Bugün çok yalnız bir gün, çok yalnız ve bu yalnızlık yasaklanmalı.
Bugün çok yalnız bir gün, bugün, yalnızlığın en uzun günü…
Franz, apartmanımıza yapışık yan binada oturuyor. Sonradan yerel bir gazetede okuyoruz 51 yaşında olduğunu. Franz, son zamanlarda ne kadar da zayıflamış, burnunu tutsan canı çıkacak kadar zayıflamış, sıskalaşmış… bacaklarını bisikletin pedallerinde dolaştırırken nasıl da bitmiş… ayakları ‘gövdeni taşımaktan usandım’ dercesine nasıl da bedeninden bezmiş gibi duruyur…
Yanıbaşımızda bir filmin ağır çekimi gibi ilerlerken üst komşum Andrea, kulağımın dibine elini siper ederek fısıldıyor.
“Biliyor musun ? O, bir Burnout, hastası.”
‘Yapma ya, yapma’ diyebiliyorum sadece yapma..!
Franz, hiç konuşmaz, yuvarlak cam gözlüklerinin arkasında dev bir buzdağının ardından bakar gibi soğuk ve çok uzaktır bakışları. Birkaç sokak ötedeki kışlada ayak işlerine bakan bir işçi ve bunları hep sonradan öğreniyoruz. Yerel bir gazetede, sığamadığı bu dünyada bir kibrit kutusu kadar yer almış haber satırlarında;Franz’ın varlığı beliriyor
Franz sessiz, adeta derin bir göl…fakat onun tam aksine karısının çenesini tutana aşk olsun. noktasız, virgülsüz, ünlemsiz konuşur, konuşur da konuşur ve cevap bile beklemez karşıdan. Bütün mahalle illallah etmiş. Kendi anlatır, kendi güler, kendi şaşar, kendi bakar, hiç yorulmaz, havadan sudan konuşur da konuşur, iki de kızları var, bu küçük ailenin uzaktan bakınca mutlu hallerini görmek bile mümkün…Uzaktan elbette, sadece uzaktan…Fakat gerçek öyle mi..?
Büyük kızları da Burnout, tıpkı Franz’a benziyor, incecik, uzun ve zayıf…onun da yuvarlak kalın cam çerçeveli hep buharlı görünen gözlükleri var. Çocukluğunu biliriz de şimdi ergen. Onun bu yaşta bir derdi var. Aman Allah’ım ne dert ama ne dert; sağ elini sol kulağının arkasına uzatır, daha yeşil bir buğday tarlasını biçer gibi, bir iğne ucuyla başının derisini yüzer gibi, acı çekerek, her dokunuşla yüzünü buruşturarak tek tek saçlarının her telini yolar ha yolar… öyle ki başının sol yanı sürülmüş bir tarlayı andırır her geçen gün büyüyen çoraklaşan bir tarlayı.
Bu başı, bu her gün saçlarını yolan başı ne etmeli ki bir anne? İşte ona da bir çare bulmuştu kendisince; bir başörtüsüyle sıkı sıkıya sarmak. O terapi senin, buaktivite benim diye koşturmak da Franz’ın o çok konuşan karısının boynunun ağır yükü…
Franz’ın karısı çok mu konuşur? Franz’ın karısı konuşmasın da ne yapsın? Akmalı bu kirli su diyor kendince, akmalı yoksa karnında biriktirip derin bir okyanusa dönecek ve kendisi de boğulacak o suda…İyisi mi konuşa konuşa kıyıya varmak. Mahalle dilinden yaka silkeliyor, varsın silkelesinler, varsın arkasından sürekli ‘öff’ çeksinler…
Konuş be kadın, çok konuş, ta ki yalnızlık ölene kadar konuş!
Bugün çok yalnız bir gün. Franz’In karısı büyük bir alışveriş merkezinde kozmetik bölümünde yarım gün çalışıyor.
En çok da kadınların saçlarına, sol taraflarına bakıyor, derdine bir kardeş arar gibi bir tek acıyan o yerine başların sol yanına bakıyor…Derdine bir çare, bir umar, bir yol arıyor.
Bugün günlerden Cumartesi ve çok yalnız bir gün…
Yan bloğun kapısından ince uzun, karnı beline yapışmış bir adam. Yarım yüzyıllık ömrünü iki tekerlekli bir bisikletin sırtına son kez atıyor, öyle ağır ki, ayakları onu zorbela taşıyor.
Yükü nasıl da ağır, koynunda kimliği, kimliğinin yanında küçücük incecik, görünüşte hiç de zarar vermeyecek bir şey taşıyor. Keskin, kılıçtan da keskin bir ustura bu.
Ah o ustura ki artık kızının o gür sapsarı saçlarını kökünden kazıyor, artık yolunacak bir tek saç teli bile bırakmıyor. Bu günlerde kızının acısını dindirmiş, sol elinin tutup yolacağı saçları kökünden kazımış acıya çare olmuş, kızına yeter demiş bu usturanın birazdan katil olacağını Franz’dan başka kim ama kim düşünmüş olabilir ki?
Havalar bir hayli soğudu, akşam karanlığı da erken çöküyor kentin başına, yürüyüş yolları da pek sakin. Franz, bisikletiyle biraz hava alıp dönecektir evine varsın akşam yemeği biraz soğusun. Hem gidecek bir yeri mi var, ya da dertleşecek bir arkadaşı mı? Yok işte, yok ki? Nasılsa dolaşır, biraz hava alır ve sonra döner evine evine gelir.
Ancak Franz o akşam dönmedi evine…sonraki günlerde de dönmedi… Franz bir daha hiç dönmedi…
Bizim o soğuk, o upuzun beton blokların üst katlarına çıkarsak, merdiven aralarına gömülmüş pencerelerden, hemen şu gür orman bitiminden sonra boş tarlalar arasında büyük bir radyo ve televizyon verici merkezini görürüz. Uzaktan Eyfel Kulesi’ni andırır. Etrafı tel örgülü korumalı. Burası da yalnız, yapayalnız ve burada bütün kente hükmeden sesini anında duyuran büyük verici ağı yükselmekte. Demirden çok uzun, dört ayaklı direğiyle herkese sesleniyor…
O gün bir tek Franz’a dilsiz , bir tek Franz’a demir yığını, bir tek ona kör…
Yan blokta lacivert bir kalabalık iniyor, zincirlerinden tutulmuş bir polis köpeği Franz’ın üstü başının kokusuyla buluşturulmuş köpek orman yoluna koşuyor. Arkasında bir tabur insan onu izliyor…iz bir süre sonra kayboluyor…
Bugün yalnız yapayalnız bir gün…
Franz, bisikletini bu uzun, herkesin sadece uzaktan görebileceği demir yığının altına otların arasına yatırıyor. Koynundan kimliğini çıkarıp bir kenara koyuyor, sonra birazdan canını alacak şu keskin, şu acımasız usturayı eline alıyor…
Sol kolun bütün damarlarını, sol ayağın bütün damarlarını, sonra sağ elin, sağ ayağın bütün damarlarını birer birer kesiyor. Yetmiyor ki sustuğu, karnına bile gelişi güzel usturayı sallıyor. Belki de Franz, ilk kez canını acıtarak konuşuyor. Canını, hayatını acıtarak bağırıyor….
Bugün Franz’ın en yalnız günü…Onu bir gören olsa belki de o gün için bile, o an için bile, mutlu olacağı bir gün olacak ama nerede, bugün çok yapayalnız bir gün.
Franz’ın karısı bir kozmetikçide, güzellik malzemeleri pazarlıyor…
En çok da saçlara boya satıyor…saçlara her renkten boyalar satıyor…kırmızı, sarı, siyah, kahverengi, kadınların başlarında boy vermiş, dümdüz lepiska, ya da kıvır kıvır dalgalı onların omuzlarına hatta bellerine kadar uzanmış saçlarına çeşit çeşit boyalar satıyor.
Franz ,hala dönmedi ne gazete ilanından, ne de polisin arama ekibinden bir haber yok. Günler geçiyor, günler yalnız, çok yalnız geçiyor.
Karşı apartmandan oturan Porstein, 80 yıllık ömrünü bir bastona yüklemiş ağır aksak bana doğru yürüyor.
Yüzü keder tarlası, uzatmadan anlatıyor; “Franz, ölü bulundu, tıpkı tahmin ettiğim gibi intihar etmiş…”
Küçük bir gazete ilanı verilmiş. “Aranan 51 yaşındaki adam verici istasyonunun altında ölü bulundu”
Verici kulenin istasyonunda teknik bir sorun tespit edilmiş, oraya giden işçiler bir metre uzanan kan yığını içinde Franz’ı bulmuşlar…. Kimliği de yanıbaşındaymış.
Franz giderken ne bir veda mektubu bırakmış, ne de bir vasiyet… Bilgisayarının şifresi çözuldüğünde bile bomboş bir çöl fırtınasından başka bir şey yokmuş. Franz, tüm zamanlar yalnızmış hem de yapayalnız. Franz’ın kendisinden 8 yaş küçük bir erkek kardeşi de var ama 10 yıldır aralarında hiç sebepsiz iletişimleri de yokmuş. Belki hala kardeşinin öldüğünü artık yaşamadığını bile bilmiyordur.
Annesi ve babası uzakta, çok uzakta; Konstanz şehrinde yaşıyor. Şimdi bu haberi nasıl vermeli anasına, telefonda olmaz, hiç olmaz diyor komşusu, ben seni arabamla götürürüm.
Franz’ın karısına komşusu refakat edecek birlikte gidip annesinin elini tutup bu acı haberi verecekler. Birlikte sadece birlikten güç alacaklar.
Bugün çok yalnız bir gün diyor annesi, öyle yalnız bir gün ki dimdik duramayacağım ben, çok yalnız bir gün ve bu gün sadece bana ait.
Ve eğer gidersen oğul seninle gitmek isterim ve eğer ölürsen oğul, seninle ölmek isterim, elini tutmak ve buradan gitmek…
Bugün çok yalnız, yapayalnız bir gün.