20. yüzyılın başlarında tıpkı Ortaçağ Avrupası’nı sona erdiren Rönesans dönemi gibi edebi, sanatsal, bilimsel ve düşünsel alanlardaki gelişmelerle aydınlanan Pontos coğrafyası, aynı zamanda büyük bir tehdit altındadır.
1. Dünya Savaşı’nı kaybeden Osmanlı Devleti’nin geriye kalan son topraklarında yaşanan iktidar savaşı, ki buna Türkler ‘Kurtuluş Savaşı’ adını vereceklerdir, Pontos’taki Hristiyan ve Müslüman Rum halkın kaderini belirlemiştir.
3 bin yıllık topraklarında katledilen ve ardından Mübadele anlaşmasıyla zorla sürgün edilen Hristiyan Rumların yanı sıra geride kalan Müslüman Rumlar da 100 yıl boyunca zulüm altında yaşamaya zorlanmış ve asimilasyon politikalarıyla Türkleştirilmeye çalışılmıştır.
Bu sırada aydınlanmanın öncüsü edebiyatçılar, aydınlar, doktorlar, sanatçılar ve yaşamı var eden tüm zanaatkârlar öldürülürken, kültürel değerler de yok edilmiştir. Kiliselerin, okulların, binaların yağmalanmasının yanı sıra Rumlara ait bütün zenginlikler gasp edilmiştir.
Hristiyan Rumlar artık başka bir coğrafyada yaşama yeniden tutunmanın mücadelesine başlayacaktır. Gittikleri yerde (Yunanistan) hem yabancıdırlar hem yine ötekidirler. Nesiller geçecektir belki de, bu yeni yerlere alışmaları ve normal bir hayat sürebilmeleri için.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasının ardından özellikle kurucu Mustafa Kemal, Anadolu’nun yoksul ve cahil olduğunu, kendilerinin de Anadolu’yu aydınlattığını söyleyecektir. Oysa aydınları ve tüm bu zenginliği yok eden kendileridir.
29 Ekim 1923 Pontoslu Rumlar için ne ifade ediyor?
Cumhuriyetin kuruluşu Rumların sadece Pontos’tan değil, tüm Küçük Asya’da katliamlarla öldürülmeleri ve oradan sürgün edilmelerinin tamamlanması ardından gerçekleşir. İttihat ve Terakki’nin 1910’lardan beri planı, öncelikle Hristiyanların bu coğrafyadan silinmesi ve Sünni Müslüman inancıyla Türk milli kimliği taşıyan yeni bir devletin kurulmasıdır. Ermeni ve Süryanilerin soykırıma uğratılmasının ardından geride kalan Rumlardır ve onlara yönelik katliam ve sürgünlerle soykırım sürecinin son etabına geçilir. Temmuz 1923’te Lozan’da yapılan ve Mübadele adı verilen değiş tokuş anlaşmasıyla, geride İstanbul dışında Rum kalmaz. Böylelikle yeni devletin ilanı için tüm koşullar hazırdır artık.
Bu yanıyla 29 Ekim 1923, Pontos ve Küçük Asya’daki Hristiyan Rumlar için binlerce yıllık topraklarında artık var olmamak anlamına gelir. Müslümanlaştırılmış Rumlar açısından ise yeni bir zulüm sürecinin başlangıcıdır.
Hristiyan Rumlar artık başka bir coğrafyada yaşama yeniden tutunmanın mücadelesine başlayacaktır. Gittikleri yerde (Yunanistan) hem yabancıdırlar hem yine ötekidirler. Nesiller geçecektir belki de, bu yeni yerlere alışmaları ve normal bir hayat sürebilmeleri için.
Üstelik bu yeni yerleşim birimlerine gelirken zorunlu kaldıkları karantina bölgelerinde salgın hastalıklardan ve açlıktan binlerce insan hayatını kaybedecektir.
Altyapısı olmayan şehirlerin dışında, barakalarda başlayan yeni hayata ve yurtlarında yaşadıkları acılara dayanamayan birçok kadın ve erkek intihar edecektir ilk yıllarda.
Belediyelere kayyım atamak, özellikle Kürt coğrafyasında 2016’dan bugüne devam eden bir el koyma biçimi olarak karşımıza çıksa da devletin, belirli gerekçelerle yönetime müdahale etmesi ve kayyım ataması, cumhuriyetin köklü bir geleneğidir. İnançlara el konulur, dillere el konulur. İsimlerine el konulur insanların, köylerin, kasabaların, şehirlerin. Çocuklarına el konulur, o çocukların oyunlarına, oyuncaklarına el konulur.
Özellikle Pontos’ta geride kalan Müslümanlaştırılmış Rumlar ise yurtlarından sürgün edilmemenin ve hayatta kalmanın bedelini çok daha ağır ödeyeceklerdi. Öncelikle akrabaları ve komşuları olanlar ya öldürülmüş ya da sürgün edilmişti, onlar ise hala kendi topraklarında yaşıyorlardı. Bunun bir utanç olarak yaşamlarını alt üst etmesini engellemek için zalimlerin yaptıklarını onaylamak ya da en azından görmezden gelmek, unutmak gerekiyordu. Ana dillerini konuşmanın, kemençenin, horonun yasaklandığı yeni bir hayata başlıyorlardı cumhuriyetle birlikte.
Yaşanan travmalara cumhuriyet tarihi boyunca hep yenileri eklenecek, en iyi Türk ve en iyi Müslüman olduklarını ispat etmek için yapacakları birçok şeye rağmen öteki olmaktan kurtulamayacaklardı.
El koymak rejim geleneği
Belediyelere kayyım atamak, özellikle Kürt coğrafyasında 2016’dan bugüne devam eden bir el koyma biçimi olarak karşımıza çıksa da devletin, belirli gerekçelerle yönetime müdahale etmesi ve kayyım ataması, cumhuriyetin köklü bir geleneğidir. Bu, yalnızca yerel yönetimlerde değil, tarihin birçok döneminde ve farklı alanlarında görülen bir uygulamadır.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat bu el koyma örneklerinden bazılarıdır. Bu el koyma örnekleri parlamentoya, yerel yönetimlere el koyma ile sınırlı da değildir. Polis, asker ve mahkemeler aracılığıyla hak ve özgürlüklere de el konulur.
Nelere el konulmaz ki?
İnançlara el konulur, dillere el konulur.
İsimlerine el konulur insanların, köylerin, kasabaların, şehirlerin.
Çocuklarına el konulur, o çocukların oyunlarına, oyuncaklarına el konulur. Ninnilerine, uykularına, hayallerine el konulur. Geleceklerine el konulur.
Şarkılara, danslara, hikayelere, masallara el konulur.
Tarihe el konulur
Resmi tarih, hakim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Tarihin, geçmişte yaşanmış olanın, iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Bu amaçla toplumsal bellek (hafıza-ı enam) yok edilmek, toplum hafıza kaybına uğratmak istenir. (Fikret Başkaya)
Şehirlere el konulur
İsimlerine el konulan köylere, kasabalara ve şehirlere de el konulur.
Bu el koyma eylemi hiç bitmez. Defalarca kez el konulur.
Örneğin 1453 yılında el konulan Konstantinopolis’e, 1461’de el konulan Trabzon’a her el koyma yıldönümünde tarih sahnesinde yeniden yeniden el konulur.
1974 yılında Kıbrıs’ın işgali de bir başka el koyma biçimidir. Kıbrıs’ın Lefkoşa, Girne, Magosa Güzelyurt, İskele ve Lefke şehirlerine el konulur.
Mallara, mülklere el koymak da bir gelenektir
Yüz yıl boyunca Rumların, Ermenilerin mallarına, mülklerine el koymak haktır. Canlarına el koymak ise büyük sevaptır. Okullara, kiliselere el konulur. Evlere, bağlara, bahçelere el konulur.
Örneğin 1912 yılında Trabzon’da inşa edilmiş Konstantin Kabayannidis’e ait köşke 1923 yılında el konulur ve Mustafa Kemal’in özel mülkiyetine geçirilerek adı Atatürk Köşkü olarak değiştirilir.
1942 yılında çıkarılan Varlık vergisi ise geride kalan az sayıdaki Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşın da mallarına el konulmasını sağlar.
6-7 Eylül 1955’de bir kez daha el koyar devlet Rumların mallarına ve canlarına. Bu kez 1915 ve 1919’daki gibi ‘gavurun malı helaldir’ denerek el koymak işi kitleselleştirilir.
Partilere el konulur
Cumhuriyet tarihi boyunca 50’nin üzerinde parti mahkeme kararıyla kapatılır. 1980’den bu yana ise 44 milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırılarak milletvekilliği düşürülür.
Belediyelere el konulur
1918 Eylül’ünde hastalığı sebebiyle görevinden istifa ettiği söylenen Giresun belediye başkanı Dizdarzâde Eşref Bey’in yerine başkanlığa Topal Osman el koyar. Başkan olarak yaptığı ilk iş, 1885-1904 yılları arasında belediye başkanlığını sürdüren Kaptan Yorgi tarafından yaptırılan Giresun Saat Kulesini yıkmak olur. Bu tarihten itibaren Rumlara karşı gerçekleştirilecek katliamların merkezi olacaktır Giresun belediyesi.
Yüz yıl sonra ise bu kez Kürt coğrafyasındaki şehir ve ilçe belediyelerine el konulur. Kendi belirlediği seçimler sonucunda halkın büyük çoğunluğu ile seçilen belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine kayyım atanması biçiminde şekillenen bu el koyma aynı zamanda halkın iradesine de el konmasıdır.
Darbeler, el koymalar, kayyımlar, hak gaspları, özgürlükler önündeki yasaklar, sürekli şiddet ve baskı Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetim biçimidir.
Cumhuriyet sonrası da Pontos’da devam eden bir Rum düşmanlığı
Pontos’ta Rum düşmanlığının devam etmesinin nedeni soykırım ve mübadeleye rağmen, cumhuriyet sonrası Pontos’ta yaşayan ciddi bir Müslüman Rum nüfusun varlığıdır.
Cumhuriyet bu Müslüman Rum nüfusa karşı yüz yıl sürecek olan Türkleştirme politikasını yürütür.
Ama Pontos gerçeği hala oradadır ve kimi zaman bir tarihi binanın sıvalarından, kimi zaman Rumcanın bir sözcüğünden egemenlerin karşısına dikilmektedir. Bütün baskılara, yasaklamalara rağmen Pontoslu Rumlar, kendi kimliklerini ve geçmişlerini sahiplenmek için araştırıyorlar, öğreniyorlar ve tartışıyorlar.
Ana dilleri Romeyika (Pontos Rumcası) yasaklanır, şarkılara Türkçe sözler yazılarak Rum kimliği unutturulmaya çalışılır.
Cumhuriyetle birlikte yazılan yeni resmi tarih ise baştan aşağı yalanlarla doludur. Yeni eğitim sistemi bu yalanlara dayalı bir sistemdir. Zaten soykırım ve mübadeleyi yaşamış olan ilk nesil, kendi çocuklarını korumak amacıyla bu politikalara boyun eğerler.
Rum düşmanlığı böyle bir sürecin üzerine şekillenir. ‘Rumlar haindir, emperyalistlerle iş birliği yapmışlardır ve ülkemizden kovulmuşlardır’ propagandaları Türk milliyetçiliğinin tüm argümanlarıyla işlenir.
Aynı zamanda sürekli öteki oldukları hatırlatılır Pontos’taki Müslüman Rumlara. Müslüman olmalarına rağmen devlet hala onlara güvenmemektedir. Onlar da on yıllar boyunca en Türk en Müslüman olduklarını kanıtlamaya çalışacaktır.
Türk ordusunun Kürt illerinde yürüttüğü savaşta özellikle Pontoslu Rumları ön cepheye sürmesi de bu politikaların bir parçasıdır.
Ölen her askerin isimleri ‘şehit’ olarak Pontos’taki caddelere, köprülere verilerek Türk milliyetçiliği körüklenir.
Bugün gelinen noktada soykırım ve ardından yaşanan mübadele anlaşmasının ardından yüz yıllık cumhuriyetin asimilasyon ile Türkleştirme politikalarının başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Ama Pontos gerçeği hala oradadır ve kimi zaman bir tarihi binanın sıvalarından, kimi zaman Rumcanın bir sözcüğünden egemenlerin karşısına dikilmektedir. Bütün baskılara, yasaklamalara rağmen Pontoslu Rumlar, kendi kimliklerini ve geçmişlerini sahiplenmek için araştırıyorlar, öğreniyorlar ve tartışıyorlar.
Yayın Tarihi: 29/10/2024