Suna Arev: Bir ihanet girdabı…

Yazarlar

Modern bir Avrupa ülkesinde, dünyanın en büyük hava alanlarından birinde, gümüş renkli bir uçak  Ortadoğu’nun kalbi Süleymaniye’ ye doğru havalanıyor.

Üçlü koltukların sol bölümünde küçücük pencereye başını dayamış genç bir adam  var adı Serdar…Yakışıklı , siyah saçları tepeden taranmış omuzlarına düşüyor. İri gözleri, uzun sık kirpikleri tarafından bir anne şefkatiyle korunuyor. Hemen yanında beş altı yaşlarında bir erkek çocuk , bir de çocuğun annesi var…

Çocuk ve annesi heyecanlı, ,uçak havalanırken anne ve oğul birbirlerinin elini sıkıca tutuyor, kadın kendi inancıyla tanrıya dua ediyor.

Serdar’da hiçbir heyecan yok, kaskatı kesilmiş gözleriyle pistten hızla sürüklenip havalanan uçağın arkasında bıraktığı dümdüz  betonarme yollara bakıyor .

Serdar’a göre yapacağı iş, uçağın havalanmasından, hatta düşme ihtimalinden çok daha büyük..Artık geri dönülmesi imkansız  bir kararla yüklü o.

Serdar zengin olacak.. Serdar, çok ama çok zengin olacak !

Yanında oturan çocuk çok meraklı . Serdar’ a habire sorular soruyor , annesi ikide bir oğlunu uyarıyor. ‘Sus, rahatsız etme’ elin adamını diye.

-Adın ne?

-Çocuğun var mı?

-Siz de mi ilk defa memlekete gideceksiniz

-Sizin de zeytin bahçeleriniz var mı?

-Bizim var işte hem de kocaman

-Ama şimdi amcalarım bakıyor ağaçlara.

-Senin baban var mı?

-Benim babam yok, babam savaşta ölmüş, ben çok küçükmüşüm o zaman.. ölmüş işte … vurmuşlar…ben küçükmüşüm..

Serdar’da çıt yok,  bir zaman sonra da çocuğun tesellisi düşüyor zaten. Annesi kederli, sessiz, dünyanın derdi başına bir taş gibi düşmüş kadar yaralı…o kadar yorgun gibi. Dermanı tüketilmiş, umutsuz bir yolcu . Hikayesi Ortadoğu kadınının hikayesi kadar işte. Niye gidiyor, neyi çözecek , orada bir ailesi var mı ? Belli değil fakat kederli , fakat durgun , fakat yorgun…Hepsi bu kadar.

Biraz sonra çocuk annesinin dizlerinde uyuyor… çocuk ikisinin arasında adeta masumiyetin simgesi .

Serdar, yapacağı işten alacağı bir milyon euronun hayalini kuruyor, yarısı iş bitince, öbür yarısı ,da geri döndükten sonra banka hesabına anında yatırılacak. Altına bir Ferrari almaz ise namert oğlu namerttir, en lüks otellerde, en güzel kadınlarla gününü gün etmez ise anasından emdiği süt burnundan gelsin.

Etrafında fır dönen çakallara da gününü göstermez ise şerefsizin en önde gideni olsun!

Bir de bahçeli bir ev aldı mı, şöyle havuzlu mavuzlu, önüne de bir pitbull köpeği bağladı mı? Tamamdır bu iş…

Bir tetiğe basacak…!Hepi topu bir saniyelik iş…arkasından ağlayacak anası mı var? Babası, kardeşleri mi var? Hepi topu bir tetiğe basacak…sonra da sırra kadem bastı mı, ver elini paralar, ver elini zenginlik…gelsin etrafında dönsün paraya kulluk eden yalakalar.

Hele de onu hor görüp küçümseyen tanıdıklarını,  bir iti tekmeler gibi kapılarından kovmasa ona da bu dünyada Serdar, demesinler…

Böyle düşünüyordu Serdar, hep böyle…

Çocuk hala uyuyor…Serdar da çocuğun anası da saatlerdir uyanık. Kadın kederli, Serdar, ofkeli, iç sesiyle yanağındaki kemikler oynuyor. Serdar, birazdan kopacak bir fırtına gibi.

Kaç saat geçti, keder ile öfke arasında uyuyan çocuk da uyanıyor işte. Çocuk tertemiz masum…

-Daha gelmedik mi?

-Az kaldı diyor anası.

Çocuk Serdar’a bakıp bir soru soracak oluyor, Serdar, öyle bir bakış fırlatıyor ki çocuk korkup anasına sığınıyor.

Kadın geçmişine, anılarına ,çocukluğuna , köklerine yürüyor, çocuk, bir babanın hiç doldurulamayacak özlemine…Serdar ise elini kana bulamaya, olamadık hayallerinin peşi sıra yürüyor.

Uzaktan Süleymaniye kentinin yüksek binalarından süzülen ışıklar, bu üç yolcuya selam veriyor. Kadın bu kentin gece yüzüne yanaklarından ağır ağır düşen gözyaşlarıyla karşılık veriyor. Çocuk heyecanlı. Serdar’da hiçbir insanı belirti yok, öylece kaskatı.

Serdar’ın bir sırt çantası var. Kadın ve çocuk  bavullarını bekliyor. Serdar, insan kalabalığını yarıp ikisinden uzaklaşıyor. Keder de masumiyetin arasında her adımda biraz daha uzaklaşıyor… sonra Serdar, otomatik bir cam kapıdan kayboluyor.

Serdar’ı aynı yaşlarda; yani otuzlu yaşlarda başka bir genç arabasıyla karşılıyor. İkisi Avrupa’dan arkadaş olmuşlar, birlikte afyon içip, esrarlı alemlerde hayal dünyalarında gezintiye çıkmışlar. İkisi de genç, ikisi de yaşamın kayıpları, bedenlerinde duyguya dair bir şey kalmamış, ikisi de bomboş bir torba gibi, altı delik birer torba gibi işte.

Ertesi sabah Said’in amcasının evine gidecekler ki öteki gencin adı Said’tir.

Said, önceden gelmiş, küçük bir ev kiralamış , her şeyi planlamış , her şey çok kolay olacak ,tereyağından kıl çeker gibi kolay olacak. Said, Serdar’ a gümüş saplı bir tabanca veriyor. Baksana şuna, bi baksana kız gibi. Said, bir kadını okşar gibi silahı okşuyor.

Bu okşama, hiç olmayacak, hiç gerçekleşmeyecek hayalleri besliyor.

Araba, ev,  güzel kadınlar , havuz,  pitbull köpeği, emrindeki uşaklar ,falan filan işte.

Sabahın ilk ışıkları yoksul bir mahalleye vuruyor, sokaklar dar, evlerin çoğu harebe…,duvarlarda savaştan kalma binlerce kurşun oyukları var. Serdar, güneşin sabahla çizdiği bu yoksul mahalle resmine bakıyor .Bunca yoksulluk içinde üç beş yaşlı ve başıboş sokak  köpeklerden başka bir şey göremiyor.

Evler yıkık dökük , evler boş, evler isimsiz mezarlıklar gibi.Serdar bu yoksulluk resmine bakarak bir kez daha diyor ki ; Ben de zengin olmazsam bana da Serdar demesinler. Bir kez daha gümüş saplı tabancasını okşuyor, bir kez daha, bir kadını okşar gibi…

Said, küçük bir araba kiralamış, yoksulluğun, kıyımın , dünyanın en büyük mezarlığının olduğu bu ülkenin yoksul ara sokaklarından yavaş yavaş ilerlerken, lüks binaların, modern yapıların yükseldiği başka bir bölgeye varıyorlar. Buralar savaştan sonra alınan rantlarla masallarda anlatılan Babil’in Asma Bahçeleri içinde salınan köşkler gibidir.

Buralar adeta ” ölen ölür , kalan sağlar  zenginlerindir ” demekten başka bir şey değildir.

Yoksul mahallelerin, yoksul cehennemin karşısındaki zenginlik, yoksulluğun karşısındaki cennet adeta nanik yapar gibi, adeta yoksullukla alay eder gibi lüks iki yaka . Aralarından  ilerliyorlar.

Said’in amcası köklü bir aşiretten geliyor müteahhit. Savaştan epeyce nemalanmış.

 Erbil’de adeta bir köşkte yaşıyor. Ailesi ve çocukları Süleymaniye’de onların da savaşta burnu kanamamış , amcasının 20 yaşlarında bir sevgilisi var, hem de dünyalar güzeli…Şimdi Bağdat’da ailesini ziyarete gitmiş iki haftaya kadar dönmeyecek.

-Hadi seni göreyim Serdar, diyor Said.

‘’Benden şüphelenmez , ölmüş babamın acısıyla da olsa şüphelenmez,  evinin duvarına gömülü kasayı açacağız ,sen işini yap ben de sana bir milyonu avucuna sayayım. Gece çökünce gidip kapısını çalarım, beni görünce ,kardeşini görmüş gibi sevinecek.

Bana güvenir, açar bağrını, bana harçlık da verir ,verir ya vallahi de verir…’’

Sonra iç çekiyor Said ; ama yetmez yetemez.

Erbil’e gece çökmüş, etraf ıssız, in cin top oynuyor.

-Hazır mısın Serdar?Hazırım…

Serdar, hazır Serdar, dünden hazır. Kafaya koymuş Serdar, zengin olmazsa anasından emdiği süt burnundan gelsin, ona da  yaşamak haram olsun.

Said’in amcası kapıda kollarını açtı, Said’i bağrına bastı, ölmüş kardeşi için gözyaşı bile döktü. Ne işi vardı buralarda ki? Arkadaşıyla tatile gelmişlerdi ya, bir de amcasına uğrasın, halini sıhhatini sorundu ya…

-Aman da ne iyi etmişti Said, ne iyi…

Gecenin bu vakti Allah ne verdiyse yiyecekler önlerine serildi. Hatta çekinmelerine gerek de yok isterlerse birer kadeh içki de içebileceklerdi. Serdar’ın da işte tam da böyle bir evi olacak, tam da böyle işte.

Said’in amcası atmış bilemedin yetmiş yaşında, saçını ve bıyığını siyaha boyamış ,orta tıknaz biri , orta parmağında dört köşe büyük altın bir yüzük var.  Elleri epeyce tombul.

Said ve amcası hararetli heyecanlı geçmiş bir anıdan bahsediyorlar. Serdar, yerinden kalkıp pencereden dışarı bakıyor, uzaktan çok uzaktan Erbil kenti ,bir ışık hüzmesiyle ona bakıyor. Dönüp Said’e bakıyor .

Said, gözleriyle şimdi diyor; şimdi!

Serdar, adamın arkasında gümüş kabzalı silahını ensesine dayıyor, bir saniye bile düşünmeden, ensesinden…

–Taaakkk…

Adamın başı masaya düşmüş kolları öyle açık , akan kanı masadan yere sızıyor, altın yüzüğü kıpkırmızı kan…

İşte duvara gömülü kasa…bir,  iki , üç …milyonlarca euro.

Anlaştıkları gibi , bir milyon Serdar’ın. Serdar, sabaha doğru şafakta Avrupa’ya uçacak hesabına parası anında yatacak. Serdar; Said’e güvenecek , güvenmeli .

Bütün paralar arabada, ikisinde de duygu tükenmiş, ikisi de sessiz.

Serdar, zengin olacak çok zengin!

Serdar havaalanında…Bir aksilik olursa ” Anam avradım olsun ” Said’ de vuracak hem de arkadan değil tam da alnının tam ortasından.

Serdar’ın uçaģının kalmasına bir saat var. Silah, yanından geçtikleri bir göle atılmış.

Said, sonra gelecek ! Serdar , Avrupa’ya ayak bastığı andan itibaren ,işte zengin olacak.

Serdar, gerçeklerden uzak bir rüyalar aleminde , havaalanındaki büyük saate bakıyor .Tam üç saattir burada Said parayı çoktan yatırmıştır. Said’in amcasının yemek masasındaki başı, masadan sızan kanı, elindeki yüzük…

“Bana kim acıdı ki?’’ diyor, Serdar, ” kim..?”

Bir arbede, bir telaş , Serdar’ın üzerinde beş altı polis, yere yatırılmış , arkadan elleri kelepçelenmiş. Serdar sorguda, Serdar ,işkencede ..Bir umut diye Said’ten bahsetmiyor…

Serdar, Erbil’de müebbet hapis…

Said yok , yok oğlu yok işte , yer yarıldı da içine girdi.

Sırra kadem basmış, yok. Serdar’ı yaşatan bir hayali var şimdi, tek bir hayali.

Hem de sesli bağıra bağıra…Said, seni de vurmazsam bana da Serdar, demesinler. Said seni de kalbura çevirmezsem, anamdan emdiğim süt burnumdan gelsin.

Seni bir elime geçirirsem var ya…Seni vurmazsam anam avradım olsun.

Serdar müebbet…Saçları dökülmüş, ağzında sıkmaktan dişleri kalmamış…

 

Serdar’ın tek düşü Said’le birgün karşılaşmak…

İlginizi Çekebilir

Hakan Tahmaz: İktidarın Öcalan ile Kürt oyunu
Uğur Güney Subaşı: İspata Muhtaç Güç!

Öne Çıkanlar