At, koşmaktan su kesmiş ve oldukça yorulmuştu. Ciğerleri yanmış bir şekilde Emine’yi sürüklediği pınara doğru ilerliyordu. İşte ölümün başladığı pınar ve arkada sırt üstü mecalsiz uzanmış Emine. Akşam üstü serinliğinde iki köylü kadın ellerinde oraklarla pınara iniyordu. Günün tozu teri, yorgunluğu pınarın buz gibi suyuyla hafifleyecekti.
Tam bu sırada Turso’nun atı kan ter içinde kişneyip otlaniyor, bir de bakıyorlar ki ardında eli ipe bağlı Emine. Koşup orakla ipi kesiyorlar fakat ne fayda.Emine kanlar içinde son bir kez kadınlara bakıyor. Toprağın kan ile belediği dudağından son bir iniltı çıkıyor ,son bir inilti…
Ahhhh diyiyor yalnızca ahhhh…! Ölüyor Emine , ölüme koştuğu yerde canını teslim ediyor pınara…
Şimdi sen ey pınar ,sen kan ile ol Pepuk kuşu da ağla..!
Şemse gebe, bu sefer oğlan olacak. Bereketli başaklar içinde uzaktan tarlalarını, bağını bahçesini ,ovaya yayılan davarlarını süzüyor.Yok yok oğlan olmalı, oğlan…Bunca mal el oğluna mı kalmalı? Kız kapısı el kapısı. Ya oğlan öylemi ki? Oğlan soy sürdüren, oğlan ocak tüttüren ,oğlan sırtını vereceğin dağ işte…Yok yok bu sefer oğlan olmalı, ille de oğlan işte. Şemse and içmişti ziyaretlere.
Oğlu olunca, onu yedi sene emzirecek, yedi sene saçına makas vurmayacak, yedi sene nazardan kem gözlerden koruyacak, tırnağını taşa değdirmeyecekti. Süt ile, bal ile, körpe kuzu eti ile besleyecekti. Koca Çarsancak’ın delikanlısı eyleyecek, Harput’tan aslan yeleli, ince belli, mavi boncuklu beyaz bir at alacaktı. Oğlu, o kara yağız oğlu, bir ata binecek el alem de parmak ısıracaktı…İşte bu yiğit de Şemse ‘nin doğurduğu yiğit olacaktı…
Çarsancak’ın en güzel, en asil, en hamarat, en bereketli kızını, altınları döke döke oğluna alacak, üç gün üç gece düğün yapacaktı. Öyle bir düğün olacak ki, Çarsancak hiç bir devir unutmayacaktı. Kız kapısı el kapısı ,onlara bir mezar yeri kadar toprak bile vermeyecek, hepsini ama hepsini oğluna tapulayacaktı.
Kadın nedir ki? Her devirde aşağılanan dışlanan, kapı önlerine atılan kadar, kendine düşman edilene kadardır işte. Kadın ki Şemse kalıbında pişmiştir işte. Kendine, etine, soyuna düşman edilmiştir.
Turso’nun göğsünde bir sızı, bir sızı ki düşman başına …Cennet bahçesi dediği Emine’si de gelmedi…Gençtir toydur daha belki de eve gitmiştir. Fakat içindeki sızı, ya içindeki ciğer yangını da neyin nesi. Vadiden ağıt sesleri geliyor, ta pınarın oralardan. Köylüler tarlalardan koşarak pınara doğru ilerliyor. Ahh kimin evi başına yıkıldı, ahh kimin başına Pepuk kuşu ötüyor şimdi, kim bilir?
Şemse’nin memeleri sızlıyor, sanki birazdan süt akıtacak, öyle acı bir his işte. At pınar başında bir dut ağacına bağlı .Yerde paramparça bir ölü, Emine… Dağ nasıl tırnaklanır sökülürse, taş nasıl kemirilip kıyılırsa öyle bir ağıt yakılıyor. Turso, oracıkta kızının ölüsünün yanıbaşında eline geçirdiği taşları ata fırlatıyor, hırsını alamayıp bir odun parçasıyla atın sırtına vuruyor ha vuruyor, güçten düşüp , dizlerinin üstüne yıkılıncaya kadar. Ertesi gün tam da taş evinin karşı tepesindeki mezarlığa gömülüyor Emine…
O günden sonradır ki Gollo Turso, ahıra bağladığı atına ne su verir ne de ot. Atın sırtından dermanı tükenince kadar odunları parçalar. At kan revan yaralar içinde pepuk olup kişner. Khajar, titrer sağır olur. Sonra vurur kendini yazi yabana. Kızının sürüklendiği yerlerde çalılara takılıp yırtılmış, kanlı elbise parçalarını toplar, taşlardan kan izlerini gözyaşlarıyla sular.Olur pepuk öter durur. Sonra yeniden hırsla, atını döver ha döver.
Kimse atı Turso’nun elinden alamaz, kararlıdır, kızı gibi at da parçalanıp ölecek illa. Emine, at, kan, acı sesleri ta Hozat ellerine ulaşır. Musahibi de duyar ve yalın ayak, yakasız ak mintanına sarılır, düşer yollara Kaçar’a varır. Turso’nun eşiğine yüz sürer, omuzuna selam verir. Ata yapılan işkenceyi kınar.
“Ağzı var, dili yok Allah’ın hayvanından ne istersin? Yazıktır günahtır, doğacak çocuğuna acı”der. Musahibe karşı gelinmez, kötü söz söylenmez. Kardeşten öte, kuşaklar boyu güvenip geçeceğin tek kapıdır, candır, ciğerdir, alıp verdiğin nefestir o zamanlar Musahiplik.
“Götür atı, götür gözümün önünden!” der Turso.
Ertesi sabah Pepuk kuşları öterken Musahip önde, sırtı yaradan ağaç kabuğuna dönmüş at arkada, Emine’nin gömüldüğü yamacın önünden yavaş yavaş kaybolacaklardır. At öyle mecalsiz, öyle tükenmiştir ki yaralarına konan kara sineklere kuyruk sallayacak dermanı kalmamıştır. Musahip alır yaralı atı suyun öte yanında, en yoksul ,en kimsesiz birine armağan eder.
Turso yemeden içmeden kesilmiş; Turso kan ağlar, orak sallamaz, bağ sağmaz, tırnaklarıyla elde ettiği mülküne dönüp bakmaz bile. Kızının ölümüyle yavaş yavaş erir, tükenir, bir dirhem kalı ve ölür. Eliyle getirdiği at kızını öldürmüştür. Vicdanı bedenini, ruhunu tüketir, dünyanın mülküne tükürür.Diktiği ağaçlarda pepuk kuşları öter durur.
Şemse gebe, hani oğlan? Kırk gün sonra bir kızı olur. Gece gözlü, gece saçlı, buğday başakları kadar esmer, sanki Emine… Şemse karalar bağlar, süt vermez, höllük elemez. Bunca mal, bunca mülk kime kalacak diye dizlerini döver durur. Musahip yine devrede.
“Yazıktır, günahtır! Süt ver çocuğuna, can ol damarlarına, bir başak gibi boy versin salınsın Khajar’a! Yazıktır, günahtır.!”
Uzaktan makineli gır gır sesleri geliyor. Ha koptu ha kopacak dedikleri Tertele kıyameti, savunmasız bir halkın üzerine yağıyor. Suyun öte yanında, Haydaran dağlarında nefsi müdafa, savunması var. Munzur, meşe kütükleri sökmüyor artık; Munzur insan cesetleri, insan kanı akıtıyor. Kıyılarında insan ölüsünden küçük dağlar oluşuyor.
Açlık ve yoksulluk günleri, ölüm, kıyım günleri. Şemse elinde çiftesi, bir ordu kuvvetiyle malını koruyor. Pir Pepuk olmasın da , buğdayın bir danesini yesin. Tertele Kaçar’a ulaşmadan bitiyor.
Zaman dediğin su misali. Üç varlıklı kız, üç buğday esmeri. Bunca mal, bunca mülk. Turso’nun kimi kalmış ki yeryüzünde dolaşacak, erkek soyundan kim? İşte Şemse’nin kendi kanından bir erkek akrabası. Büyük kızı ona verip, bütün malı da ona tapulamalı. İlle de oğlan…
Ortanca biraz şanslı ,evlendirildi en azından, aç değil açıkta değil. Küçüğü, kendisine belirlenen koca adayını red ediyor, sevdiğine kaçıyor… Ondan sonradır ki Kaçar men oluyor. Yoksulluk ve acı dolu yıllar, hep mezarlıklar bırakıyor…
Almanya, kapitalizmin beşiği, modern bir hastahane odası. Kadının gece gözleri sonmüş, adeta grileşmiş. Son bir bakış, son bir ahh…
“Beni buralarda gömmeyin, ille de toprağım, ille de toprağım!” diyor.
İstediği de oluyor işte…Son bir ahhh…
Bir yaz, bir güz, bir kış, bir ilkbahar daha günler su gibi, ömürden söke söke geçiyor… Elimde beyaz bir tülbent, uçları mavi boncuklu, uçları gözyaşlarıyla sararmış, rengini Harput atından almış. Üç bucuk saatlik bir uçak yolculuğu ve işte Elazığ ve işte Harput ve sonra Kaçar…
Bir araba kiralıyoruz, kadın başınıza gidemezsiniz diyorlar, burası Avrupa değil. Pertek feribotundan sonra bir yılan gibi kıvrılan mercimek yolları, yollar bariyersiz, yollar güvenliksiz, bir kavşak ki kaysan kurda kuşa yem… Ama olsun, son bir ahh için gitmek lazım. Yolları aşa aşa varıyoruz Kaçar’a, arkadaşım bölgeye hakim. Köyün girişinden sonra her yeri anlatıldığı gibi tanıyorum; işte tepedeki mezarlık; işte yıkılmış viran olmuş Turso’nun dümdüz ev alanı. Yanında başka bir ev, başka bir yaşam alanı yükselmiş. İşte emek verilmeden, ter dökülmeden tapulanıp hoyratça satılan araziler. Hepsi burada. İnsanlardan daha çok yaşayacak toprak… Hepsi burada işte ve yaşıyorlar.
Tepeden inince, elimle koymuş gibi pınarı buluyorum. O kadar çok duydum, o kadar çok hayalimde canlandırdım ki. Nasıl bulmayayım? Pınar anlatıldığı gibi kaynamasa da hala akıyor. Baş ucunda dut ağacı yok, çamurlu hayvan ayak izleriyle yer yer çukur. İki sıra iğde ağacı, pınarı gölgelerin arasına gizlemiş. Yine de yüksek bir dal buluyorum. Elimdeki beyaz tülbenti, mavi boncuklarıyla iğde ağacına asıyorum.
“İyi ki doğdun annem. İyi ki kız oldun da kalbinden geçtik senin!”
Bir canın yerine dolaşmak, bir canın yerine bakmak ne kadarsa, işte o kadar her şey. Dersim merkeze doğru ilerliyoruz, her yer arama noktası, her yer işgal, her yer zırhlı araçlar. Sırıtılarak kontrol ediliyoruz. Turso’nun elindeki taş olayım. Güç gösterisine hazır vaziyetteler.
Almanya’dan gönderilmiş bir çanta var elimizde, bir emekçi ailesine yollanmış. Eski adı Siyenk, yeni adı Cumhuriyet mahallesi. Hem burada hemen her ailenin bir Avrupalısı var. Alın terinden akan döviz ve o dövizle oluşan asalak bir toplum. Yollar bariyersiz, yollar uçurum kıyıları ile kıvrılıyor, yol kıyıları çöp ve bira şişeleri ile dolu. Her şeye rağman coğrafyanın inanılmaz bir doğa görselliği var. Cenneti yazan buradan geçmiş olmalı.
Siyenk’e ulaşıyoruz. Aile sıcak ve içten. Balkonda konuşurken uyarıyorlar.
“Yavaş konuşun, her yer tim dolu.”
Duyumlarımız iç karartıcı; fuhuş, esrar ve alkol tüketimi had safhada. Esnaf üç kuruş kar için yapmadığını bırakmıyor. Kültürel yozlaşma dedikleri tam da bu işte. Bir zamanların siyaset ve devrim kalbi Dersim, örgütlerin sidik yarışı içinde. Çay bahçelerindeki timler, babalarının çayırlarındaki kadar rahatlar. Ve o kadar da çoklar. Her yer zırhlı araçlarla dolu, bir tabut dizisini oluşturuyorlar. Önünde parçalanan çocuklar, arkasında sürükleyip parçaladıkları Hacı Lokman’ın anısı canlanıyor. Evlerini timlere ne kadar pahalıya kiraladıklarının övgüsünü yapanlar da var. Onlara şunu sormak istiyorum?
“Fiyatınız ne kadar, kaça sattınız kendinizi?”
Turso’nun elindeki taş olayım….