  neler ve kimler kaldı? Miras dedikleri kimden kaldı, kime kaldı?

Tek din, tek dil, tek millet, tek vatan; işte hepsi bu…

Büyük Kuzova köylerinden birindeyiz…Burada sadece bir halk kalmış; hergün azaltılan, yok edilen, katliamlara ve göçe zorlanan bir halk. Onlarların sadece devletle sorunu yok , devletin halkın içine ektiği çağ dışı, ilkel ,zehirli düşüncelerle de baş etme , ırkçlık zehiriyle savaşma sorunu var…

Var oğlu var, bu koskoca memlekette, sorundan, sıkıntıdan, dertten, tasadan daha çok ne var ki?

Köyün Harput’a bakan yüzünde üç katlı bir ev var…Çift daireli, modern, beş kızkardeş adına inşa edilmiş. Kızların hepsi dini bütün Müslümanlarla evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış… bir elin parmakları gibi beş kız kardeş…geçen baharda babalarını sirozdan kaybettiler anne o evde yapayalnız kaldı.

Anne ölüme de yalnızlığa da ‘tanrının sınaması’ diyor, sabır ediyor. Ediyor etmesine de son bir yıldır beş parmağın dördüncüsüyle kara kapkara savaşlar veriyor…O savaş ki kocasının ölümüne rahmet okutmuş. Kızı bir Alevi ile evlenecek ve o ”ben bu utançla yaşayamam” diyor! Tüm zamanlar bir erkek evladım olsun diye çırpındı, tanrı erkek yerine kız verdi; gerçi kız da evlattı ama bu öyle miydi…?

Güneş Harput  eteklerinden yükseliyor Kuzova’ya… Aile tatil için bir araya gelmiş. Güneş ağır ağır güzelim büyük bahçeli eve kadar iniyor,sabahı erkenden karşılyan torunların sevinç çığlıkları herkesin uyanmasına yol açıyor…Birazdan büyük kahvaltı sofrasında hasret giderecekler. Anneleri son bir kez kızlarına ve torunlarına bakıyor. Beş kız kardeşin dördüncü parmağı kesik, ona göre hep kanıyor. Elinde bir iple yanıbaşındaki ahıra iniyor. And içmiş ” Alevi ile evlenirsen kendimi asarım” diye…Sen de mutlu olma bu suçu boynunda bir yılan gibi hep taşı diye…Sen de bu acı yükle her an öl diye…”

Ah ederek iniyor ahıra son bakış, son veda, öpülesi son dudaklar;  torunlarının ve dört kızının yanaklarına bırakılan yaslı bir o kadar da yaşlı gözler. Bir fetva temsilcisi , bir kara gölge gibi iniyor ahırın tavanına. Kahvaltı sofrası hazır, kızların dördü çocukları bekliyor. Eski Harput’un ‘kürsü’ muhabbetlerini bekler gibi…

Eski olan ne varsa paylaşmayı bekler gibi…

Çaylar soğuyor, yeniden ısıtılıyor…”Niye bu kadar gecikti ki “diyor beş parmağın ikincisi. Havada bir güz kokusu , havada bir bağbozumu var. Kızın narin elleri ahırın kapısını itiyor. “Anne anne” diye sesleniyor ses yok…Havada bir ölüm kokusu…

Anne kendini tavana asmış , dili dışarıda gözleri açık. Havada bir ömür taşınacak dehşet korkusu var. Eller bir yana düşmüş ayaklar buz. Bir ömür taşınacak travma. Çığlıkların yerini ağlamalar, bağırmalar aliyor. İlk yardıma gelenler de duvarın arka kısmındaki Aleviler….

”Öldürmüş kendini, anne asmış kendini… ” Neden ki? Komşuları, köylüleri bilmiyor…

Aile zengin, nüfuzlu da, yer gök insan kaynıyor… Götürüp gömüyorlar kocasının ayak ucuna. Beş parmağın dördüncüsü de orada, kardeşleri bir cellat , bir katilmış gibi davranıyor ona. Sanki orada yokmuş gibi dolanıyor, ağaç dalında kalmış bir yaprak gibi titriyor…Boynunda kara kapkara asılı bir fetva ile ağlıyor.” Alevi ile evlenilmez”!!!!

Havada hüzün var…Aleviler Kürtçe ağıt yakıyor.  İçten, hiç çıkarsız, hepsi ağlıyor, ellerinden ne geliyorsa iyi niyetli bir çaba ile yardım ediyorlar. Gelenlere yiyecek veriliyor, misafirler ağırlanıyor ve yas sürecine dayanışma ile karşılık veriyorlar… Hiçbir karşılık beklemeden, çıkarsız…

Havada yüzyıl öncesinden bir ağıt kokusu var. Ulaşılamayan bir aşk acısı. Axx Axçik ağıdı:

“Gel seni götüreyim İslam elin Axx Axçik…’

Eski bir kavuşmadır toprak, her kötülüğü örten, her ayıbı gizleyen fakat, bu ayıbı gizleyemiyor.  Dördüncü parmak kanıyor, dördüncü parmak acıyor, titriyor, kapıdaki düşman gibi taşlanıyor, dışlanıyor…”Annemizin katilisin…” “Senin yüzünden, hepsi senin…”

Bir kötülük yapılır da duyulmaz olur mu? Kızılbaşlar da duyuyor bu olayı ve diyorlar ki : “Ey vah ki kapımızdaki düşmanmış o…”“Meğerse ne kadar kötüymüşsun sen ki, seni toprak bile kabul etmesin…” Oracıkta soğur Kızılbaşlar…Duyan duymayana haber salar , başsağlığı ziyaretleri azalır.

Zaman akar ve güz kapıya dayanır. Evin dış duvarları onarılır, hayvanları satılır, dallardaki son meyveler , bahçedeki son bostan toplanır.

” Kapılarımız kapandı dedikleri” şey işte o zaman olur…

Kapıda bir Kangal köpeği var. Eşikte oturmuş, dış duvar kapısından çıkmak istemiyor ama zor bela dışarı çıkarılıyor. Demirden bahçe kapısı kilitleniyor…Köpek öyle bir havlıyor ki sanki Axçik’e ağlıyor.

Kangal köpeği giden arabaların arkasından bir müddet koşuyor. Arkasından bir ıslık çalıyor duvarın öbür yakasındaki Hıdır Amca. Kangal yeni koruyucusunun dizlerine dolanıyor. O Kangal ki bize Pir Sultan’ı hatırlatıyor. Hızır Paşa’nın sofrasında yal yemeyen Sivas Kangalları’nın asil ruhlusu kendi gibi gariban yeni bir sahip buluyor. Hıdır’ın arkasından usulca duvarın öbür yakasına ilerliyor.

Kendini asan anne aslında kim mi? Kendine düşman bir devşirme , kendine düşman bir dönme mi?..

Bu acı burada bitmez ki…Haftaya görüşmek üzere… 

İlginizi Çekebilir

Uğur Güney Subaşı: Lokman
Muhittin Beyaz: İnsanoğlu Perseverance’nin izinde

Öne Çıkanlar