Suna Arev: Osman’ın vicdan azabı ve bir hortlak masalı

Yazarlar

Bir kardeş sofrası kadar büyük, bir kardeş sofası kadar sıcak ve bir orduyu doyuracak kadar bereketliydi Hazorik. Köyün orta yerinden bir yılan gibi kıvrılarak uzanan yolu; Elaziz’den başlayıp Çemişgezek dağlarına kadar uzanır, orada selama dururdu bu kadim topraklara…

Yolun iki yanına sıralanmış evler, o evlerin arkalarına gizlenmiş ve nazlı bir gelinin boynundan kopmuş kehribar renkli inci bir kolye gibi köyün her yanına dağılmış küçük toprak evlerden yayılan cıvıl cıvıl çocuk çığlıkları… Çocukların köyün dört bir yanından yankılanan çığlıkları hayvanların böğürtüleriyle birleşir, dünyanın hiçbir yerinde eşine rastlanmayan müzikal bir ahenge dönüşürdü.

Bu evler ki yarı bellerine kadar taş örgülü ve üzerine sıra sıra kerpiç döşenmiş, bilmem hangi dönemlerden geçip gelmiş de çok yorulmuş, oracıkta çökmüş, kök salmış yaşlı dut ağaçlarını andırıyordu…Yarısı taş, yarısı toprak evlerin, göbeklerine yerleştirilmiş kesme taşlar ise bir zamanlar bu kadim topraklarda, farklı medeniyete ve inanca hizmet etmiş manastır ve kiliselerin duvarlarından sökülmüştü. Geçmiş inancın ve Uygurların kanıtı bu taşlar, köydeki evlerin duvarlarına özenle yerleştirilmişti… Her taş parçası, insan bedeninden koparılmış bir organı andırıyordu. Biri kol, biri bacak, biri omuz, başka biri yol gözlemekten yorulmuş, açık bir çift göz gibi duruyordu…

İri ve yorgun gözlerini açmış, kederle bakan her kesme taş, yuvaları yıkılmış kimsesiz baykuşlar kadar çoktu.

Her baharda, kazılan yeni ev temelleri, bazen insan iskeletlerini, bazen de o çok eski mezarlıkları da gün yüzüne çıkarırdı. Bir tutam saç, bir dizi beyaz diş, bir kuru iskeletin gençliğine ağlanırdı. Sonra o iskeletler, derin bir vicdan azabı ve binbir af dileyişi içinde, köyün mezarlığında tekrar defnedilirdi. Bir zaman ah vah edilir, bilinmeyen gençlik ve ölüm nedenleri tasavvur edilir ve zamanla unutulur giderdi…

Köyün üç mahallesi vardı; yukarı mahalle , orta mahalle ve aşağı mahalle… Aşağı mahalle genelde köyün en eski yerlilerine aitti. Onlar köklü geleneklerin ve köklü kültürlerin sanki son temsilcileriydi. Ayrı bir inanç ve kültüre sahip olsalar da, sanki yerin altındaki o iskeletler gitmeden önce, bütün bildiklerini, bütün duyduklarını, son icatlarını onların kulaklarına fısıldayıp da gitmişlerdi.

Aşağı mahallenin sakinleri şanslı olanlardı. Yaşamın her alanına sığacak bilgi ve tecrübe de onlarda vardı. Bu bilgi ve beceri akışı özellikle, kadından kadına akan duru bir ırmak gibiydi.Köyü ortadan bölen o geniş yol,  aşağı mahalleye uzadıkça, kavisli bir yolla ayrılır ve adeta köyden ayrı düşerdi. Neredeyse her evin önüne dikilmiş bir dut ağacı olurdu ve aşağı mahalleyi ağırlayacak kemerli çeşmesiyle, özellikle kadınların toplanma ve paylaşma alanıydı. Köyden ayrılmış gibi durması buranın yalnız olduğu anlamına da gelmezdi. Aksine köyün en uğrak, en kalabalık yeri de burada; aşağı mahalledeydi. Orada hiç vazgeçemeyecekleri, hiç unutamayacakları anıları , acıları, sevdikleri vardı ki o da gidecekleri son evleri olan mezarlıklarıydı.

Her taze mezar açıldığında burası bir insan seline dönüşür, kadınlar tırnaklarıyla yüzlerini kanatır kanlı göz yaşlarını dökerlerdi. Son çığlıklarına kadar süren bu acılı merasimler, yaslar içinde ağlayan kişinin koltuk altlarına iki kişinin yaslanıp acılı kişiyi evine sürüklemesiyle son bulurdu. Öylesi günlerde düğünler ertelenir, hiç kimseler eğlenmez , gülüp söylemezdi . Ölü evine saygının bu ifadesi köklü bir dayanışmayı da sürekli kılardı.

Ebedi bir uykuya dalmış, bir daha hiç dönmeyecek olan bu ölü evleri mezarlığın hemen yanı başında yere diz çökmüş tarih öncesinden gelen yaşlı bir adam görüntüsünü andıran bir ev vardı. Aralarında küçük bir tarla olmasa hani bu ev de mezarlığın bir parçası sanılırdı.Bu küçük bu yoksul evin bir annesi vardı ve adı Mauş idi..

Bu mezarlıkta bir insan topluluğu görünmesin, kapısının önünde yeni bir mezar açmak için insanlar kazma kürekle yürümesin, o an hemen hubdan huba düşer, başı kesilmiş de ortalığa salıverilmiş bir horoz gibi çırpınır, ağzındaki ses telleri ,dişlerinin tıkırtısıyla güçlü bir lodos rüzgarına dönüşürdü.  Öyle titrer , öyle bir üşürdü ki üzerine örtülen yün yorganlar yetmezdi. Başına geçirdiği yorganın altında sıtmalı bir hummaya yakalanmış gibi titrer ve asla başını dışarı çıkarmazdı. Ve onu izleyen bir kaç gece asla dışarı çıkılmazdı. Küçücük dört çocuğun tuvalet ihtiyaçlarını bile bir leğende giderilerdi.

Bütün bu korku, bu ölüm havası çocukları da etkilerdi. Onlar da bir yumak olup birbirine sarılır, titreye titreye gecenin kör karanlığında uyurlardı. Sebep ölülerin dirilmesi, çok sevdikleri dünyaya geri dönmesi ya da kötülük yapmış bir kişiyi toprağın kabul etmeyip dışarı atmasaydı ki bu da hortlak demekti. Hortlaklar korkularının ana kaynağıydı. ”Hortladı” sözcüğü o zamanların gaz lambası ile aydınlanan loş karanlığına kabus gibi çöken öldürücü karabasanlardı. Kaç kişi saralık oldu, kaç kişinin korkudan ödü koptu, kaç kişi öldü de parmaklar artık sayamaz oldu. Köyde hemen hemen herkesin gördüğü bir hortlak ya da bildiği bir hortlak hikayesi mutlaka vardı.

Mauş bu evde 8 çocuk doğurup, büyüttü.  Hatta, üç beşini everdi ama yine de onun o hortlak korkusu , hortlak kabusu hiç geçmedi. Nice yokluklar , nice acılar ,nice dayaklar yedi de hiçbir şey hortlak korkusu kadar ağır, hiçbir şey hortlak korkusu kadar kalıcı olmadı. Bu korku adeta ruhuna yerleşmişti, bu yüzden geçmedi… Bu kadar uzun süren, bu kadar ürkütücü ve yıpratıcı olan, Mauş’un derisine yapışmış ve vücudunun bir parçası haline gelmiş bu korkunun bir sebebi olmalıydı.

Zira hiçbir şey sebepsiz olamazdı…Osman’ın hikayesi…Osman köyün köklü ailelerinden…Babasına ait epeyce tarlaları, bağı bahçesi olan biri. Hazirok’ta geniş aile sofrasını paylaştığı kardeşleriyle mutlu bir hayat yaşamaktadır. Ancak bu mutlu birliktelik kardeşlerin büyümesi, kendilerine ait bir yuva kurmaları ve evden ayrılmalarıyla değişir. Sevgi ve kardeşlik olgusu bu nedenle bazen kirli bir nefrete de dönüşür.  Araya giren, onları çil yavrusu gibi dağıtan ve birbirlerine düşman eden şey de kimsenin hakkına razı olmadığı; adilce pay edilmediğini düşündüğü ‘miras’tır.  Kardeşlerin arasına bir düşman gibi giren, onları birbirine düşüren maddiyattır, paradır ve onun da köy hayatında adı topraktır; tarladır…İşte bu kahrolası mülkiyet hırsı; zaman zaman kardeşi kardeşe kırdıracak kadar insanı esir almakta ve kardeşliğin bağrında bağışlanamaz ve onarılamaz yaralar açmaktadır. Osman da altı kardeşi ile arasındaki toprak davasında, baba ocağından başı gözü yarılarak ayrılır. Aynı köyün aşağı mahallesinde yarı yıkık bir Ermeni evini onarır, oraya yerleşir. Ermeni’den kalma o öksüz, o viran evi kendine yuva eder. İki çocuk babasıdır, tüm köylüler gibi o da çiftçilikle uğraşır. Payına düşen mirasla geçinip gider, Karısı bir muhacir kızıdır. Karısının teninde öyle bir beyazlık vardır ki kirpikleri bile ak sütü andırır. Osman ise orta boylu, karayağız bir delikanlı. Daha çok mal edinebilmek için karısıyla didinip durur. Kardeşler küs , birbirleriyle rekabet içindeler.

Osman’ın muhacir karısı hamile; iki oğulları var ve daha küçükler. Karısı aynı zamanda Mauş’un iyi dert ortağı, sırdaşı. Ayrı inançlardan olması onları pek bağlamıyor, birbirlerinden çok şey öğreniyorlar. Muhacir gelin Mauş’u elinden her şeyi yiyiyor. Dini fetvaları umursamıyor. Mauş ona bir kardeş kadar yakın, samimi ve çıkarsız. Bu süt kadar beyaz gelinin üçüncü doğumu da yakın . Fakat Osman’la birlikte gece gündüz  demeden öyle çalışıyorlar ki paylarına düşmeyen en büyük , sulak tarlalardan daha iyisini satın alacaklar. Ah içmişler birbirlerine, and vermişler…Osman onlardan daha varlıklı , daha üstün olacak ya; gece gündüz dişlerini tırnaklarına takıp çalışıyorlar, didin babam didiniyorlar.

Gün gelip çatıyor; beyaz gelin bir oğlan daha doğuruyor. Anası gibi ay kadar beyaz, ay kadar parlak , nur topu gibi bir oğlan çocuğu…Derler ki, “Yeni doğum yapmış bir kadının 40 gün mezarı açıktır. 40 gün  Azrail kapısını bekler. Olmadı, Albasar alır bebeği götürür ki evi yarım, gönlü kırık kalır. İşte o kırk gün iyi bakmalı anneye; iyi beslemeli , hoş tutmalı…”Ama kim dinler ki ? Beyaz gençtir, dünyayı yeniden yaratacağını sanır, hiç doğum yapmamış gibi çalışır. Sonra öyle bir zatürree olur ki öksürmekten başındaki tavanın yıkılacağını sanır. Mezar kırkı dolmadan Beyaz gelini de alır içine, onun da üstünü toprakla örter.

Üç öksüzü duvar diplerinde kalır…

Osman’ın eli ayağı bağlanmış ,üç küçük çocuk, bir de yazı yaban işleri…Bir dönem köylüler yardım ediyor fakat nereye kadar. Aşağı mahalleyi bir kundak ağlamasıdır sarmış , gece gündüz bebek ağlıyor da susmak bilmiyor. Osman geceleri sabaha kadar evin içinde bebeği kollarında gezdirip uyutuyor, tam yatağına koyacak uyuyacakken bir daha uyanıp ağlamaya başlıyor bebek. Bu bir iki gün böyle devam ediyor. Osman uykusuz, Osman sinirli, Osman sabırsız…

İşte  bebek yine uyandı…Osman alıyor bebeği  koynuna evin içinde bir aşağı bir yukarı , bir aşağı, bir yukarı…Yok , bebek susmuyor . Bütün mahalle gecenin karanlığını yırtan bebek sesiyle huzursuz. Bir aşağı, bir yukarı …. Osman uykusuz, sinirli, sabırsız . Bir annede , bir kadında olan irade ve şevkat onda yok. Osman çok sinirleniyor , bebek ise durmadan ağlıyor . Osman güçlü kollarıyla bebeği tavana kadar uzatıyor . Bebek ağlıyor… Tavana uzanan eller , son bir güç toplayarak bebeği hızla yere çalıyor…

Susuyor bebek , artık hep susuyor.. Aşağı mahalle ölüm yalnızlığında …Hiçbir ses gelmiyor, köy dilsiz , köy lal oluyor…Her şeyin bir sesi var ; esen rüzgarın , yağan yağmurun , çeşmede akan suyun , gökte uçan kuşun , yanan ateşte bir odun çıtırtısının ve  uyuyan iki çocuğun göğüslerinden inip kalkan nefesin sesi. Börtü böceğin, rüzgardan sallanan ağaç dalının o dalda savrulan yaprağın bile bir sesi var. Fakat bebeğin sesi yok. Hani bebek bir ‘ingaa’ dese ,sadece bir ingaa ,bir sese ,bir titreşime , bir ağız açmaya…Osman, şimdi neler vermezdi ki? Şimdi şu anda canını bile bir ingaa sesine seve seve vermez miydi? Verirdi elbette verirdi.

Bebek yerde , beyni ciğerleri parçalanmış…

Osman’ı iç sesi , Osman’ ın vicdan sesi, ki bu bütün seslerden daha gürültülü, daha güçlü, daha korkunç…Bir ateş içini kavurur, bir mahcubiyet ,bir pişmanlık duygusu, bir yüzü kara durum hali ki, sabah olmasın ister. Zaman orada dursun , her şey ama her şey taş kessin ister… Bir ingaa, nolur bir ingaa…İlk defa gece bu kadar uzun, ilk defa gün bu kadar çözümsüzdür. Osman bağdaş kurmuş bebeğin başında, elleri koynunda bir beşik gibi sallanır ha sallanır.Köylerde yaşanan bir apartman yalnızlığı değildir. Sabahın seher vaktinde şayet kanatlı kapılar açılmamışsa bir gariplik olduğu hemen hissedilir.Öyle de oluyor işte; kapı tokmağını komşular vuruyor. Gün öğlen olmuş…

/Devam edecek/

İlginizi Çekebilir

Kemal Okutan: İstanbul’un cevabı…
Temel Demirer: Corona Günlerinde Açlık

Öne Çıkanlar