Oğlum Adriyan çok heyecanlı, Paris’e gideceğiz. Navigasyon yaklaşık 600 kilometre gösteriyor…Ona sözüm var; Eyfel kulesine çıkacak küçücük yüreğini eline alacak ve bu kirli sisteme tepeden bakacak…
Alman faşizminin dünyayı kolay ve çabuk işgal etsin diye yaptığı geniş ve kaymak gibi otobanlardan ilerliyoruz…Hafif yağmur çiseliyor, gür sık ve koyu orman yolları ,birazdan Saarbrücken güzergahına ilerleyecek. Eski bir anı var burada , çok acı, bir cenaze töreni çok da genç, arabada Şakiro çalıyor ne garip...Li mino, li mino…
Uzun ve çok şeritli yollar yavaş yavaş çift şeritlere dönüşüyor, ormanlık alan az ve açık alanlara doğru yol aldıkça insan emeği dokunmuş sıralı ağaçlar beliriyor…İşte bunlar karaağaç sıraları; bir bıçakla kesilmiş gibi Fransa topraklarıdır artık…
Yol boyu, öyle uçsuz bucaksız buğday tarlaları var ki tam da harman zamanı sanki o başaklar birazdan dünyanın büyük açlığına ‘durrr’ diyecek…Bir Akdeniz havası var buralarda, özlemle ciğerlerimize yürüyor..Bu yollar ne kadar da memleket kokuyor…
Yollar uzun ince bir yılan gibi kıvrılarak Paris’in 200 km. doğusunda dağlık ve vahşi bir alana ilerliyor. Argonne Ormanı, tam da önünde büyük bir levha, bir mertek gibi gözümüze sokuluyor. 1914-1918 ‘Birinci dünya savaşında kanlı muharebelere şahitlik yapmış…’ O vahşi alan o kadar ürkütücü ki sanki ölü asker yığınları hala orada gömülmeyi bekliyor.
Yol boyu o kadar çok, 1914- 1918 levhaları var ki insana Goya’nın Avrupa’nın zorbalarına karşı ünlü tablosununa bakmadan aman ha! ‘Geçmeyin’ diyor..
İşte; karşıdan nihayet Paris görünüyor. Paris, milattan önce onüçüncü yüzyılda kurulmuş eski bir kent,adını Yunan mitolojisinden almış. Paris aşk ve güzellik kenti.
Paris, parası olup da gidenlerin, parası olmayıp da bakanların kenti…Paris, ışıklar kenti …
Su gibi akıp geldiğimiz bu kentin sokaklarından iki saatte ancak kalacağımız otele varıyoruz. Almanya’nın disiplini, sert ve katı kuralları burada geçerli değil. Trafik yoğun ve milyonlar bu kentin sokaklarını hıncahınç doldurmuş da sanki bize yer yok izlenimi veriyor.
Karşıdan bir dost yüzü, bir dost eli, adı ; Güneş ,hani gözlerindeki bulut silsilesi çekilip yağmasa ,sanki dünyayı ısıtacak, temiz duru, hesapsız bir sıcaklığı var…Temiz kalmayı başarmışlardan bir dost bahçesi…
Paris’te hayat gece başlarmış. Bu kadar çok ışık , bu kadar müsrif bir yaşam dünyanın yoksulluğuna okkalı bir şamar gibi iniyor şimdi. Bütün caddeler bar ve restoranlarla işgal edilmiş, milyonlarca turist ağırlıyor…
Geceleri eğlenen milyonların yükünü sabahları arka bahçelerde uyanan yoksul emekçiler çekiyor. Onların alın teri sayesinde geceye tertemiz sokaklar hazırlanıyor.
Zaman kısıtlı; önce Notre Dame Katedraline uğruyoruz. Meryem Ana’ya ithafen isimlendirilen Gotik bir yapı. Paris’in çok önemli yapıları gibi yapay oluşturulmuş Seine Nehri’ne kurulmuş, yüzü batıya dönük..1867’den beri dünya kültür mirası listesinde.
İşte burada Hasankeyf; Avrupa zorbalarının yüzüne tükürür gibi arka bahçe silueti olarak bakıyor. Daha da niceleri…Notre Dame Katedrali yangında büyük hasar görmüş, buradan ister istemez Victor Hugo ‘yu anıyoruz; ” Sefiller” i ve bir de ” Notre Dame’nin Kamburu..”nu…
Romandaki güzel çingene burjuvaziye yem olmamaya direniyor. Adı, Esmeralda kendi sınıfından olan çirkin, kambur, Quasimodo’nun kırbaçlanmış belinden kurumuş ağzına bir tas su veriyor. Tam da yarısı yanmış Katedralin duvar dibinden..
Biraz ileride, kocaman harflerle işlenmiş bir duvar yazısı ise devrimin ayak seslerini haykırıyor:
LİBERTE- EGALITE – FRATERNİTE : ÖZGÜRLÜK- EŞİTLİK- KARDEŞLİK
1789 Fransız devriminin dünyaya saçtığı kıvılcım sanki yine yeniden burada başlayacak gibi ama, bu defa çok bilinçli. Ele geçirilen iktidarı saraya teslim etmek yok !diye sanki and içiyor…
Güneş de bu kültür ve sanat kenti Paris’in yabancısı, bu yüzden bir rehbere ihtiyacımız var ki Faruk imdadımıza yetişiyor. Trafikteki kaos nedeniyle gezimize metro ile devam ediyoruz…
Fransa her ne kadar barışın simgesi Paris, diye haykırsa da bağımsızlık isteyen Cezayir halkına uyguladığı katliamdan ve bir buçuk milyon insanın canından da sorumlu. Bu onun alnında kara bir leke olarak dolaşıyor. İşgal edip sömürge olarak kullandığı yetmezmiş gibi bu modern yer altı şehrini de “kara ayaklı” dedikleri Cezayirli emekçilere yaptırmıştır…
Metro sistemi o kadar gelişmiş ki milyonlarca insan bu toplu taşıma aracından faydalanıyor. Eyfel kulesine doğru ilerliyoruz; binlerce turist göz dolduruyor. Eyfel’ in diğer adı da “Demir Kadın…” Eyfel kulesi, Fransız endüstri simgesinin gücü konumunda. Her yıl buraya milyonlarca turist akıyor. Proje Fransız Devrimi’nin 100. yıl anısına inşa edilmiş.
Gustave Eiffel adlı bir mühendis tarafından inşa edilmiş. Bu kişi aynı zamanda Amerika’daki Özgürlük Anıtı’nın ön gravürünü de hazırlamıştır.
Yılda en az 200 milyon turist çeken bu görkemli yapı aynı zamanda bir radyo vericisi olarak da kullanılmaktadır.
Kulenin tüm geçiş alanlarına dağılmış sokak satıcıları demir Eyfel maketleri satmaktadır. Bu satıcıların çoğu Afrikalıdır…
Paris, lüksün, modanın ve pahallı yaşamın ’standartlarıyla’ emekçi halkı arka bahçelere süpürmüştür. Kapitalizm her yerde aynı ve zengine ayrıcalıklı.
Louvre Müzesi:
Dünyanın en büyük sanat müzesi Paris’te Louvre Sarayına kurulmuştur. Seine Nehri’ kıyısında kurulan bu görkemli yapı iktidarların güç gösterisinin bir sembolü olarak durmaktadır. Tarih öncesi çağlardan 21.yüzyıla kadar uzanan çok geniş bir koleksiyonuna sahip bu müze,
35 bin tarihi sanat eserinin sergilendiği 72 bin 735 metrekarelik alana sahiptir. Dünyanın en çok ziyaret edilen sanat müzesidir. Ve milyonlarca euro gelir getirmektedir.
Tarihi ve görkemli bu yapı sınıflar var olduğu sürece şunu haykıracaktır.
” Sana bu saltanat kimden armağandır… “
Ahmet Kaya Kültür Derneği:
Ahmet Kaya’nın o tok sesi bu merkezde kulağımıza çınlıyor. Onun için kurulmuş bir köşe hüzünle yüreğimize oturuyor. “Hoşça kal gözüm” der gibi..
Sazı, kitapları,kırık bir şarap kadehi,tütünü, yanarak bitmemiş mumu,satranç takımı…kim bilir hangi emekçinin eliyle dokuduğu halı üzerine işlenmiş gülümseyen resmiyle ,birazdan içeri süzülüp herkesi sevindirecek gibi duruyor.
Evet; Paris aşkın, acının, görkemin, modanın, lüksün, zenginliğin, yoksulluğun, özlemin ve daha birçok şeyin adı. Napolyon’un ” para, para, para” diye çığlık attığı meydan.
İki günlük bir zamana sığar mı ? Bir daha gelmezsem eğer diğer çocuklarımın gözü kalacak.
“Hoşça kal gözüm, Hoşça kal….