“Dağlarına bahar gelmiş memleketimin” diyor şair… Oysa barut kokuyor memleket…Çürümüş insan eti kokuyor…hiç geçmeyecek bu koku, bilmem kaç kuşağı etkileyecek bu insan kokusu…
1938 Dersim kırımından geriye kalmış bir avuç kalmış aile, kendi canından koparılan, taşla ezilen, barutla parçalanan bedenler arasında, yalınayak, başı çıplak, kara, kapkara vagonlara yükleniyor ve yarısı Bolu’ya, yarısı da Samsun’ a sürgüne gönderiliyor…
Kimi anasız , kimi babasız, kimi hem anasız hem de babasız; artık kimsesi kalmamış olanlardır…
” Kuyruklu, şeytan, yabani ve katli vaciptir” onların. Dilini bilmedikleri, yolunu bilmedikleri bu yaban ellerde kimsesizdirler artık. Doğası, güzel olsa da, modern olsa da ne yazar….Arkalarında bıraktıkları, suçsuz günahsız ölüleri vardır. Gömemedikleri ölüleri.
1950′ li yıllara kadar onları çağıran acıları hiç susmamıştır. Yıllarca kanamıştır. Sonra bir gün dönerler yurtlarına. Dönerler… Neyin affı ise artık, “Af” çıkmıştır şimdi…
Acı acıyla buluşur, sürgün sürgünle… Samsun ve Bolu’dan dönen aileler yıkılmış viran olmuş köylerinin eteklerindeki bir mağaraya sığınırlar… Toprak sadıktır doğurduğuna, koynundakini paylaşır onlarla. Üç – beş davar edinirler ki bütün servetleri bu kadardır
Bu mağarada evlenir Kamer ve Şerife. Sonra yıkılmış taş evlerini yeniden, kendi elleriyle yaratırlar. Bu taş evde 10 çocukları olur. Hayat zor, hayat acımasız fakat onlar doğdukları bu topraklarda mutludurlar. Buranın kuşları bile kendi dillerinden ötmektedir. Rüzgarı, kışı baharı hep kendi dillerindendir…Tanrıları bile onların dilindendir.
Bu taş evin eteklerinde bir uçurum vardır ki 14 yaşında bir oğullarını bu uçurum alıverir. Evlat acısını ilk olarak buradan yaşarlar. Acı ilk burada başlar…Yoksulluk, katliam, haksızlık ve ‘öteki’ olmak bu taş duvarlı evin çocuklarını sisteme karşı öfkeyle geliştirir. Böylece evin büyük oğlu devrimci mücadeleye katılır.
” Eşitlik, özgürlük, insanın insanı ezmeyeceği bir dünya özlemi; bu düzen değişmeli” şiarıyla elde silah dağa çıkar Ahmet…
Doksanlı yıllardır…Bu yıllarda en çok genç mezarları kazılır…Yine kurşunlar yine barut kokuları dağlardan ovalara akar. Her yer kuşatma altındadır…Ahmet ve bir grup yoldaşı bu dağlarda yitirir donan parmak uçlarını. Sonrasında tedavi için Avrupa’ya gönderilir. Avrupa’da tedavi olur iyileşir. Fakat mutsuzdur Ahmet, sıcacık yatağı, rahat yaşamı ona cehennem olur . ” Yoldaşlarım en zor şartlarda mücadele ederken, ben bir lokma ekmeği nasıl yutkunurum” der ve geri döner…
1995 senesi…Önce İstanbul, sonra da ver elini Dersim. Ver elini mücadele der ve yoldaşlarının yanına gider. “Yoldaşlık ki ne anaya benzer, ne babaya ne de kardeşe..En yüce olandır ve en sevgili yuvadır….”
Ahmet yeniden yoldaşlarıyladır. Varsın ayak parmakları olmasın. Buna rağmen yine yoldaşlarıyla yürüyecek, yine onlarla birlikte mücadele edecek ve mutlu olacaktır. Ölecekse de bu ocakta ölecektir…”
Son sözü de zaten budur.
Heyhat ki, hiçbir şey bırakıldığı gibi değildir. Ayrılıklar bölünmeler, tartışmalar başlamıştır. Gün yoldaşın yoldaşa güvenememe günüdür artık. Aralarına miliste sızmış, ‘Ajan’ denilen kara leke dolaşmaktadır. Bir akşam Ahmet ve üç yoldaşı da enselerinden birer kurşunla bu hengamede vurulurlar.
Ertesi gün bazı yoldaşları ki, bazıları bu durumu içlerine sindiremez. Dönüp yoldaşlarını bu araziye gömerler.Devlet milislerin içlerine kadar sızmıştır. Yoldaş yoldaş eliyle vurdurulacak kadardır şimdi, devletin zulmü azmış gibi.
Ahmet’ten o günden sonra bir daha haber alınamaz. Ardından 19 yaşındaki kardeşi de silahlı mücadeleye katılır ve altı ay sonra çıkan bir çatışmada devlet güçleri tarafından öldürülür. Kamer ve Şerife, oğullarını bin yıllık acılarıyla gömerler…
Yine kurşun sesleri, yine barut, yine ölüm, yine köy boşaltmaları başlamış ve halk zorunlu göçe zorlanmıştır. Yakılıp yıkılan taş evler yine 38’de olduğu gibi kışla öncülüğünde terk edilir.
Bu kez İzmir’e göç edilir. El emeğiyle, alın teriyle burada yaşam mücadelesi verilir. Fakat orada da bu ev devlete göre “terörist” yuvasıdır. Ev baskınları, gözaltı işkenceleri burada da devam eder. Gençler İzmir’de de şiddete maruz kalırlar.
Hayat şartları, geçinebilmek bir yana ille de memleket hasreti, doğup büyüdükleri toprakların yerçekim kuvveti Kamer babayı Dersim’e doğru çeker. Bir artı bir, balkonsuz bir toki evine yazılır. “Öleceksem, bir tek burada ölürüm” düşüncesiyle geri döner yurduna. Tek geliri üç ayda bir aldığı yaşlılık maaşıdır.
Zamanla İzmir’deki ev de, büyüyen aileye dar gelir ve Şerife de döner yurduna .Kamer’in kanser hastalığına yenilmesi, doğduğu toprağa gömülmesi uzun ve hazin bir göçün de sonudur artık.
Şerife zamanla demans hastası olur. Kâh çocukluğundaki Bolu’dadır, kâh 38 kırımında… Hep bir göç halindedir. Kızının bakımına muhtaç kalmış Bolu’daki gibi küçük bir çocuk gibidir. Hala sürgündür, hep alıp başını giden bir sürgün..
Fakat bu toki evinde kalabilmek içinde Damens hastası Şerife’nin vekalet onayı geçersizdir. Bu küçük evin devri son kızlarına kalacaktır, bütün kardeşlerin onayı vardır ancak bir onay eksiktir; Ahmet’in onayı.
Devletin hala askere alınması için çağrı yaptığı, hala muhtarlıktan oy pusulası gönderilen ve yaşıyormuş kabul edilen Ahmet’in onayı…Ne çare ki ölümü kanıtlanamamıştır. Ahmet’in hayatta olmadığının kanıtlanması için kemikleri bulunmalı, DNA,testi yapılmalı ve ölüm belgesi alınmalıdır.
Bu durumu çözecek biri vardır… Yurt dışına devlet zulmüyle gelen ve Ahmet’i dağda gömenlerden biri Köln’de yaşamaktadır. Mezarın gömülü olduğu yeri bilecek tek kişi odur. Y. Ahmet’in nerede gömülü olduğunu bilen odur. Belki böylece bir mezarı olacaktır. Kemiklerinin oradan alınması ve bir mezara konulması, Ahmet’in bir mezarının olması onların temel talebidir ve bu amaçla gider, o kişiyi Köln’de ziyaret eder…
Köln’de acı bir diyalog:
Kardeşimi nereye gömdünüz?
Bilmiyorum, hatırlamıyorum, aradan 30 yıl geçti.
Hem yeri tespit etsem bile kardeşinin kemiklerini orada bulmak mümkün olmayabilir?
Ne demek şimdi bu?
Bak şimdi bir şey anlatacağım, bu belki de cevabımdır.
Bir keresinde çatışmada bir yoldaşı kaybettik ,ölüsünü askerlere bırakmadık getirip bir dağ eteğine kanlar içinde gömdük.
Birkaç gün sonra yine o güzergahtan geçmek zorunda kalmıştık, yoldaşı gömdüğümüz mezar aşınmış, ceset parçalar halinde dışarıya saçılmıştı.
Ceset parçalarını topladık mezarı daha derin kazıp, tekrar gömdük
Ayılar ölü kokusunu alır, bilirsin, gece karanlığında, ben ben …Bilmiyorum…
Hatırlamıyorum…
Bilmiyorum ,Bilmiyorum; titrek bir sesin son sözleri…
Sessizlik…
” Ölüm adın kalleş olsun…”