İnsanoğlunun kıyıda köşede, bazen çok çok uzaklarda bile olsa bir dostunun, bir seveninin, onu düşünebilenin olması ne güzel bir duygudur…Bu duygu ki ne ekmeğe benzer, ne de suya…bu duygu damarlarımızda dolaşan ve bize can veren kaynağa benzer.
” Başın dertte mi? Fizan’da olsan da gelirim…” ya da “iki elim kanda olsa da gelirim” diyebilmek…”Bir ses ver uzaktan, bir ses, sesine de gelirim…”diyebilmek ve gelebilmek. Bir el uzatmak, bir ”nasılsın” diye sormak, ”bak ha ben burdayım” diyebilmek, demek…En çok da , ”niye ben ölmüş müyüm?” demek, diyebilmek, bunu diyecek kadar yakınlığı ve samimiyeti göstermek…
İşte budur bütün mesele; yakında ya da uzakta; nerede olursa olsun insana yalnız olmadığını hissettirmek.
Günümüz dünyasında insanlar yalnızlıktan,kimsesizlikten ölüyor. Öldüklerinde gazete küpürlerinde bir kibrit kutusu kadar yer bile almıyorlar. Burada, bu dünyada insanlar yalnızlıktan kimsesizlikten, kederinden ölüyor işte…Hele bir de gurbette, hele bir de gurbette…İşte o zaman, yaşıyorsa varsın anan varsın ağlasın.
Geçen pazar pandemiden dolayı uzun bir süredir göremediğim arkadaşıma uğradım.
Biraz sitem, biraz da vefasızlıktan yakındı. Haksız mıydı? Dostluklar ertelenmeye, itilmeye, bir köşede unutulmaya gelmemeliydi. “Bu sistem bir pazar gününü bıraktı bize, hadi o da bugün sana feda olsun” dedim ve kalkıp gittim.
” Bak şimdi şaşıracaksın…”
Şaşırdım hem de çok şaşırdım, bunu yazmasam, insan olmaktan utanacaktım, o zaman kendime şaşıracaktım. İnsanın bazen yanıbaşında, dört duvar arasında , ne korkunç ne onulmaz acıları oluyor da, görmüyor, bilmiyor, anlamıyoruz , sormuyoruz. Arkadaşımın evinde şeklindeki koltuğunda, neredeyse bir deri bir kemik bir adam var…beline yastıkla destek verilmiş, anca öyle oturabiliyor.
” Ben bu yaşlı adama bakıyorum, hafızası yerinde değil, gel git olmuş, rahat ol ” dedi arkadaşım.. ‘Merhaba’ diyerek elimi uzattığımda avucumda hissettiğim kemikten başka bir şey değildi. Arkadaşım son altı aydır bu yaşlı adama bakıyor, haftanın son üç günü de akşamları evinde yatıya bırakıyordu.
Peki kimdi bu adam ?
1932 doğumlu, Dersim Pülümür nüfusuna kayıtlı; Sedat Pınar …
Toprağının getirdiği yoksulluktan mı, çektiği acıların, “eh artık yeter” diye sinesine çekmesinden mi? Yoksa o büyük yalnızlığından mı? Bu adam bana o kadar yakın, bir o kadar da mazlum geldi…o kadar ki, bir haftadır bu acıma duygusunu yenemedim, bu kimsesizlik içime bir taş gibi oturdu.
-Adın ne?
-Nerede oturuyorsun?
-Çocukların var mı?
Beyin ne iş yapıyor?
-Sana bakıyorlar mı?
Arkadaşımda oturduğum iki saat boyunca bu adam hep bana bu soruları sorup durdu…
Kesik anıları dışında, geçmişi de yalnız, kimsesiz, bilinmezdi artık… tıpkı bedeni gibi hafızası da onu terk etmiş, yok saymıştı.
”Almanya’ya ne zaman geldiniz ?” diye sorduğumda omuz silkip ağlıyor. Bu ağlamada, onun gözyaşlarında bir şey var; büyük bir acı, “keşke gelmez olaydım , gelip de görmez olaydım” pişmanlığı ve çığlığı var…
Anadolu’dan gelen ilk işçi kafilesi den mi? Uçakla mı geldin , yoksa sirkeci garından trenle mi? Sorularımın hiçbirine cevap alamıyorum.
Bilinen bir şey var ki sosyal kurumun ona verdiği bir odalı evinde, Opel fabrikasına ait iki takdir belgesinin varlığı.
Yani Sedat Pınar, canım Anadolu insanı kadar çalışkan, zamanında işe gelmiş, zamanında işten çıkmış, hiç hastalanmamış, hiç rapor almamış, fabrikanın ağır sanayi işini , babasının malı gibi benimsemiş, hatta dört kişinin yapacağı işi Sedat tek başına göğüslemiş, gece gündüz demeden çalışmış, patron her “Bravo” dedikçe Sedat canını dişine takmış ,böylece Sedat Pınar, bir değil iki takdir belgesinin sahibi olmuş !
Kim bilir ? Günahı boynuna , hatta çalışmayanı, kaytaranı, işini savsaklayanı da şişko patronuna gammazlamıştır.
Sedat, Allah bilir izine de gitmemiştir. Ek işler de yapmış, gözlerini , yeni bir çift ayakkabıda, sıcacık bir montta , temiz bir yatakta, yaşanabilir bir evde, tenceresinde kaynayan güzel bir yemekte de bırakmıştır… Kim bilir? Sedat, bir lokantaya bile gidip karnını bir güzel doyurmamıştır. Bir sinemaya, bir tiyatroya, bir müzeye de gitmemiştir. Hatta, fabrika ile derme çatma ev güzerhahının dışında yaşadığı kenti de bilmemiştir, görmemiştir, tanımamıştır. Patronu ,ucuz iş gücüyle karnını ve cebini şişirdikçe kim bilir ? Sedat, ne çok sevinmiş ,mutlu olmuştur, patronu adına gurur duymuştur.
-Çocukların var mı, kaç tane ? sorusunu cevaplarken döktüğü gözyaşları, onun hiç evlenmediğini, bu dar dünyada, öyle gelip ,böyle gittiğinin de bir cevabı oluveriyor.
Sedat Pınar, bir kadını sevdi mi ? Her şeye rağmen, ver elini dedi mi? Nasırlı elini göğsüne bastırıp, ” işte buradasın ,tam da göğüs kafesimdeki güvercinimsin, seni seviyorum, seni sevdim” diyebildi mi? Sedat Pınar, sevebildi mi?
Evinde siyah beyaz bir vesikalık fotoğraf var, esmer güzel de bir kadın fotoğrafı, biraz üzgün, biraz mahsum bir resim, biraz bu topraklara yabancı, bir gün gideceğim bu topraklardan, bir gün güleceğimin resmi…bir gün, aşkın ateşi karşısında, mezheplerin yer ile yeksan olacağının fotoğrafı. Sevgi ve aşk her şeyden üstün olsun ,hiç bir şey onu yıkmasın ” ne olur” yakarışı.
Sedat da insan, Sedat da sevmiş nihayetinde. Sedat da sevdiğine dokunmak, öpmek, onun elini tutmak, göğsüne başını koymak istemiş. İstemiş istemesine de arada bir de Alevilik ,Sünnilik bıçağı olmasaymış. Fotoğraftaki kadın gitmiş, onu buraya gönderen yoksul topraklara, resmine gözyaşından iki damla bırakarak gitmiş, belki de Sedat’ın yüreğine ağlayarak gitmiş ve bir daha da dönmemiş .Yıllar yıllar sonra kadın da zaten ölmüş…Arkasında küçük, aslında büyük ağır bir vesikalık fotoğrafı Sedat’ın kalbine mühürleyerek, “alacağın olsun Sedat” diyerek, temelli gitmiş.
İyi de Sedat’ın bu yemeden içmeden, giyinmeden, gezmeden biriktirdiği paralara ne olmuş? Sedat Pınar, neden bu kadar yalnız, neden bu kadar bakıma muhtaç.
Bir parça ekmek vermeseler açlıktan ölecek, arkadaşım altını temizlemeyese, kurtlar yiyip bitirecek…
Sedat, kalabalık, yoksul bir ailenin kurbanı işte. Biri yaşar, biri ölürün kurrası işte; biri yer biri bakar, kıyamet ondan koparın dünyası.
” Bütün emeklerimi kardeşlerim sahiplendi, bana bir zırnık düşmedi” diyor.
Sedat ,ne çok ağlıyor… Sedat Pınar, kesik kesik, darmadağınık konuştukça yağmur gibi yaş döküyor gözlerinden.
Yaştır bu, geçiyor, candır bu yıpranıyor, sonunda Sedat Pınar da bileğinin gücüyle, emekli oluyor.
Onca emeğe, onca göz kalmalara, onca cana kasta, bir birikimi de elbette oluyor .
Kardeş dediğin, güven kapısıdır, tüten ocak , ocakta çoğalan soydur. Elini attığında ardına kadar açılan kapıdır, onca emeğe karşılık ekşimeyen surattır. Son nefeste ağzına damlatılan sudur, cenazenin yerde kalmamasıdır. Senin ekmeğini yedik, damına sığındık vefasıdır.
Gel de gör ki insanoğlu da çiğ süt emmiştir. Sedat Pınar’ın yalnız canı değil, emeği de çar çur olmuştur. Kendine ait bir mezar alanı kadar tapulu yeri yoktur. Bütün birikimleri kardeş sofrasında tapulanıp pay edilmiştir. Kardeşliğe de mal mülk, benimdir kanı sıçramıştır, kirlenmiştir.
Dönüyor Sedat, burada hiç değilse emekliliğim var, yiyeceğim pir parça ekmek var, diyerek dönüyor. Derde dağ dayanmaz derler ya, Sedat epeyce dayanıyor , derdine ta ki elden ayaktan düşünceye kadar, dayanıyor. Ta ki sosyal kurumlar ona bir bakıcı verinceye kadar…Elbetteki maaşına da el koyarak, öyle yağma yok diyerek.
Sedat bir kuş kadar az yiyiyor, ağzındaki porselen dişleri bile yediği gıdımlarla düşüveriyor.
Ne ailesi, ne ömrünü gençliğini, gücünü verdiği fabrikası sahip çıkıyor Sedat’a. Sahip çıkanı yok. Sedat Pınar, bir kayıp adam şimdi.
Ömrünü tükettiği emekliliği ona huzurevinde bir yer bile bulamamış, haftanın üç buçuk gününü arkadaşımda, banyo ve tıraş ihtiyacını gidererek diğer geri kalan günlerini bir odalı evinde sosyal kurumdaki başka bir kadın yanında kalarak geçiriyor…
İnsanlar yalnızlıktan ölüyor, insanlar kimsesizlikten, insanlar sesizlikten ölüyor.
Sedat Pınar hem buradaki sömürü sisteminden, hem ailesinin asalak yaşamından yaralı, çırılçıplak , ortada kalıyor .
” Üryan geldim, yine üryan giderim” deyişi ne kadar da Sedat Pınar’ın bir deri bir kemik kalmış bedenine oturmuş.
Terteleyi hatırlıyor mu?
” Ahh ahhh, çocuktum daha, daha çocuk” diyor.
Sedat Pınar ne çok ağlıyor.
-Çocukların var mı ,sana bakıyorlar mı?
-Bakıyorlar ya, bakıyorlar tabi …
-İyi, çok iyi … Baksınlar ya, baksınlar tabi.
Sedat’a bakmamışlar, Sedat’ı zalimce kullanmışlar, Sedat’ı bu dünyada bir fazlalık gibi dışarı atmışlar. Sedat şu an tam 90 yaşında, muhtemelen ikinci işçi kafilesinden, ilk işçi kafilesi, iş süreleri dolunca yurda geri gönderilmiş.
Sedat Pınar’ın ömrünün çoğu burada geçmiş, ihtimal o ki burada ölecek. Kimsesi olmadığından krematoryumda biriken ölülerle birlikte yakılacak, kimsesizler alanına belli bir süreliğine, bir çömlek içinde belediyece defnedilecek; bir haber değeri bile olmayacak.
Evi belediye boşaltacak, bir tahta yatağı yorganı yastığı, terlikleri, üç beş parça giysisi, vesikalık yari, iki takdir belgesi kapının önünde çöpe atılacak.
Sanki Sedat Pınar, hiç ama , hiç yaşamadı olacak …
Velhasıl böyleyken böyle…
Ne çok duyar olduk son zamanlarda.
” İnsan bi aramaz mı, bu öldü mü kaldı mı diye sormaz mı , yüzünü gören cennetlik…!”
-Bir ses ver ! İki elim kanda olsa da gelirim, bir ses…İşte bak ! Hesapsız çıkarsız burdayım…
Hesapsız , çıkarsız diyebilmek…