Suna Arev: Eksik Bir Rakam Üç

Yazarlar

Üç yaşında bir oğlan çocuğu, öyle güzel ki, ay doğmaya utanır, annesi elinden sıkıca tutmuş daracık bir patikada yürüyorlar…Yol ne bitmez , nasıl da engebeli, üstelik gece de çökmek üzere…İkisi de yürümekten bitap düşmüş, kadın oğlunu kah kucağına alıyor,  kah yere indirip elinden tutarak yürütüyor… Belli ki  ki bir an önce ulaşmak istedikleri bir  yer var; ikisi de tedirgin, dönüp dönüp arkalarına bakıyorlar…Belki de bu bir kaçış…

Nihayet patika bir düzlüğe çıkıyor. Düzlük arazi adeta bir ayna gibi, kadın çocuğuna sevinçle sarılıyor, ‘nihayet kurtulduk’ diyor.

İkisi el ele bu parlak zemin üzerinde yürüyorlar. Bir adım, iki adım ve üç adım sonra bir felaket başlıyor.

O parlak zemin ne yazık ki  buz tutmuş  bir göldür, onlar yürüdükçe çatlayan bu göl,  sonunda ikisini de yutan dipsiz  bir karanlığa dönüşüyor.

Kadın sırılsıklam uyandı yatağından, ne korkunç bir karabasandı bu, eskiden çok eskiden olsaydı bu rüya üzerine ateşe tuz serper, rüyasını çılgın akan  bir ırmağa anlatır belki de hayra yorardı…Fakat şimdi zaman zorunlu göç zamanıydı ve zaman büyük yalnızlıklar zamanıydı…Zaman sararmış bir fotoğraf albümünde ölmüş insanların geri gelmez siluetleriydi.

İşte bir kış günü, günlerden bir pazar sabahı, kadın rüyasından kalma ıslak elbiselerini çıkardı, ateşe tuz serper gibi kuru elbiselerini giyindi. Dışarısı soğuk tıpkı rüyasında gördüğü gibiydi. O dipsiz göle benziyordu kar, yeryüzüne bembeyaz bir yorgan sermiş, yılın en uzun misafirliğini yaşıyordu. Hava soğuk, hava bir bıçak gibi insanın  yüzünü acıyla kesiyordu.

Kadının elinden tutacağı o çocuk yoktu artık…Kayıp zamanların arkasından koşuyordu ve artık hep bir başındaydı….İçini kemiren o büyük acıyla tek başına…

Büyük kalabalıklar arasında yapayalnız yürüyordu, yürüdükçe hayatın her zorluğu kayıp yıllarına neden oluyordu…

Bu trafik işaretinin önünde durulmaz, bu trafik işaretinin arkasından durulmaz, bu yola girilmez…. Karşıdan bir insan seli gelebilir, kelli felli, en kara, en kirli, hem de devlet korumalı  baronlar, mafyalar bu güzelim kaldırımlarda bu kötülüklerin ayakları altında ezilirlirsin; kimseler duymadan, hiç kimse hissetmeden yok olursun… Sen sadece Don Kişot olursun; üstelik Sancho’suz…

Bu yoldan U dönüşü yapmak gerek, o buzlu göl çatlamadan, o göl bir mezara dönüşmeden kayıp zamanı bulmak gerek diyerek yürüdü kadın.

Büyük bir hastahane arkasındaydı şimdi sırtını bir taş duvara yaslamış, hastane binasının üçüncü katına, üçüncü kattaki pencereye, pencerenin hemen yanındaki balkon kapısına eski zamanlardan gelmiş gibi, o zamanlardan o pencereden bir bakışın özlemini çalmak için bakıyordu. Burası tüm zamanların durduğu saatlerdi. Şu üç rakamı nasıl eksik, nasıl yaralı ve nasıl da tamamlanamamış bir rakamdı.

Bu hastahane bir prensesten adını almış ve ne rahat, ne mutlu bir hayatı varmış ki yedi katlı döşeğinin altında bir bezelye tanesini bile farkedermiş. Hatta üçüncü katta, üçüncü pencerede bir bakışı beklenen birine hiç benzemezmiş. Prenses zorunlu göç yaşamamış, o hep bembeyazmış, hiç köklerinden koparılmamış…Üçüncü katta, üçüncü pencerede bir bakışı beklenen gibi hem bahtı hem başı  kara değilmiş. Bu hastahaneye girmek yasak, uzaktan karşı duvarın taşına yaslanıp üçüncü katın üçüncü penceresine saatlerce bakıp, bir insan siluetini bir saniye bile olsa,  görebilmek hatta orada olduğunu, yaşadığını bilip de sevinebilmekse; SERBEST…

İnsanlar yürüyerek gelip geçiyor yanından, hemen hepsi göçmen, sağ omuzları düşük, aksayarak yürüyorlar, bu ülkenin hizmet sektöründe en ağır koşullarda çalışan, tamamlanmamış bir vedanın sonucu bir göç mağdurları silsilesi…

Kar yağıyor milyarlarca kar gökte uçan bembeyaz kuşların kanatlarını yere bırakıp çırılçıplak soyunmaları gibi yağıyor.

Hastahane karşısında sırtını duvara yaslamış o kadın hala üçüncü katın üçüncü penceresine bir özlemi bağrına basmak için bakıyor… Tamamlanmamış bir rakamdır o üç rakamı dördün arkasından koşan hep eksik, hep yaralı…Buzun üstünde yürüyen buzlar kırıldıkça derin göle batan bu üç rakamı üç çıkıntısıyla kadının yüreğine saplanan bir mızrak gibi batıyor.

Bu duvar dibinde daha uzun süre durulmaz, bu duvar dibinde bir başına bu kadar uzun süre beklenilmez şüphe uyandırır, hırsız suçlu ya da deli sanılır.

Bir hastane görevlisi gelir.

” Gidin buradan ” der ” Gidin”

Bu yoldan ağır adımlarla ardına baka baka gitmek gerekir, büyük kalabalıklar arasında yapayalnız üçüncü rakamı o gölden çıkarıp dörde tamamlamak için. Bütün yollar buz ha çatladı ha çatlayacak, kadın gidecek tutuşmuş yarasına tuz serpecek…Düşük omuzluların arasına katılacak tamamlanamamış bir vedanın uzun ağır bir göçünü yaşayacak.

Çalışmaktan sağ omuzları düşmüş insan seli arasından yine hep aynı cümle tekrarlanacak.

” Bu senin bu dünyada en ağır imtihanın…”

Kadın sol koluna bir dövme yaptıracak dört rakamını bir çengelle omuzuna yapıştıracak.

Imtihan masalına hiç bir zaman inanmayacak.

Yarın , ertesi gün hatta her gün o üçüncü katın üçüncü penceresine bakacak o üç rakamını parçalanmış eline alıp dört rakamının yanına koyacak.

Ateşe tuz serpecek, ateşe tuz… 

İlginizi Çekebilir

Leyla Zana: Dem birliğimizi inşa etme demidir
IŞİD Moskova saldırısının görüntülerini yayınladı

Öne Çıkanlar