Suna Arev: Osman’ın vicdan azabı ve bir hortlak masalı-2

Yazarlar

Kanatlı kapının ardındaki gerçek Osman’ın perişan hali, acıyan yüreğidir. Rengi morarmış yerde paramparça yatan ölü bebeğidir. Kanatlı kapının ardındaki gerçek Osman’ın vicdan azabından ve pişmanlıktan ne yapacağını, ne edeceğini bilememesidir…. 

O günden sonra Osman’ ın ağzını bıçak açmaz…Aileden payına düşen tarlalar, geride kalan iki küçük oğlu  ,evi , hayvanları, malı mülkü hiçbir şey artık Osman’ın umurunda bile değildir.

İçinde bir yangın sesi; hep ‘ingaa’ diye yardım isteyen bebeğin ağlaması. Yaşamının gelip durduğu tek yer bu sestir. Anasız kalmış bebeğin ağlamasıdır. Hepsi bu kadardır.

Hiç kimseyle bir kelime bile konuşmaz , kuruyan dudaklarına sudan başka bir şey dokundurmaz. İki küçük oğlunu da Osman ‘ın kız kardeşi himayesine almıştır.

Osman’ ın ağzını bıçak açmasa da köylüler ölü bebeğin yara almış bedenini yıkarken görmüşlerdir.  Her bakış, her yüz çevirme, Osman’ın bir evlat katili olduğunu haykırmaktadır. Osman için bu da dayanılır gibi değildir. 

Günlerce dışarı çıkmaz , oğlunu yere çaldığı yerde bir iç hesaplaşmaya, bir vicdan savaşına başlar. Yanı başında ceviz ağacından oymalı bir sandık vardır. Karısı Beyaz’dan kalma bir çeyiz sandığıdır . İçinde ikisine dair gelecek hayalleri kurduğu iki sarı altın yatmaktadır. Bu altınlarla kardeşlerine inat , köyün en verimli topraklarını alacaklardı.İlk birikimleridir; iki sarı altın…

Günlerden sonra bir şafak vakti kanatlı açılır gün yüzüne. Osman tıpkı yüreği gibi iki büklüm kapıdan çıkar. Yaşayan bir ölü gibi ayaklarını sürüyerek Elaziz’e doğru yol alır. İnsan kendinden saklanır mı, insan kendinden utanır mı, insan ayağını bastıkça yakan sıcak topraktan,, ayağına batan kara çalıdan, günlerce bir lokma ekmek inmemiş midesinden hoşnut olur mu? Olur ya , olur işte… Osman ister ki her şey  canını yaksın , onu acıtsın, vicdanını yere , o kara toprağa gömsün. Yürürken ellerini çalılara süre süre yürür de bana mısın bile demez…

” Kanasın, kanasın işte’’ der, ‘’paramparça olsun bu eller , bu eller değil miydi küçücük bir masuma kıyan , onu yere çalıp öldüren…Kanasın, kanasın da beter olsun’’ diye diye yol alır.

Gördü de görmezden geldi üzerine çevrilmiş bakışları. Çeşmede su dolduran kadınların ağızlarını örttükleri tülbentle kaçışmaları gördü de, görmezden geldi. Bunlar bir yana kardeşlerin mal için yaptıkları hatta bir ömre bedel hayaller kurduğu karısının ölümü bile canını öz evladının kendi eliyle öldürmesi kadar yakmamıştı. İşte şimdi hepsinden beter yanıyordu canı.  Öyle ki köylülerin dışlama davranışlardan bile hoşnut bir halde cezasına kılıç çalınan boynunu usulca eğerek, razı gelir…

“Beni taşlamayın , öldürün…” Bütün iç sesiyle bunu söyler. İşte onun azap çeken vicdandan yükselen sesinin özeti budur: Ölmek…içindeki vicdan azabıyla hesaplaşarak ölmek.

Elaziz kalabalık, insan seli akıyor. Getirdikleri malları pazar yerinde el sıkışarak satmaya çalışan tüccarlar, bakırcılar , nalbantlar, ,kumaşçılar… Gülüşen, tartışan , kavga eden insanlar…

Fakat hiç kimsenin derdi Osman’ın derdi kadar iç kemiren değildir ki. Nereye gitse çocuğunun o son ağlaması , o son anı içini adeta bir kazma gibi oymaktadır. Her an canı , o vicdan azabının içinde yangın yerine dönüşmekte ve Osman tükenmektedir.

Vardı pazar yerine; önce sarı altınını bozdurdu, sonra avucundaki  liralara baktı. Gördüğü  çok sevdiği karısıyla evlenmeleri, ilk öpüşmeleri, iyi günde kötü günde birbirlerine verdikleri o yıkılmaz aşk sözleriydi. İlk oğlunun doğumu, Beyaz’ın bir damla gözyaşına karşılık ettiği, “senin için dokuz köyü ateşlere veririm” yeminiydi…İyi günde kötü günde  hep beraber el ele verdikleri ikrara , sonra ikinci oğullarına, seslerinin birbirlerini boğduğu kahkahalara , yeniden başlamak için onardıkları o boynu bükük, yıkık Ermeni evine dalıp gitti…Sonra Beyaz’ın o hazin ölümü, sonra …sonra yeni doğmuş masum oğlunu kendi elleriyle, öfkesine yenilip yere çaldığı o an . Ve o ses…Kulaklarından hiç gitmeyen o son ses….Ingaaaa….

Sonra gökyüzüne baktı , gökyüzü geniş , gökyüzü  sonsuz bir mavilik içindeydi. Sarı güneşin sıcaklığı her canlıya ulaşıyordu.

Osman bir gökyüzüne baktı,  bir de akıp giden insan seline. Yaşamanın aslında ne kadar da güzel olabileceğine baktı…baktı da baktı…İçinde, taa yüreğinde hiç susmadan ağlayan ,onu bir ipin ucuna götüren kısa ömrüne baktı, baktı…baktı. O yorgun ,o bitkin başını gökyüzüne tekrar dikti ve dedi ki:

“Benim sana, bu garip canın sana ne kötülüğü oldu ki sen bana bu zulmü reva gördün?..”

Bir Nalbur dükkanından içeri girdi. Nalbur, Osman’a sağlam bir kendir ipi satmıştı. İp : çektiği vicdan azabını, bir bıçak gibi  ömründen  kesip atacağı tek şeydi ; elindeki tek servetiydi.

Osman, nalburdan çıktığında ne kadar da perişandı. Ayaklarında aşınmış lastik bir ayakkabı, şalvarının diz kapakları yamalı, gömleğinin yakası kirli , onu yarı kapayan yeleği de  kullanılmaktan solmuştu. Başındaki şapkası yana kaymıştı. Ahh Osman , ne kadar da perişan haldeydi.

Ağlarsa anan ağlar , anan yoksa bacın ağlar. Osman, gecenin kör karanlığında bacısının evinin etrafında şöyle bir dolandı. Bir iple bağlanmış ahır kapısını açtı , küçük bir keseye sığacak servetini bir altın ve artan liraları ahırın yüklüğüne bıraktı. Herkes uyuyordu bu dünyada, bir Osman kalmıştı uyumayan , bir de içindeki bebek ağlaması…

Erken uyanır kadınlar,, kadın uyanmaz ise dünya yarım döner ya, Osman’ın bacısı da diğer kadınlar gibi erkencidir. Güneş doğmadan bir dünya işi kotarıverirler her şey onların elinden geçer, onların elinden hayat bulur. Nice ev işlerinden sonra Osman’ın bacısı da ahıra indi. Güneş yeni doğmuştu. Hemen karşısındaki yüklükte bir kese duruyordu.

Bu Osman’ın iki oğluna bıraktığı son armağanıydı. Bacısının içine bir ateş düştü, koştu Osman’ın kapısında durdu. Kanatlı kapı sürgülüydü , ellerini parçalarcasına kapıyı çaldı. “.Bir ses  ver Osman, bir ses” diye bağırdı…

Neden sonra iri anahtar deliğinden içeri baktı.Yana düşmüş bir teneke gördü, bir de nasırlar içinde hareketsiz asılı bir çift yalınayak. İşte o zaman öyle bir çığlık kopardı ki dünya başına, başına yığıldı.Bütün köylüler kapıya dayandı da kanatlı kapı bir türlü açılmadı .Evin arkasında küçük bir pencere vardı .Osman’ın küçük oğlunun geçebileceği, küçücük daracık bir pencere.

Çocuğu oradan kaldırıp içeri saldılar, henüz beş yaşındaydı  babasının asılı bedeninin yanından korkarak , süzülüp geçerek sürgüyü çekti.  Kapıyı açıldı…

Osman bebeğini yere çaldığı yerde upuzun asılı duruyordu. Herkes ağlıyordu en çok da bacısı. Her ölüm arkasından konuşturur ya, Osman da öyle oldu ; kimi çok acıdı ,kimi de bebeğin ahına yordu, kimi de mal uğruna yaşanmış kavgaya …

Olansa Osman’a, gençliğine oldu…

Mauş’un  Hortlak Korkusu

Gecenin karanlığına bir ay doğmuş , aşağı mahalle süt beyazına kesilmiş, Mauş , genç bir anne, Osman’ın karısı Beyaz’ın da iyi bir arkadaşıydı. Evinin hemen yanı başında akan buz gibi bir çeşme vardı ki  kadınlar önce buraya akşamları mayaladıkları yoğurt bakraçlarını taşır , çeşmede soğutur , sonra gün daha doğmadan yayarlardı.

O gece Mauş da öyle yaptı. Eline iki bakraç yoğurdu alıp çeşmeye indi. Buz gibi akan suyun içine yerleştirdiği bakraçlarını karıştırıp soğutmaya koyuldu. Her taraf ıssız, her şey sesiz , hava süt Beyaz.. O sırada aşağı köyden, bir patikadan eşeğinin heybelerine mallarını doldurmuş bir köylü ağır ağır ilerliyor. Bu yol, geçiş yolu, Elaziz’de satılacak malların geçtiği yol.

Gecenin ıssızlığında bir insanın  varlığı önce Mauş’ a güç veriyor. Fakat adam eşeğiyle yaklaştıkça içinde garip bir korku beliriyor. Adam tam arkasında Mauş’un,  eşek tam çeşmeye yönelecek, adam bir hamle yapıyor ve tekrar yola koyuluyor.

Mauş’un içinde bir korku,, bir an ilerleyen köylüye arkasından bakıyor. Bir de ne görsün;

adamın eşek sırtındaki bedeni göğe uzanmış , ayakları yerde sürükleniyor, başındaki şapkasını… bu Osman olmasın mı?

Osman ki daha taze bir mezar…

Mauş, ömründe daha böyle bir korku yaşamamış,  iki adımlık evine gitmek istiyor yürüyemiyor, bağırmak istiyor bağıramıyor, Köylü öyle kendi halinde ağır ağır uzaklaşınca Mauş da sürünerek evine zor ulaşıyor. O kısacık yol Mauş’a ne kadar da uzun geliyor.

Hummalı bir titreyişle , buz kesmiş bedenini son bir çırpınışla yorganın altına atıyor. Kocası tedirgin,  Mauş’un ağzı kilitli, sadece titriyor. O gün akşama kadar ölü gibi baygın yatakta kalıyor…

Ertes gün anca dili açılıyor da kocasına olanları anlatıyor. Osman ki şimdi yine köyün dilinde. Evlat katili Osman bu kez oluyor Hortlak Osman…

Masum- u pak bir bebeği öldürdüğü için toprak ana da onu kabul etmemiş, sorgu melekleri Münker ve Nekir, Osman’ı suçlu bulmuş , onu mezardan dışarı atmış…

İşte ay ışığı yansımasında bu gölge oyunu , her ölüm olayında, her mezar kazımında, her insan seli birikiminde Mauş’a tekrar tekrar o hortlak travmasını yaşattı. Akciğerinde bir damarı patlattı, her şeyden korkar oldu. Her şeyden ürker oldu. ille de geceden ,  ille de ölenlerden , mezardan , topraktan,  bir ölüye ait olan her şeyden kaynaklanan bu korku onun neredeyse ömrünün en güzel , en verimli yıllarını söke söke aldı. Korku Mauş’un hayatını ıstıraba çevirdi.

Bu topraklarda Mauş’un da payına düşen, tıpkı diğer köylüler gibi sadece yoksulluktu. Ne o mezar dibindeki evinden taşınabildi,  ne de kursağını doyuracak doğru dürüst bir aşı oldu. Bu evde sekiz çocuğunu Hortlak Osman’ın korkusu içinde ve yoksullukla, her şeyde, gözünü, yüreğini bırakarak geçirdi. Genç yaşta dul kaldı, gündüzleri kendine kalkan edip,  ırgatlıkta çalıştı. Öylece çocuklarını büyüttü…

Bu yoksul yerlerin gençleri de daha iyi bir yaşam için ya kurulu düzene başkaldırdılar ve devlet eliyle öldürüldüler  ya da çok uzak gurbet ellerde üç beş kuruş için ömürlerini heder ettiler. Mezarlıklar genç bedenlerle doldu. Sağ kalabilenlere de mahpusluklar düştü. Bu kadim , bu yaralı halkların başına gelmedik zulüm, acı,  yoksulluk kalmadı.

Bir gün Mauş da memelerinin sızısıyla uyandı. Nice acı, kahır ve yoksulluk içinde büyüttüğü gencecik oğlunun ölüm haberini aldı…

Derler ki,  ‘’Kara dutun lekesini , yine kara dutun yaprağı çıkarır…”

Bu korkuya, böyle bir zulüm de reva mıydı? Mauş’un bir ay ışığı gölgesinde beliren Osman’ın hortlak görüntü korkusu, adeta kurban ettiği ve yıllar yılı görmediği gencecik oğlunun mezarlıktaki yeriyle son buldu. Mauş, artık bu mezarliğı kendine ikinci bir ev, ikinci bir sığınak eyledi. Gece gündüz Mauş’u o mezarlıkta çıkarana da  aşk olsundu.

Bu böyle sürüp gitti; taa ki Mauş oğlunun yanına gömülünceye kadar, insan yüreğini acıtan matemi bir hayat böyle devam etti…

İlginizi Çekebilir

Kemal Okutan: Yasal Kürt Partileri-13
Meral Şimşek: Köz; ”Tarihi Özneler Yazar, Nesneler Değil”

Öne Çıkanlar