Suna Arev: Koridorun Sonundaki Oda

Yazarlar

Koridorun sonunda büyük bir oda , sağlı sollu iki gömme elbise dolabı , iki ayarlanabilir en iyisinden yatak , yatakların hemen baş ucunda iki masa, masaların üzerinde su dolu iki şişe ve bardaklar…Yatakların iki ucuna geçirilmiş çağrı aletleri , bir kırmızı butonla koridorun son odasına koşacak görevliler…

Onların duvarlarını süsleyecek bir tek hatıra resimleri yok , masalarına oturtulmuş  sevdiklerine bakan bir tek fotoğraf karesi de… iki kocaman pencere arasındaki duvar boşluğuna çakılmış bir manzara tablosu var sadece.Manzara evsiz barksız, insansız uzun geniş ağaçların gölgesinde açmış papatyalar…hepsi bu kadar. 

Onlar için eşyaların ne önemi var ki ? Aslında bu odada sadece ikisi var. Geç kalınmış bir yaşamın son kırıntıları…Bunlar da aman yere düşmesin (!) diye toplamaya çalışan, zamanın bir saniyesini bile boşa geçirmemeye gayret eden, bunun için titreyen iki yaşlı insan. Buradan ötesi yok , buradan başka gidilecek kapı da yok… burası son durak, burası bir huzur evi. İşte Familie İzci. (İzci ailesi). Hasibe ve Mehmet çifti…

1960’larda başlayan ucuz işgücü göçünün,  başka bir deyişle ucuz insan pazarının Sirkeci garında başlayan, Münih garında sona eren kafileler halindeki yolculuklar serüveninde İzci ailesi de vardır.

Mehmet’in sol gözü iyi görmüyor. Almanya onu  işçi olarak kabul etmiyor. Elindeki bavulu ve kırılan hayalleriyle dönüyor kendi yurduna. O bir Karadenizli. Dağları bulutlara el vermiş gür kayın ormanlarının, hırçın akan derelerin, yemyeşil ve derin vadilerin çocuğu…Yıkılan ve tarihe karışan  imparatorluktan sonra kurulan Cumhuriyet yönetimi burada da halkın yoksulluğuna çare bulamamış. Bütün bu görsel güzelliklere ve verimli doğanın nimetlerine rağmen burada da insanların boynunu büken ve acı veren bir yoksulluk var, ülkenin her yerinde olduğu gibi…

Mehmet Almanya’ ya gidememişse bu dünyanın sonu mu? Elbette değil. Dağ gibi Hasibe gider. Hasibe ki, uzun boylu , güçlü kuvvetli,  ayağını bastığı yeri titretir, taşı sıksa suyunu çıkarır…Hasibe onu büyüten hırçın , baş eğmez , geçit vermez doğasından almış özelliklerini. Memleketine, toprağına benziyor ve orada koşturup duran bir at kadar güçlü, bir o kadar da sağlıklı.

İki küçük çocuğu var geride, ekmeğe ‘pepe’ diyen…olsun, onlar için gitmiyor mu zaten? Daha iyi bir gelecek, daha iyi bir yaşam için değil mi bütün bunlar? Hem Mehmet de güvenir ya; Hasibe’nin sırtı kuvvetli ondan yana. “Ordunun içinde olsa namusuna halel getirmez evelallah… “

Hasibe okur yazarsız… hemen hemen bütün iş başvurusunda bulunan diğerleri gibi.

Hasibe’nin boyu tamam, kilosu tamam , ciğerleri sağlam, eli ayağı sağlam, dişleri, gözleri de…Bugüne bugün Alman’ın çırılçıplak sağlık kontrolünden geçmiş, Her bir şeyine ‘sehr gut’ (çok iyi) denmiş.

Ne iş olursa yapar Hasibe, ne iş olursa katlanır. Yeter ki yoksulluğu son bulsun, yeter ki yüzü gülsün… Şimdi koca Almanya’ya gidecek, oralarda artık savaş bitmiş, artık insanın yanan etinden sabun yapmıyorlarmış. Gidenler söylemiş, bavullar dolusu parayla dönecek…iş sözleşmesi bir yıl olsun, o bile yeter…yemez içmez Hasibe, her kuruşu biriktirir de döner yuvasına, yuvasını sıcacık şen ediverir…

Sirkeci garı; ana baba günü. Toprak atsan yere düşmez. Fötr şapkalı, kravatlı temiz giyinmiş adamlar, kısa, modern kesilmiş saçlar, mini etekli genç, sağlıklı kadınlar…

Hasibe’nin bir kelime Almancası yok, tıpkı diğerleri gibi. Arkasında onları koruyan, sağlık ve iş şartları konusunda güvence veren bir hükümetleri de yok. Hasibe’nin işçi ve sınıf bilinci de yok. Yok babam yok…

Ama sağlık  kontrolünü aşmış, eğer boynunu , çaresizlikten eğer. Hasibe gibiler nasılsa ne iş olursa olsun yaparlar. Mecburlar. Mecburiyetleri çaresizlikten, çaresizlikleri yoksul olmalarından. En iyi, en ucuz imalat, üretim ve hizmet kaynağıdır yurdum insanı. Alman burjuvazisi için bundan daha iyisi mi var?

Üç gün üç gece süren tren yolculuğu başlamıştır. Kadınlar ve erkekler ayrı ayrı vagonlarda yol alır. Anadolu’nun bereketli, kadim toprakları öksüz kalmıştır… arkalarından bakar gidenlerin. Gidip de dönmeyenlerin, arkalarında yanık türküler bırakanların…Anadolu’daki en büyük işçi göçünün, tartışılmaz büyük sömürü yolculuğunun, yıkılmış viran olmuş ailelerin dramları da böylece düşer tarih kitaplarına.

Münih garında sona eren bir yolculuğun ardından bu kez Münih otobüs terminalinde yeni bir yolculuk  başlar. Anadolu’dan gelen ucuz iş gücü kaynakları, yurdum insanları Batı Almanya’nın kentlerine dağıtılır.

Lakin bu işler davar gütmeye benzemez , orak sallamaya , mısır koçanlarını yolmaya hiç benzemez. Alışırlar nasılsa…Almanların yapmadığı en ağır , en tehlikeli , en pis işleri yapmaya alışırlar…Hem de kendi babalarının fabrikaları ya da işletmeleriymiş gibi canlarını ortaya koyarak çalışır ve alışırlar. 

Hasibe de alışanlardan biridir. Bir yıllık konserve fabrikası işçiliğinin sonunda , diğer kadın arkadaşlarıyla birlikte otomotiv sanayi işçiliğine başlar. Dönmez Hasibe, dönmez, paranın yüzü sıcaktır, alışır ve dönemez işte.

Dört yıl sonrada Mehmet ve çocukları aile birleşimiyle Almanya’ya gelirler. Mehmet de otomotiv sanayinde işçi oluyor. Çalış ha çalış, kapitalist sistem bu, emek sömürüsü bu,  hiç kimsenin gözünün yaşına bakmaz. Çalış da çalış…

Burada bir kızları daha olur. Hasibe anasının adını koyar kızına ; Fatma.

İlk iki çocuğuyla bir türlü duygusal bağı kuramaz Hasibe. Çocuklar hep o terk edilme duygusunun öcünü alırlar. Hasibe gün olur canından bezer , gün olur ölmek ister , yaşamı böyle gelir geçer.

Ama bütün sevgisini de Fatma’ya verir.

Gel zaman git zaman, candır bu,  dayanır mı bunca çalışmaya? Onca hasrete , onca gurbete dayanır mı?  Yalnızlığa , ihanete , iliklerine kadar sömürülmeye ,dilsizliğe ,gitmek mi , kalmak mı  medcezirine , çocukların büyüdükçe artan sorunlarına? Taş olsa erir ya; Mehmet’e öyle oluyor işte . Emekliliğin tadını çıkaracakken şekeri vuruyor boynuna…önce bir ayağı , sonra ikincisi baldırlarından kesiliveriyor…Kim bakar ki Mehmet’e,  yol arkadaşı Hasibe’den başka. Hasibe de ağır çalışma koşullarından ötürü bir posaya dönüşmüştür. Aslında ikisi de bir enkaz yığınıdır artık. Çocukları yuvadan uçalı yıllar olmuştur.

Şimdi Hasibe, Mehmet’i öyle yarım , öyle az , geldiğinde bir bavula sığdırdığı hayalleri gibi alsa eline düşse Karadeniz ‘in o bulutlara el vermiş dağlarına dönse, orada yaptıkları birikimlerinin tadına varsa .

Bir ses , bir el ile komşuları başına toplasa  , o yeşil vadileri kahkahalara boğsa , yıllarca sustuğu, birkaç kelimeden ibaret Almancasını  yolun kenarına atsa , bir kenara atsa  ya… Ana dilinden bağırsa , ana dilinden çağırsa , ana dilinden hıçkıra hıçkıra ağlasa , yüreğinin efkarını dağlara yağsa , yağsa ya… Fakat ne fayda gidemez işte, istese de gidemez artık.

Burada hiç değilse şimdilik işleyen bir sağlık sistemi var. Mehmet’e oralarda ne olur ?

Mehmet ki el kadar kalmış…

Bir apartman yalnızlığı, kapı ziline hemşirelerden başka kimsenin basmadığı, can verdikleri çocuklarının bile yüzlerine hasret kaldıkları , en çok bir sesin , bir el atmanın arandığı yıllardır yaşanılan. İkisinin de emekliliği var , ikisi de ele ayağa düşmüş . Gidecekleri son kapı huzur evidir artık.

İşte koridorun sonundaki büyük oda…Kapıda Familie İzci (İzci ailesine ait bir oda) yazıyor.

Zamanında Mehmet az mı dövmüş Hasibe’yi? ,Hasibe az mı küfür, beddualar etmiş Mehmet’e?  Ayrı kaldıkları 4 yılda Mehmet’ in kafasında az mı tilki dolaşmış, nelere kafa patlatmış, neleri düşünmüş, neler yaşamış? Neyse ne işte…

Bu oda, ikisinin nefesiyle dolan bu oda; her şeyi büyük bir ağırbaşlılıkla affetmiş, bağışlamış geçmişin tüm acılarını. Bu büyük yalnızlık nasıl da bu iki emekçi eli birleştirmiş. Bu iki el ki hiç bu kadar yakın olmamış, bu ses , hiç bu kadar birbirine karışmamış , bu nefes,  hiç bu kadar birbirine can olmamış .

Kentin  kenar mahallesinde inşa edilmiş bu 4′ katlı, kare biçimindeki huzurevinde tek bir kişi Türkçe biliyor. O  ikisinin de  ‘domuz eti yemezler’ yemek listesini düzenleyen ve kırmızı butona her bastıklarında yanlarında olan genç bir kadın.

İki yıl dayandı Mehmet …İki yıl hiç sevmediği kadar sevdi Hasibe’yi. Hiç anlamadığı kadar anladı…Hasibe,  Mehmet’e ömrünün en güzel aşkını verdi. Hiç soranları olmadı , hiç o koridorun sonundaki odaya yürüyüp ayak sesleriyle ikisinin yüreğini heyecanla titretip, sevince boğan bir çocukları , bir tanıdıkları olmadı.

Mehmet, akıllı adam ‘camiye üye’ olmuş zamanına.  Cenazesi Diyanet tarafından yurduna götürüldü. Tabutu bir çocuk tabutu kadar küçüktü…Hasibe küçük bir odaya alındı. Elindeki tek oyuncağı kırmızı butonu oldu. Buton dünyanın en değerli varlığıydı. Mutfakta çalışan genç kadını kızı Fatma sanıyordu.

–Gel Fatma, otur yanıma… Fatma canım sarıl bana , sıkı sarıl, hiç bırakma.

–Aç mısın Fatma?  Üşüdün mü?  Sarıl bana Fatma , sıkı sarıl hiç bırakma.

Karadeniz’ in dağları bulutlara yoldaş olmuş, çayın en iyisi orada yetişir. Çay  ki sosyal ilişkilerin, kaynaşmanın kapısını açan değil miydi?

–Çay koy Fatma , çay getir Fatma. SARIL Fatma, sıkı sarıl hiç bırakma.

Fatma kim? Bu kapitalist sistemde , artı emeğiyle sömürülen yeni bir işçi köle. Patronların umurunda mı Hasibe’nin Fatma özlemi ? Öyle her kırmızı butona basmayla  ‘Fatma” gidebilir mi? Yüksekten gelen bir emirle (!) ‘Fatma’ nın ziyaretleri de azaldı. Küstü Hasibe, dünyaya küstü , yemeğe küstü, hep c harflerinin baskın olduğu bir dille ağlayarak çağırdı Fatma’yı…

—Cel Fatma , cel sarıl bana , sıkı sarıl Fatma , hiç bırakma… Fatmaaa ceeeeel…

Mehmet’ten dört yıl Hasibe de öldü. Elinde kırmızı buton ‘Fatma’ yı çağırırken.

Diyanet onu da yurduna götürdü , nasılsa önceden cenaze masrafları ödenmişti.

Öyle yalnız , öyle sahipsiz ,öyle garip …Anadolu’daki en büyük işçi göçüyle gelen bir emektarın daha nüfus kütüğünden adı silindi…

Hiç yaşamamış gibi…

İlginizi Çekebilir

Merkan Aksoydan: SOL PARTİ ve TKP açıklamaları üzerine küçük bir yazı
Temel Demirer: ‘Post’lu Günlere Spinoza’cı Bir İtiraz

Öne Çıkanlar