Derler ki Ferhat ile Şirin’in, Tahir ile Zühre’nin, Aslı ile Kerem’in aşkları kavuşamadıkları için çok şeye yol açmış ve bu yüzden dillerden hiç düşmemiş…
Yıllar yılı Şengül, ne iç acısı yaşadı, ne korkular, ne hasretler biriktirdi, bir o, bir de Allah bilir. “Bir haber, bir fısıltı ” diye hangi dillere kulak kabartmadı ki? Mahmut’un derdi yıllar yılı Şengül’ün içini yedi bitirdi, divane etti…
Ya şimdi? Kocası, çocuklarının babası, her şeyden habersiz İsmail ki şimdi ona sevdiği adamı; Mahmut’u ayaklarına kadar geri getiriyordu.
Ahh İsmail, ki bir Şengül diyordu da, her deyişinde bin Şengül ağzından dökülüyordu.
Şimdi bu kapıdan, sevdiği ve kocası ikisi birden içeri girecekti .
Bir kasırga kopar, rüzgar bütün inlemelerini yeryüzüne yayar, ortalığı viraneye çevirir ya; Şengül de bu rüzgarda yerinden, taa en dibinden sökülüp savrulacak bir ağaç gibi sallanıyordu, düştü ha düşecekti.
Şu kapıdan giren Mahmut mu? Saçlarına un mu elenmiş ne? Nerede o simsiyah saçları, ya o ilk bakıştaki keder kuyusu? Dünyanın bütün hüznü, yer bulamamış da, o iki göze mi yerleşmiş, üstelik titriyor da.
İsmail ne kadar sevinçli, ağzı kulaklarında bütün çocuk sevinçleri bağrında toplanmış. Şengül ve Mahmut’un kalpleri güm gümlerinin tam da ortasında öylece atıp duruyor. Mahmut, bir kahraman gibi Şengül’ e bakıyor…
Almanya’nın gökten yağan sanayi yağmurları, kapkara kaldırım taşlarına yağdı mı yağdı. Mahmut da bu gurbet ellerde bir ilticacı konumuna düştü mü; düştü. Avluda başlayan o aşk ateşi buradan da yoluna devam etti mi; etti.
Aralarında binlerce kilometrelik yollar yok artık, ha deyince iki aşığın birbirlerine ulaşacakları 30 km.lik bir yol işte, hepsi bu kadar. İsmail, hafta sonları zaman buldukça Mahmut’a kenti gezdiriyor. Bazen evinde ağırlıyor. Bir avlu muhabbeti açılmaya görsün, kâh hüzünle, kâh kahkahalarla İsmail mutlu oluyor.
Şengül ki bir garip, dalıp dalıp gidiyor. Dudağının kenarında seher yelinden kalma bir gülümseme, bir canlılık, bir pembelik var. Yine böyle bir muhabbet esnasında Mahmut, evliliğinde mutsuz olduğunu dile getiriyor.
” Sevemedim, yapamadım ne edeyim abi ” diyerek Şengül’ün gözlerine asılıyor.
” Keşke günahına gitmeseydin garibin ” diyor İsmail.
İsmail sevememeyi ne bilsin? Şengül istese koşar karlı dağdan kar getirir, ona kalbini çıkarıp avucuyla sunar…“Sen bilirsin” deyip susuyor, başka da ne desin.
Tam iki yıldır Mahmut ailenin içinde. Hafta sonları İsmail, ona kaçak bir bağ işi ayarlamış. “Sevmesen de aileni mağdur etme” diye de tembihlemiş.Hayat denilen şey, zamana neleri sığdırır, gün olur gülmenin yerini ağlama alır, yaşayanın yerini ölüm.
İsmail’ in evinde kara yeller esiyor. Bir huzursuzluk, bir yaramazlık halleri var . Şengül, ismail’in bir sevmesine, bir dokunmasına izin vermiyor. Bir yatakta bacı – kardeş gibi olmuşlar .
“Ayrılalım” diye son kurşunu İsmail’ in kalbine de sonunda sıkıyor ya, İsmail’ in başı karlı dağlar kadar dumanlı…bu dünyada mı, öteki dünyada mı, belli değil. Yedikleri ekmeğin ne tadı var, ne de tuzu. O sesiz kendi halindeki Şengül, sokakların yollarını ezberlemiş. Mahmut da İsmail evde yokken gelip gidiyor. Apartmanlarındaki Türk komşuları İsmail’e bir tuhaf, bir acayip bakıyor. İsmail Şengül’e yalvarıyor olmuyor, yakarıyor olmuyor, olmuyor da olmuyor.
Her geçen gün zulüm gibi olmuş, fakat böyle de olmaz ki böyle de yaşanmaz ki. İsmail, bu gidişe kafa yormuş ille de çözecek. İsmail hafta sonu, kaçak işini iptal etmiş. Şengül ile konuşacak…içine bir şüphe düşmüş ki, bu şüphe bir kurt olmuş onu kemire kemire öldürecek.
Çocuklar o gün sinemaya gidecek Şengül il le ikisi yalnız olmalılar, yapayalnız..derdi neyse açık açık söyleyecek. İsmail de sebebe boynunu bükecek, ama ille de bilecek. Oturma odasında ikisi yalnız, duvarda Şirin’in resmi, her şeye şahit gibi bakıyor.
İsmail, Şengül’ ün dizlerinin dibine diz çökmüş yalvarıyor. ” Neyin var, kurban olduğum, neyin var canına yandığım neyin var neyin, söyle de bileyim…”
Şengül, en derinden bir iç çekti. Avluya gitti geldi. Ve tekrar gitti oranın eşiğine oturup söylendi. “Ayrılmak istiyorum” dedi. “Sebep” dedi İsmail…” “Sebep, seni koca olarak sevemiyorum” diye kekeledi. İsmail, yerinden doğrulup odanın içinde bir iki tur attı.
” Fakat ben seni seviyorum Şengül ben…” elini kalbine götürdü, “bu canı verecek kadar seviyorum…” Tekrar Şengül’ün ayak ucuna çömeldi. Şengül, bir ” ııı ” çekti, içinin acısının ucunu açtı. Bugün yükünü başaltacaktı, artık her şey ağır, çok ağır geliyordu.
“Küçük bir kız çocuğuydum ben, memelerim yeni tomurcuklanmıştı, ablamın gül dallı elbiselerini giyinip sevinen, rüzgarlarda eteklerini sallayan bir çocuk…Boynuma taktığın ablama ait altınların şıngırtısını zil sesi, oyun sanan bir çocuk, ben sevmeyi bilmezdim ,ben evlenmeyi bilmezdim …
Sonra sen geldin, sen eniştemdin. İsmail Enişte, ben seni böyle enişte olarak sevdim… Mutsuzum İsmail, seni enişte olarak seviyorum, ayrılalım İsmail, kurban olurum ki ayrılalım, bak sana da yazık değil mi?
Şengül susuyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve titriyordu.
İsmail, çöktüğü yerden doğruldu, odanın içinde gitti geldi, gitti geldi ve sonra Şirin’ in resminin önünde durdu o resme dakikalarca baktı .
Şengül, ‘’sen aslında onu sevdin, ben Şirin değilim İsmail, ben Şirin, değilim’ dedi. İsmail, nasıl huzursuz, nasıl üzgün, şimdi bir soru soracak ama Şengül alınır, kırılırsa diye içiyle savaşıyor. Fakat içindeki şüphe de yakıyor da yakıyor içini.
” Peki’’ diyor İsmail: ‘’Peki biraz annelere git, orada dinlen sağlıklı bir karar verinceye kadar iyi düşün ,sonrası sen nasıl mutlu olacaksan öyle yaparız.“
‘Gitmem’ diyor Şengül, ‘’Ölürüm de gitmem…’’
İsmail, yine odanın bir başından öbür başına git geller yapıyor, sonra yine Şengül’ün dizlerinin önüne çöküp yalvarırcasına soruyor. “Bana diyeceğin bir şey var mı ,kadasını belasını aldığım” diyor.
Şengül’ün kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpıyor, bir sessizlik, bir ölü sessizliği…
İsmail ellerini tutuyor yalvaran gözlerle bakıyor. “ Hıı var mı, nasıl istiyorsan öyle yaparız.”
Şengül, içinin acısından geveliyor gibi, “Mahmut” diyor. Böylece avlunun yükünü oracıkta atıyor sırtından.
Mahmut mu , Mahmut mu, Mahmut ha, Mahmuuut… Bir meydanda dolaşır gibi evin içinde daireler çiziyor, gidip geliyor Şengül ve Şirin’ in resminin önünde duruyor.
” Ne zamandır” sakin, yorgun kaybetmiş bir savaşçı gibi, soruyor İsmail. Avlu diyor Şengül…Avlu…aynı sakinlikle.
İsmail, Şengül’ e daha bir fiske vurmamış, onu incitmekten hepkaçınmış…Odanın içi bir mezar kadar sessiz. İsmail, sırtından iki dalının tam ortasından vurulmuş, Hiçbir şeye benzetemiyor ihanet bıçağını.
” Bu bir felaket, korkunç bir felaket ” diyor.
İsmail, başını iki elinin arasına alıyor, saçlarını yoluyor, avuçlarını saçlarıyla dolduruyor. Yumruklarını sıkıyor da sıkıyor, yüzü kan çanağına dönmüş, ,gözleri yuvasından birazdan fırlayacak bir kurşun gibi bakıyordu. Şengül, “Onu seviyorum, o da beni seviyor ” dedi. Böyle yapamazdı ne olacaksa olsundu.
İsmail, yerinden kalkıp, bir ‘’offf’’ çekti ve mutfağa yönelip bir ekmek bıçağı kaptı.
Mahmut ha, Mahmut, diye öfkeyle oturma odasına geldi, Şengül’ e baktı, Şirin’ in resmine baktı, oturma odasının kapısı buzlu bir camdı, o kapıya bir yumruk indirdi, odanın içi cam kırıklarıyla doldu. Şengül, ayaklarını karnına çekmiş, büzülmüş, titriyor sesli ağlıyordu.
” Geberteceğim o namussuzu, geberteceğim” dedi eli kanıyordu … Bir hışımla çekip gitti İsmail.
Nasıl bir korkuydu bu? Şengül’ ün hayatı boyunca bir yaprak gibi titreyeceği ömrü de orada başladı. Telefona sarıldı Mahmut’un kaldığı kampı aradı..
“Mahmut kaç, kaç da canını kurtar, İsmail her şeyi biliyor, seni öldürecek git buralardan, giiit…”
Mahmut’la son defa konuştu. Son defa sesini duydu… her şey son defaydı…
Kana bulanmış cam kırıklarını gözyaşlarıyla sildi. Çocukları birazdan gelecekti.
İsmail, o gün Mahmut’u kampta bulamamıştı, ertesi günler de …Tam üç ay Mahmut’un izini sürdü de hiç bir yerde bulamadı. Evinin yolunu unuttu…Kaçak çalıştığı bir bağ evinde kulübesinde günlerce kaldı. Derdini acıyla içine sindirdi. Sonra da evine döndü.
Ev dediğin bir ölü evi, yaslı, bir cenaze üstünde ağlanır gibi bir ev işte…
İsmail de Şengül de bir deri bir kemik kalmıştı. Şengül hep titriyor, bir bardak suyu ağzına götürmekte zorlanıyordu. İsmail baktı ki çocuklar da perişan, her şeye rağmen Şengül’ü de seviyor .
Şengül’ün o titreyen ellerini tuttu son kez. “Her şeyi unutalım, kendimize bir şans verelim, bizi hiç kimselerin tanımadığı bir ülkeye yerleşelim, seni seviyorum Şengül, gel kıyma bize” dedi.
Şengül acıyla İsmail’e baktı. ” Yapamam İsmail, yapmam, ben her an senin gözlerinle ölemem, hem ben Mahmut’u seviyorum, seninle yapamam “dedi, başka da bir şey demedi…
İhanet ucu sivri bir bıçak, nasıl kalbini oyuyor, nasıl yaralıyor ve nasıl kanıyor?
İsmail, Mahmut’un izini sürdü durdu…
Sonunda duydu ki Mahmut memlekette ve köy de Şengül ile Mahmut meselesiyle çalkalanıyor. Babası Seydali telefonda, durmadan, ” öldür onu, onu öldür” diyordu…
İsmail Şengül’e nasıl kıysındı…
Şengül’ ü değil de Mahmut’u öldürecekti, çaresiz öldürecekti. “Bu dert beni iflah etmez öldürür ” diyordu.
Ulu dağların karı erir, bir dünya suyu boşaltır sel olur, o sel önüne kattığı her şeyi yerle bir eder ya işte onların da yuvaları öyle yıkılmış, viran olmuştu. Evin havasını çocuklar bile soluyamıyordu. Gitti İsmail, Mahmut’un arkasından onu öldürmeye, onun kanını o avluya sürmeye gitti.
Bir gece yarısı kentteydi, iki bilemedin üç saat yürüyünce doğup büyüdüğü köyüne varacaktı. Gecenin karanlığını yararak köyüne vardı. Hiç kimseye görünmeden, sinerek saklanarak avluya kadar geldi. Biraz ileride kardeşlerinin ve babası Seydali’nin oturduğu yani evlerinin ışıkları yanıyordu. Sesleri bir kuyu dalgasını andırıyordu. Kapılarının önünde büyük bir harman, harmanın önünde aldığı traktör duruyordu. Onlara sunduğu bu rahat ve mutlu yaşamı elinin emeği, alnının teriyle, nasıl hangi şartlarda akıtmıştı bir o bilirdi. Hepsi de mutluydu, kimsenin onun gibi bir derdi yoktu. İçinde öfkeyle karışık bir kıskançlık hissetti, sonra da bu duygusundan vazgeçti…Büyük bir ağırbaşlılıkla derdine razı geldi.
Bir iple bağlı olan avlunun kanatlı kapısını açtı. Avlu damsız, bir tek odaların duvarlarıyla başsız bir insan gövdesini andırıyordu. Kışlık çalı çırpı ve tezek kümeleri yığılıydı. Bu avlu, eski bir Ermeni avlusuydu. Süngülerle yok edilmiş bir aileye aitti sonra muhacirler yerleştirilmiş, onlar da göç etmişlerdi. Sonra da yine bir sürgün olan babası Seydali bu avluya yerleşmişti…Doğup büyüdüğü, evliliklerini yaptığı, tüm ailesiyle acı tatlı günlerini yaşadığı bu avlu, şimdi kendisine ne kadar benziyordu. Başsızdı bu duvarlar, bu yağan yağmurlarla daha ne kadar ayakta kalacaktı ki artık yavaş yavaş, dökülüyordu. Tıpkı kendisi gibi yıkılıyordu. Hava soğuktu, ceketinin yakasını başına kadar kaldırdı, yerde kendi odasının eşiğinde bir yay gibi kıvrıldı… Koynunda keskin bir kama taşıyordu, gözünden akan sıcak gözyaşları avluya damlıyordu. Ne kadar da yalnızdı, ne kadar da çaresiz.
Her şey önceden ayarlanmıştı Mahmut’ un evi, ne zaman gelip gideceği, izlediği rotası… Üç beş kuruşun açamayacağı kapı var mıydı? O gelmeden önce, para her şeyi halletmişti.
Mahmut, şehirlerarası bir otobüs firmasında şoför olarak iş bulmuştu ve yarın evinde dinlenecekti… İsmail kendine ait bu avluda ne kadar da yabancıydı. Saç sakal birbirine karışmış, gözünü kan bürümüştü. Bu avluda masum bir çocuk olarak doğmuştu, fakat yarın bir katil olacaktı.
” O namussuz, nankörü” öldürecekti.
Avluya gece çöktü, tüm anılarıyla birlikte avluyla vedalaştı. Sinerek, saklanarak köyünden uzaklaşt. Kurumuş bir ağaç dalını andırıyordu, öyle zayıf, öyle kuru bir ağaç dalı ki kırıldı kırılacak.
Bir saat kadar kestirme yollardan yürüdü ve kente giden asfalt yola ulaştı. Buradan bir yük kamyonuna el kaldırıp durdurdu. Kente varmadan inecek Mahmut’un babadan kalma tarlasına yaptırdığı evin yolunu tutacaktı… öyle de yaptı.
Mahmut’un geçip evine gideceği yolun kenarındaki ulu bir dut ağacının dibine gizlendi. Mahmut’un evinin ışıkları yanıyordu. Karısını, iki küçük kızını gözlerinin önünde getirdi. Sonra Şengül’ün bedeninde dolaşan Mahmut’un ellerini düşündü. Koynundaki kamayı yokladı, beklemeye başladı. Saatlerce bekledi…bir börtü böcek sesleri, bir de içindeki öfkenin sesi vardı: “Namussuz…”
Uzaktan bir araba sesi duydu irkildi, araba yol ayrımında durdu, Mahmut indi, sürücü ile vedalaştı, ,araç yola devam etti.
Mahmut bir sigara yaktı . Yanıp sönen bir ışıkla İsmail’e doğru yürüyordu. Ayak sesleri yaklaştı yaklaştı..
İsmail, koynundaki kamayı çıkardı eliyle sıkıca kavradı, saklandığı yerden fırlayıp Mahmut’un önüne aniden dikildi. Mahmut irkildi, ne olduğunu anlayamadı, her şey bir iki saniyede olup bitmişti.
” Mahmut, namussuz Mahmut” dedi kamayı karnına sapladı.
Mahmut afallamıştı. İkisi de göğüs göğüseydi. Mahmut iki eliyle kamaya ve akan kanına tutundu, bir “ıııı” dedi sonra İsmail’ e sonuna kadar açılmış gözleriyle baktı… bu bakış ne kadar uzun, ne kadar da imdat içeriyordu…,bu bakış ne kadar acılıydı. Yaşadığı sürece üzerinde taşıyacağı o son bakış.
” Sevdim be abi, çok sevdim” dedi ve öylece yere yıkıldı.
İsmail, bir ağıtla bütünleşmiş gibi Mahmut’un başında oturdu. Sonra Mahmut’un inlemesi yavaş yavaş kesildi…
Mahmut’un akan kanı üzerine sıçramıştı. Bir ceset gibi başı önde, arkasına bakmadan şehre doğru yol aldı. Bir dert daha toplamıştı; Mahmut’un bakışları…Sabah polise teslim olmuştu.
Şengül oturduğu yerden irkildi, sıcak ılık bir sızı gelip kalbine yerleşti, titreyen elini sol memesine koydu…” Mahmuut..” dedi, içi öylece yandı.
İsmail, daha bir tavuğun başını bile kesmemişti oysa. Şimdi eline kan bulaşmış bir katildi…yarın kahraman ilan edilecekti. O ise etrafındakilere tiksintiyle bakacaktı.
Böylece yıllar geçti…Şengül ve çocukları sosyal yardım kurumundan geçiniyordu. Bir Allah’ın kulu Şengül ile konuşmuyordu. Her bakış, her söz bir kurşun gibi gelip ciğerine saplanıyordu. Ailesi reddetmişti …Ellerinin titremesi ne kadar da çoğalmıştı…hemen hemen hiç konuşmuyordu, midesi çökmüş bir kemik yîğınını andırıyordu.
İsmail Almanya’nın zenginliği içinde aldığı maaşının çoğunu avluya aktarmıştı. Çocuklarından, geleceklerinden kısarak ne özverilerde bulunmuştu. Hayat başka akıyordu şimdi, sağlıklı verilmemiş her karar geçmişten geleceğe çukurlar açıyordu…
Oğlu Emre, sokakların “Efe” si olmuş, uyuşturucu çetelerinin kuryeliğini yapmaya başlamıştı.“Zengin çok zengin’’ olacaktı. Ayrı bir ev tuttu, çeteler ona gümüş saplı bir tabanca verdi.. Artık bütün kirli mekanlar ondan soruluyordu.
Eren, o zayıf, o sarı benizli çocuk abisinin, “Efe” liğine hayranlıkla ve gururla bakıyordu
Sık sık okul sonrasında, babası yerine koyduğu Emre’nin evine gidiyordu. Yine böyle bir akşam Emre’ nin evine gitti. Emre,cbir eğlence mekanında sarhoş olarak geç saatlerde döndü. Cebindeki silahı mutfak masasının üzerine koydu. Eren’in gözleri bu güç sembolüne takılmıştı. Abisi gülümsedi: “İşte, işte bu, her kapıyı açan mucize” dedi, silahı eline aldı baş parmağıyla Amerikan serserileri gibi çevirdi.
Sonra namluyu kardeşine çevirdi, ” bum, bum” diye gülüyor Eren’i korkutuyordu. Eren korkmuştu, irkildi. “Dur yapma, yapma abi durrr ” dedi. ” Yapma yapma”….
Sonra gerçek bir silah sesi duyuldu. Eren’in parçalanıp dağılmış yüzü yerde kanlar içinde kaldı. Şengül’ ün aşk acısıyla doğurduğu, bu masum da artık yaşamıyordu.
Gecenin üçünde Şengül’e telefon geldi. Telefondaki oğlu Emre, hıçkırıyor, ağlıyor, şöyle diyordu: ” Onu vurdum, Eren’ vurdum, onu öldürdüm, öldürdüm .
İşte o gece; Habil ile Kabil geri dönmüştü….
https://www.youtube.com/watch?v=iveyYuu5tTY