Suna Arev: Amojin…

Yazarlar

Amojin, siyah beyaz eski bir resim gibidir hala belleğimizde oturan. Amojin, o yoksul evin, o kerpiç duvarın dibinde ayaklarını karnına çekmiş, mavi damarlı zayıf elini çenesine dayamış bir heykel gibi durmaksızın yola bakıyor. Onun bir adı vardı elbette saygıdan mıydı, bir gelenek miydi? Bilmezdik fakat, o kuşak yaşlı kadınların isimleri hep farklı anılırdı . Amojin, Xalojin, Memejin, Kekojin, Najni gibi…Biz onların gerçek isimlerini ne yazık ki onlar göçüp gittikten sonra, yazıldıkları mezar taşlarından okuyacaktık. İsimlerini de tıpkı acı dolu, kanla yoğrulmuş hikayeleri gibi, hep sonradan öğrenecektik..

Amojin, esmer uzun boylu, kuru, kupkuru, bir çırpı gibi kırılacak kadar zayıftı. İki geliniyle yan yana uzatılmış kerpiç bir evde yaşıyordu. Hani oradan geçen birileri Amojin’e seslenmese; “Sen açlıktan ölmedin mi? Sen susuzluktan ölmedin mi? Hadi kalk gölgede otur” demese ya da gelinleri ki onlarda orta yaşlılardı, önüne bir tas yemek koymasa onun canlı olduğunu, nefes aldığını bile  kimse bilmeyecekti…

Beştaş oynadığımız zamanlardı, Amojin’e küçük çakıl taşları atardık, yaşayıp yaşamadığını test ederdik böylece. O da dalıp gittiği uykudan ürpererek uyanır, hafif   bir doğrulur ve yine hiç bir şey olmamış gibi aynı pozisyonla yola bakmaya devam ederdi.

Gülerdik, çok gülerdik, bir gün gülmek elimizden alınacak o duyguyu hepten kaybedecekmişiz gibi eteklerimizde son gülmelerimizi biriktirirdik.
Gülmek ve ağlamak kardeştir deseler de gülmenin bu köyde yaşlılar üzerinde hükmü hiç yoktu.

İğde ve tezek kokuyordu hayat, hayat sular seller gibi akıp gidiyordu. Yavaş yavaş topladığımız gülmelerimiz de dudaklarımızın arasından yitip gidiyordu. Küçücük sevinçlerimizin de yerini giderek hüzün alıyordu. Boyumuz uzuyor ve sonra biz, küçükken farkına varamadığımız acı hikayelerle karşılaşıyorduk. Ki bunların çoğu ölenin arkasından ” Lemin lemin“le başlayan kadınların  yaktığı ağıtlardan yankılıyor, bu sayede gün yüzüne çıkıyordu. Biz bu şekilde kandan ve  çamurdan yaratılan bir halkın toplu katliamından, onun çektiği acılarından haberdar oluyorduk…

Sonra da küçülüyorduk acıdan ve geçmişin kahrından…

” Kimse yoğurmuyor bizi yeniden topraktan ve çamurdan, kimse sözünü etmiyor tozlarımızın…Kimse...”

Bu büyük köy sürgün köyüydü. Katliamdan geriye kalanların, ‘kılıç artıklarının’ canlarını dişlerinin arasına alarak, kaçıp kurtulmak istedikleri yerdi. Bu köy Alevi Kızılbaş inancına sahip insanların yaşadığı bir köydü. Onlar katliamdan kurtardıklarını canlarını 1950’li yıllarda buraya atmışlardı. Bolu’dan, Kütahya’dan  Manisa’dan trenlerle gönderildikleri yerlerden, Dersim’den buraya gelmiş, Harput’un eteğindeki bu köye yerleşmişlerdi.

Artık kimsenin canını toprak almasın, kimsenin ayağına taş değmesin, kimsenin burnu bile kanamasın, artık yeter diyerek gelmişlerdi…
Köy onların acı geçmişlerinde kanayan anılarıyla sığındıkları  ya da saklandıkları bir yerdi. Bütün aşiretlerin; 12 ocağın temsilcileri hepsi burada birikmiş, ellerine bir kez bile silah almamış mazlum bir halkın yurduydu burası.

Yoksulluğun ve acının, hasretin ve korkunun kitabı burada, bu verimli Kuzova’da, bir dağ kadar büyük ve ürkütücüydü. Alçak damlı kerpiç evlerden tezek dumanları yükselirdi. İnsanların çoğu bereketli ovalarda ırgat idi, bekçi idi, çoban idi. Ve elbette ilk kuşak insanların hiçbir de okuryazar değildi. Buradan hakim çıkmazdı. Emir veren kıdemli bir albay da. Güçleri bir tek kendilerine yeterdi. Su başlarında birbirilerine güç gösterirlerdi. Ancak bu halk een sıradan bir askerin, en sıradan bir memurun önünde bile şapkasını çıkarır, ellerini kuşaklarında birleştirerek verilen emirlere uysalca uyardı.

Hemen hepsi de yoksul damlarında cellatlarının resimleri altında uyurlardı. Mesleksiz, silahsız ve de bir o kadar da günahsızlardı. Mühürlenmiş ağızlarının bütün yükü kaşlarının arasına birikmiş gözleri taşırdı. Oradan yaşadıkları acı hikayeler adeta fışkırıyordu.


Oyun zamanı geçmişti Ana Xanım, köşedeki evinin önünde artık yürüyemeyen ayaklarının mahkumuydu ve onun bütün zamanlar kullandığı iki kelimesi vardı “ Merdime, (Öldük) Xo (Su)…”

Gençler iyi hendek açar, iyi ırgatlık yapar ve bir de çok iyi mezar kazarlardı. Ölenlerin arkasından kadınlar ağıtlar yakar, hiç yazılmamış, hiç duyulmamış, hiç anlatılmamış korkunç hayat hikayelerini taze toprak kokusuyla çamura dönüştürürlerdi. Gururla taşıdığımız soyismimiz,  kütüğümüź, okuduğumuz okullarda başımızın en büyük belasıydı.

Annem sıkı sıkı tembihliyordu; “Soran olursa buranın yerlilerindeniz dersiniz tamam mı?” …”Tamam” derdik fakat, ne çare…
Amojin’e alay ederek  attığımız çakıl taşları, yağmur gibi geriye, bizim başımıza  yağıyor, kafamızı gözümüzü yarıyor, bizi topraktan yapılmış bir çömlek misali paramparça ediyordu.

Biz miydik Amojin’e çakıl taşları atıp onu o derin hasret uykusundan uyandıran? Bize hiçbir zaman kızmayan, tepki bile vermeyen Amojin, artık bizi utandırmaktan başka bir şey yapamıyordu. Ona göre çakıl taşları neydi ki; sürgüne giderken hem de burada Elazığ’da tren garında kaybolan bacısının yanında…

Amojin’in yüreğinde çığlık çığlığa bir ses vardı…Bir gün baktığı o yoldan bacısı çıkagelecekti… Ve o, yaşadığını ve ne kadar haklı olduğunu, kupkuru memesinin altında atan kalbiyle hem de bağıra çağıra herkese gösterecekti.

Uzak yakın Sünni köylerden sıra sıra traktörler homurdayarak gelir, römork kasaları peş peşe dizilir, ırgat kadınlar yine de içine sığmazdı..İyi  çapa sallar, toprağa yapışmış pancarları bir çırpıda çıkarır, güzün son aylarında ellerini nefesleriyle ısıtır, pancar kümelerini keskin bıçakla temizler, ellerine geçecek parayla olmayacak hayaller kurarlardı.

Ayaklarına deve dikenleri batar, deve dikenlerini de iğde dikeni yardımıyla usulca çıkarırlardı…Ellerine eski çorap geçirir, uçsuz bucaksız tarlalarda nohut dererlerdi. Sonra kanayan parmaklarını toprağa batırırlardı… Onlardan daha çalışkan ve üretken, onlardan daha yorgun ve acılı başka birileri daha var mıydı?

Kimse anlatmıyor bize çamurlu kanımızı, ninelerimizin başlarının neden bitlendiğini, süngü yaralarından düşen kurtları kimse anlatmıyor bize… hiç kimse…

” Merdime ( Öldük) Xo (Su)…”

İşte bir güz günü, baharı görmeden Amojin de öldü. Beyaz tülbentleriyle kadınlar toprağı sulayan ağıtlar yaktılar. Ağır makine, kan, ceset kokusu, açlık, bit, süngü, yaraya düşen kurt, yağma, talan, kayıp ip, idam ve sürgün ve neden ve niçin ve niye…?

Kış gelir, kalan yaşlılar da birer birer gömülür, acı dolu geçmişleriyle ve sırlarıyla birlikte…

Bir okul dönüşüydü Ana Xanım da ölmüştü hem de ” Suu “ diyerek…

Karasal iklimlerin kışı çetindir, ırgatlıktan elde edilen para tükenmiştir. Hayvanların samanı da. Baharla beraber yine ırgatlık, yine en ucuz iş gücü olarak sömürülmeye hazır ve de nazırdır.

İşte yine sıcak bir bahar günü kadınlar Kuzova’nın uçsuz bucaksız tarlalarına yayılmış pancar çapalıyorlar ki bu tarlalar Ermenilerin ellerinden kanla alınmıştır.

İşte böyle bir günde ırgatlar eğilen belleğini doğrultmuş gölgelere çekilmiştir. Hemen yanıbaşlarında ulu bir ağaç gölgesi daha vardır, tarla sahiplerinin kadınları orada oturur ırgatların çalışmasını kontrol ederler. Fakat içlerinde biri vardır ki dikkate şayandır, beyaz bir örtü üzerinde namaza durmuş bir kadın, boyu posu, yüzü, kaşı gözü Amojin’in adeta ikizi gibidir. Bu kadın Amojin’in yıllarca yaşadığından adı kadar emin olduğu ve yolunu gözlediği bacısıdır…

Bir hengamedir kopuyor: “Sen Amojin’in bacısısın…”

Bacısı öylece donmuş hareketsiz bakıyor ağzından tek bir kelime çıkaramıyor. Korku dolu gözlerle bir ırgatlara bir artık kendi olmuş eşrafına.
Tarla eşrafı ırgatlara olmadık hakaretlerle ayrılıyorlar tarladan. ( Zındıklar, kitapsız kafirler, cenabetler,sizi gidi ellerinin değdiği ekmek yenmezler…)

Ertesi gün ırgatlar tarlaya götürülmez, Amojin’in büyük oğlu iki büklüm tarla sahibinin kapısına gider ve bir kere olsun teyzesini göremez. Orada taşlanır, elleri koynunda, yoksul evine,  o duvarın dibine geri döner. Her şey bitti Amojin’in ruhu duysun diyerek olay da kapanır.

Yıl 2025… Faşizim olabildiğince bütün dünyaya hakim, büyük ve ulu köyler, o güzelim kalabalıklar dağılmış, ne çocuk cıvıltıları duyuluyor ne de kuş sürüleri uçuyor artık. Son kuşakların hiçbir şeyden haberleri yok. Aslında değişen hiçbir şey de  yok… Artık ağıtlar da yok, herşey sus pus, kuşlar ve çakıl taşları, çocuk sesleri, tezek ve iğde kokusu hiçbir şey yok.

Öldük, ölüyoruz, Öldüm, suuuu…

İlginizi Çekebilir

Hamas Gazze’nin yeni yönetiminde yer almak istemiyor
Almanya yeni seçim yasasıyla sandığa gidecek

Öne Çıkanlar