2016’da El-Kaide’den (Nusra Cephesi’nden) kopup Heyet Tahrir el-Şam adını alan ve Türkiye’nin de desteğiyle yıllar içinde İdlib’de bir mini devlet kuran (vergi toplayan, taraftarları için kimlik kartları bastıran, Cihatçıların daha önce sahip olmadığı drone gibi modern teknolojilerle donatılan) Suriyeli muhaliflerin (artık muktedirlerin) Halep yürüyüşünün başladığı gün, Lübnan Hizbullahı ile İsrail arasında resmî bir ateşkes yapılmış olması tesadüf müdür bilinmez ama Hamas’ın 7 Ekim saldırısından sonra Ortadoğu’da bir zincir tepkimenin, bir domino etkisinin ortaya çıktığı kesin.
On yıl önce nizami ve paramiliter (Wagner) Rus askeri güçleriyle Beşar Esad’ın yardımına koşarak rejimin ömrünü uzatan İran destekli Hizbullah güçleri 7 Ekim’den sonra Hamas’a verdikleri desteğin ardından İsrail’in Lübnan’ı ablukaya almasıyla –liderleriyle beraber– manevra kabiliyetlerini de kaybetmiş görünüyor. Ukrayna savaşında yüz binlerce askerini kaybeden ve Kuzey Kore’den asker sevk etmek gibi Rus tarihinde görülmemiş hal çarelerine başvuran Kremlin’in de Esad’ı kurtarmak için bu kez kılını dahi kıpırdatmamış olması –kendi mantığı içerisinde– pek şaşırtıcı değil. Jeopolitik çıkar ortaklıklarına, kâr-zarar hesaplarına dayalı bir emperyal sağcılığın temsilcisi olan Vladimir Putin’in müstakbel ABD başkanı ile anlaşıp, ikinci Trump döneminde Ukrayna savaşını bitirme karşılığında Esad rejimini gözden çıkarmış olması da ihtimal dahilinde. Küresel sağın bu üç temsilcisi (Putin, Netanyahu, Trump) arasındaki doktrin farklarından ziyade altta yatan zihniyet ortaklıklarına bakıldığında, Suriye gibi ülkelere yönelik politikalarının jeopolitik hesaplarla (“güç dengeleri”yle) beraber kolayca değişebileceğini görmek zor değil.
Bu konjonktürü fırsat bilerek harekete geçen Heyet Tahrir el-Şam ve yine Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu’nun ciddi bir direnişle karşılaşmadan Suriye’nin belli başlı şehirlerini bir bir ele geçirmesi ve elli yıllık Baas rejiminin bir haftada devrilmesi, Esad ailesinin 1970’lerden beri iktidarını dayandırdığı Suriye ordusu, polis ve muhaberat örgütü içindeki desteğinin buharlaştığını gösteriyor. Öyle ki, Çarşamba günü can havliyle asker maaşlarına yapılan yüzde 50’lik zam da gidişatı değiştirmeye yetmedi. 2018’ten bu yana devam eden altı yıllık göreli çatışmasızlık döneminde Suriye ordusundaki yüksek rütbeli subayların uyuşturucu kaçakçılığıyla uğraştığı, uyuşturucu imalatının ülke ekonomisinin başlıca kalemi haline geldiğine dair haberler dünya basınında yayımlandı.
Ama Esad güçlerini teslimiyete iten daha önemli bir faktör, IŞİD ve El Kaide’nin aksine Heyet Tahrir el-Şam’ın şimdilik daha yumuşak ve kapsayıcı bir söylemle hareket ederek Suriye askerlerine saf değiştirme fırsatı tanıması, toplumun bütün kesimlerine hukuksal güvenceler vaat etmesi ve dünya kamuoyuyla (medya kuruluşlarıyla) olumlu bir diyalog kurması olabilir. 2016’dan sonra rüzgârın rejim lehine dönmesinde Rusya ve İran desteği kadar Esad’ın alternatifi olarak IŞİD ve El Kaide gibi Selefi örgütlerin öne çıkması; bu örgütlerin katliamlarının, dünyaya naklen seyrettirdikleri infazların Esad ordusunun kimyasal saldırılarını dahi gölgede bırakması ve Esad sonrası Suriye’de kanlı bir mezhep temizliği ihtimalinin Baas rejimini ehvenişer kılması etkili olmuştu. Heyet Tahrir el-Şam ise şimdilik Aleviler/Nusayriler dahil Suriye’deki bütün dini gruplara, özgürlük değilse bile, yaşam güvencesi vaat ediyor. Bunun ne kadar inandırıcı olduğu elbette sorgulanabilir ama Suriye toplumu belli ki artık Esad’ın iktidarda olmadığı bir hikayeye inanmak istiyor. Üç yüz bin kişinin hayatını kaybettiği, milyonlarca kişinin ülkeden göçtüğü, binlerce insanın hapishanelerde ağır işkencelerden geçirildiği, Avrupa’da göç tartışmalarını ve popülist sağ akımları tetikleyerek küresel bir fenomene dönüşen Suriye İç Savaşı’nın ana müsebbiplerinden biri olan Esad devrini artık geride bırakmak istiyor. HTŞ’nin ilerleyişi karşısında Esad’a bağlı gruplardan cılız bir direniş dahi gelmemiş olmasının önemli bir nedeni bu olmalı.
***
Kimilerine göre geniş bir Sünni-İslami hareketler platformu, kimilerine göre Suriye İç Savaşı içinde pişmiş bir çeteler koalisyonu olan Heyet Tahrir el-Şam’ın lideri Ahmet Hüseyin el-Şara, ailesi Golan Tepeleri’nden Şam’a gelip yerleştiği için Ebu Muhammed “Colani” takma adını kullanıyor. 2015’ten sonra Selefi örgütlerden uzaklaşıp ılımlı bir çizgi benimsediğini, Suriye’nin farklı mezheplerine tolerans gösteren bir birlik hükümeti kurma niyetinde olduğunu ifade ediyor ama ABD’nin Irak işgalinden sonra Irak El Kaidesi saflarında yıllarca savaşmış ve Irak’ta (meşhur Ebu Gureyb ve Bukka Kampı hapishanelerinde) uzun süre hapis yatmış bir Cihatçı olması “değişim” iddiasının samimiyetine dair soru işaretleri yaratıyor. Yakın tarihte İslamcıların “değişim” ve ılımlılık vaadiyle iktidar olup daha sonra tiranlaştıkları örneklerin çokluğu bu soru işaretlerine haklılık kazandırıyor.
Diğer taraftan, İdlib’de kurduğu yönetim mekanizmasının verimliliği ve bunu aynı hızla Halep’te de hayata geçirmesi, radikal Cihatçı grupları kısmen tasfiye etmeyi kısmen de sıkı denetim altına almayı şimdilik başarması dikkat çekiyor. Ama ABD’nin geri çekilmesinden sonra Afganistan’da tekrar hükümet olan yeni Taliban da, tıpkı Heyet Tahrir el-Şam gibi ilk başta değişim iddiasıyla ılımlı mesajlar verse de birkaç yıl içinde Afgan kadınların kamusal hayattan ve eğitim kurumlarından dışlandığı; elde edilen seküler kazanımların bir bir geri alındığı bir şeriat rejimi kurmaya girişti. Yeni Taliban’ın liderleri, eskisinden farklı olarak, Batı kamuoyuna ılımlı mesajlar verip sevimli bir imaj çizmeye çalışırken, içeride eskisine oldukça benzer bir teokratik rejimin inşası sürüyor. HTŞ’nin de benzer bir pragmatizmle hareket etmesi ve Suriye’de kozmetik bir değişimle yetinmesi (Baas azınlık rejimi yerine bir Sünni çoğunluk rejimini dayatması) hiç de yabana atılamayacak bir ihtimal. Bu ihtimalin varlığı, Suriye’deki İç Savaş’ın sona erdiğini söylemek için henüz çok erken olduğunu gösteriyor.
HTŞ’nin güneyde Dürziler, Şam çevresinde laik Sünniler, Lazkiye-Tarsus hattına çekilen Nusayriler/Arap Alevileri, Fırat’ın doğusunu neredeyse bütünüyle kontrol eden SDF/YPG ile nasıl bir birlikte yaşama ortamı oluşturacağını bugünden kestirmek mümkün değil. SDF komutanı Mazlum Abdi, Şam’ın düşüşünü tarihsel bir an olarak adlandırdıktan kısa süre sonra Rakka etrafındaki çatışmalar yoğunlaştı. Türkiye’nin Menbiç’te devam eden bombardımanı, İsrail ordusunun Hermon Dağı’nı aşıp askerden arındırılmış bölgeye girişinin yanısıra HTŞ’nin kendi içindeki radikal cihatçı unsurlar ve Suriye’nin farklı bölgelerinde cepler oluşturan IŞİD güçleriyle başa çıkıp çıkamayacağı veya başa çıkmak isteyip istemeyeceğini de bilemiyoruz. HTŞ’nin bugün itinayla sumen altı edilen sicilinde Dürzi ve Alevi köylerinde yaptığı katliamlar da var.
Bütün bunlara rağmen, bugün Suriye halkının ve dünyanın dört bir köşesine dağılmış milyonlarca Suriyelinin sergiledikleri büyük sevince gözlerini kapamanın, bu hissiyatı karalamanın, son derece kanlı bir diktatörlüğün devrilmesine hayıflanmanın ne anlama geldiği üzerinde de düşünmeye değer.
***
Suriye, 2011’den beri ABD, Rusya, İran, İsrail, IŞİD, El-Kaide, PYD gibi silahlı güçlerin pazularını şişirdikleri bir muharebe meydanına dönüştüğü için toparlanması yıllar alacak, parçalanmış bir toplum manzarası ortaya çıktı. Ortada devralınacak bir devlet mekanizması ve kurumlar da kalmamış olabilir. Şimdi Esad’ın devrilmesiyle İsrail, ABD ve Türkiye’nin yeni durumdan fayda sağlayacağı, İran ve Filistin’in zarar göreceği konuşuluyor. Jeopolitik dünya görüşünün “gündem maddeleri” bunlar. Suriye’nin sivil halkını, kadınları, çocukları, engellileri; on yıllar boyunca Baas rejiminin hapishanelerinde yatmış olan siyasi mahkumları; İç Savaş’ta aile fertlerini, yakınlarını, çocukluk arkadaşlarını kaybedenleri; ülkelerinden göçüp gurbette çoğu açlık koşullarında yaşayan Suriyelileri konuşan, bu insanların deneyimleri üstüne düşünenlerin sayısı ise çok az.
Oysa Suriye’ye bahar bu insanların deneyimlerini merkeze alan, eşitlikçi ve insancıl bir bakışın hakimiyetiyle gelebilir. Ülkenin mevcut felaketi olan jeopolitik aklın, militarizmin, mezhepçiliğin hakimiyeti ise yıkım manzarasının devamını getirecek; Esad’ın baskı rejimi sadece el değiştirmiş olacaktır.
[1] İthaf için Ahmet İnsel’e teşekkürler.
/Bu yazı BirikimDergisinden alınmıştır/