Taner Akçam: Türkiye’de Apartheid Sistemi Varlığını Sürdürüyor

GündemSöyleşi

”Apartheid kavramı Güney Afrika ile birlikte uluslararası hukukun bir konusu oldu ama artık özel bir ülkeyi değil, tüm ülkeleri kapsayan genel bir hukuk kuramı haline gelmiş vaziyette. Nasıl ki, Soykırım kavramının Holokost ile doğrudan alakası vardı ama bu özel olaydan kalkılarak genel bir ceza kategorisi oluşturuldu ise, benzeri durum Apartheid için de söz konusu oldu…”

Araştırmacı- yazar ve hukukçu Fırat Aydınkaya, Kürd Araştırmaları Dergisi için Taner Akçam ile bir söyleşi gerçekleştirdi: Derginin internet sayfasında yayınlanan söyleşinin tamamı aşağıda:

Taner Akçam, Türkiye’nin önde gelen tarihçilerinden biri olarak bilinmektedir. Soykırım tarihi, politik şiddet ve alternatif tarih yazımı konularında önemli çalışmalar yapmakta olup, bu çerçevede pek çok kitap yazmıştır. Kendisi ile yakın zaman önce Aras yayınlarından çıkan ve esas olarak da Kürtleri yakından ilgilendiren “Yüzyıllık Apartheid” kitabı üzerine konuştuk. 

 

Soru: Öncelikle kitabınızın sarsıcı başlığını konuşarak başlamak isteriz. Apartheid kavramının sıra dışı bir tarihsel kavram üretimi olduğunu biliyoruz. Türk tarihçilerinin bu kavrama olan alerjisi malum, keza Kürt tarihçilerinin bu özgün kavramı sıkça kullanmadıkları da açık. Şu hâlde neden Apartheid?

 

Cevap: Cevap basit: rejim Apartheid rejimi olduğu için. Asıl önemli soru, niçin bugüne kadar hiç kimsenin bu tanımı kullanmadığı sorusudur. Apartheid, uluslararası ceza hukukuna göre bir suç ve tanımı çok açık: Kavram, “bir ırksal grubun veya grupların, ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamına katılımını engellemek için hesaplanan her türlü yasal önlem ve diğer önlemler ve özellikle bir ırksal grubun veya grupların üyelerini temel insan hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakarak, bu tür bir grubun veya grupların tam gelişimini engelleyen koşulların kasıtlı yaratılması” suçu olarak tanımlanmıştır. Zannediyorum, Türkiye’de herkes Apartheid, Güney Afrika ile ilgili özel bir tanımdır ve de sadece (biyolojik-deri rengine ilişkin) ırkçılık konusunu kapsar diye düşünüyor. İkisi de yanlış.

Kavram, evet, Güney Afrika ile birlikte uluslararası hukukun bir konusu oldu ama artık özel bir ülkeyi değil, tüm ülkeleri kapsayan genel bir hukuk kuramı haline gelmiş vaziyette. Nasıl ki, Soykırım kavramının Holokost ile doğrudan alakası vardı ama bu özel olaydan kalkılarak genel bir ceza kategorisi oluşturuldu ise, benzeri durum Apartheid için de söz konusu oldu. İkincisi, Apartheid bir tek biyolojik veya kültürel ırkçılık ile de sınırlı bir kavram değildir. Etnik, din, kültür, ulus gruplarına ait dışlama biçimlerini de kapsıyor. 1965’den beri çıkan tüm uluslararası hukuk metinlerinde bu hususun altı çizilmiştir. 2000 yılında Uluslararası Ceza Mahkemelerinin statüsünde, Apartheid bir dışlama politikası olarak İnsanlığa Karşı Suç olarak tanımlanmıştır.

Ana akım Türk tarihçilerinin genelde kolonyal teorilere prim vermediklerini biliyoruz. Ama yine de mesela Ömer Lütfi Barkan, özellikle de Osmanlı yayılmacılığı bağlamında “Türk Kolonizasyon Siyaseti” diye bir kavram kullanıyordu. Falih Rıfkı Atay da Arap coğrafyasına atıfla “Osmanlı emperyalizmi” kavramını atmıştı ortaya. Yakın zamanlarda ise Selim Deringil, Osmanlı bürokrasisinin, modern egemenlik stratejilerine olan ilgileri bağlamında “ödünç alınmış kolonyalizm”den bahsediyordu. Bu manada Apartheid teorinizin tarihsel-toplumsal dayanaklarına dair ne söylemek istersiniz?

Çok önemli bir soru. Detaylı cevap veremezsem bile, ilk kanaatlerimi paylaşmak isterim. Sömürgecilik ile Apartheid ilişkisi konusuna her ülke özelinde yakından bakmak gerekir, diye düşünürüm. Örneğin, Güney Afrika Apartheid rejimi resmen 1948’de kuruldu ama köklerinin 19’uncu yüzyıl sömürgeciliğine kadar gittiğini biliyoruz.

Osmanlı-Cumhuriyet çizgisinde ise gözlediğim şu: Apartheid sisteminin öncelikli tarihsel-toplumsal dayanağı Osmanlı Millet sistemidir. Buna bir de Cumhuriyet dönemi ile birlikte Kürt bölgeleri ile ilişkilerin sömürgecilik mantığına göre düzenlenmesi eklenmiştir. Bu ikinci husus, yani Cumhuriyet dönemindeki sömürgecilik, bizlerin yorumu veya kanaati değildir. Cumhuriyet kurucularının, Kürdistan ile ilişkilerini “sömürgelerle kurulan ilişkiler” esasına göre düzenlemeyi kendilerinin önerdiklerini, tartıştıklarını ve bu yönde uygulamalara geçtiklerini biliyoruz.

Bu anlamda Türkiye özelinde, Osmanlı Millet sistemi ile sömürgeci mantığın ilginç bir bileşimi ile karşı karşıyayız. Osmanlıda var olan, dinsel temelli hiyerarşik toplum modeli, Cumhuriyet ile birlikte seküler bir hale sokularak devam etti. Bu nedenle, Hristiyanlar ve Yahudiler bu geçiş sürecinde toplumun el alt hiyerarşisindeki yerlerini korumaya devam ettiler. Gözlenen, Kürtlerin konumundaki kaymadır. Din, Cumhuriyet döneminde önemini koruyordu ama tek başına Apartheid’ın hukuki temelini oluşturmuyordu. Bu nedenle toplumsal hiyerarşi, bazen açıktan biyolojik kategoriler de kullanılarak, etnik ve kültürel köken üzerinde yeniden inşa edildi. Ve Hristiyan ve Yahudilere yönelik var olan fişleme metoduna Kürtler de dahil edilmeye başlandı. Bulduğum bazı kayıtlarda, örneğin Kürt vilayetlerinden güvenlik nedeniyle Batıya sürülen aşiret ve/veya aile ve kişilerin nüfus kütüklerinde fişlendiklerini gördüm. Yani, 3-4 kuşak sonra, sürülen bu Kürtler tamamıyla Türklük içinde erimiş olsa bile, Kürt kökenleri belli olacaktı. Oysa bugüne kadarki tartışmalarda, Kürtlere sunulanın sadece asimilasyon alternatifi olduğu savunulur ve devletin yoğun bir asimilasyon politikası izlediği ileri sürülürdü. Şimdi buna bir de fişleme metodunu eklemek gerekir. Bugüne kadar sadece Hristiyan ve Yahudilere yönelik uygulandığını bildiğimiz fişleme sistemine Kürtlerin de eklenmiş olduğunu göstermek, bu çalışmanın önemli bir katkısıdır diye düşünürüm.

Kürt Tarih yazımı sıklıkla 1918-1924 yılları arasına müzakere, diyalog ve kaçırılmış kurucu bir tarihsel fırsatın hikayesi olarak bakıyor. Çanakkale Savaşından başlayan ve “Kurtuluş Savaşı”ndaki Türk-Kürt birlikteliğiyle devam eden asli kurucu unsur söylemi, Kongreler süreci, bu sürece kimi Kürtlerin çağrılıp dahil edilmesi, 1921 Anayasası, M.Kemal’in özerkliğe dair kimi beyanları ve benzeri süreçler. Siz bu tarihsel süreçleri nasıl okuyorsunuz ve daha önemlisi bu örtük diyalog süreçlerini Apartheid rejiminde nasıl konumlandırıyorsunuz?

Kürt tarih yazımının tüm bir 1918-1924 dönemini ağırlıklı olarak “bize verilen sözler tutulmadı” ekseninde okuduğunu biliyorum. Hatta Kürt meselesinin siyasi olarak çözümü için “yeniden 1918-1923 ruhuna geri dönmek” çağrılarının yapıldığını da biliyoruz. Öcalan’ın, 2013 Newroz mesajı bu bakımdan çok önemlidir. “Çanakkale’de omuz omuza şehit” düşmekten ve “Kurtuluş Savaşını birlikte yapm(ış)” olmaktan söz eder. Türklerin, Kürtlere “verdikleri sözleri tutmadıkları” savı elbette doğru bir sav, belgeleri ortada. Kitabımın iddiası tam da bu noktada ve tarihi “Kürtlere verilen sözlerin yerine getirilmemesi” ekseninde okumanın, oluşturulan Apartheid sistemini anlamaktan çok uzak olduğunu ileri sürüyor. Benim okumamda yukardaki yaklaşımlar, “biz de Türklerle birlikte Apartheid sisteminin en tepesi seviyesinde olacaktık ama bundan mahrum edildik” yakınması gibidir.

Apartheid’dan pay alamamaktan yakınmanın çok iyi bir tutum olmadığı ortada. Bunun yerine süreci, Kürtlerin, ağırlıklı Müslüman kimlikleriyle yer aldıkları, Milleti Hâkime konumlarından çık(artıl)ıp kovuşturulan topluluk haline dönüş(türül)mesinin nasıl gerçekleştiğine yakından bakmanın daha faydalı olduğunu düşünürüm. Bu bir süreç ve 1916 (Kürt sürgünleri) veya 1921 (Koçgiri) bu dönüşümün önemli göstergeleri sayılabilir. Uzmanları daha iyi bilirler ama bana göre, 1924 Beytüşşebab bir dönüm noktasına denk düşmektedir. İhsan Nuri önderliğinde Azadi örgütünün, 1924 Nasturi katliamına katılmayı reddetmesi bence son derece sembolik önemi olan bir olaydır. İlk defa bir Kürt siyasi önderlik, Müslüman-Türk yöneticilerinin Hristiyan katliamı çağrısına açıktan tavır almıştır. Dolayısıyla önerebileceğim model, “verilen sözler tutulmadı” anlayışı yerine, “failler grubuna dahil olmaktan çıkıp-çıkartılıp kurban topluluğa geçiş süreci” perspektifidir.

Bu bağlamda, 1921 Anayasası (ki Anayasa bile değildir) etrafındaki ‘olumlu toz-dumanı’ çok anladığımı söyleyemem. Evet, federatif yönetime ilişkin ip uçları var bu antlaşmada ama o dönemde nüfusun %10’una yakınını oluşturan Hristiyan ve Yahudilerin asla bu yeni birliğe dahil edilmeyeceği de çok açık olarak ifade edilir. Yani Apartheid açıkça savunulur. Dönemin meclis tutanaklarında bu hususta yeteri kadar bilgi vardır. Bu noktada galiba nadir de olsa, Zafer Toprak’a katılıyorum. 1921 Anayasasını abartmak ve öne çıkartmak yerine, M. Kemal’in 1 Aralık 1920’de rejimin karakteri üzerine yaptığı ve dört saat süren konuşmasını esas almanın daha önemli olduğunu düşünürüm.

Kitabınızda birbiriyle ilintili üç tez ileri sürüyorsunuz. Kısaca bu tezlerinizden bahsedebilir misiniz? Bahsettiğiniz üçlü kast sistemi nedir tam olarak?  Bu manada Türk solunun pek sevdiği “anti emperyalist savaş” doktrinine şerh koyduğunuzu da görüyoruz. Türk solunun bahsettiğiniz süreçleri eşitlikçi bir perspektifle okuyamamasının nedenleri ve sonuçları nedir? 

Burada en az üç-dört soru var, hepsine cevap vermem imkânsız. Kitapta dört ana tez var, birincisi “Türkiye’de bir Apartheid rejimi var” tezidir ve kitapta, bu Apartheid bugüne kadar niye çok açık ifade edilmedi, sorusunu soruyorum. Aslında Türkiye’de hem yazılı hukukta hem de teamül hukuku olarak Apartheid’ın var olduğunu zaten hepimiz biliyor, görüyor ve kabul ediyoruz. Kendisine, açıktan Ermeni’yim, Süryani’yim, Yahudi’yim diyen ve göğsünü gere gere Kürt, Alevi olduğunu söyleyen tek bir üst düzey sivil-asker bürokrat yok bu ülkede. Askeri okullara çok sıkı dokunarak, esas olarak Türk ve Sünni mezhep mensuplarının alındığı biliniyor. Bu sistemin gizli bazı kararnamelere işletildiği, bu kararnamelerden bazılarının su yüzüne çıkmasıyla da öğreniyoruz ve ilgili haberler basında da yer alıyor. Soru, bu durumu niye içselleştirilmiş bir gerçeklik halinde kabul ediyoruz ve bu durum niye bilince çıkmıyor ve dillendirilmiyor.

Bunun çok nedenleri var ve kitabımda iki-üç tanesinin altını çiziyorum. Birinci neden ki bu ikinci tezimdir, Apartheid 1918-1923 sürecinde kurulmaya başlandı. Oysa 1918-1923 arası hem tarih yazımında hem de siyasette Ulusal Kurtuluş Savaşı/Bağımsızlık Savaşı paradigması ile ele alınır. Hatta bugünkü Türk siyasal eliti (ve solcu ilericileri de buna dahil) kendilerini yeni Kuvayı Milliyeciler olarak görürler. Hepsinin ana hedefi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yanlış ve eksik yaptıklarını düzeltmek ve tamamlamaktır. Yani 1918-23 sadece egemenlik paradigması ile ele alınır ve tartışılır. Oysa bu dönem aynı zamanda Apartheid rejiminin inşası dönemidir.

Eğer dönemi sadece kurtuluş savaşı paradigması ile ele alırsanız, Apartheid’ın kuruluşunu görmeniz engellenir. Bugünkü sistemin kötülüğü, iyi başlayan bir şeyin zamanla bozulmasıyla oluşmadı. Bugünkü Apartheid sistemin temelleri kurucularca tercih edilen bir siyaset olarak gündeme sokuldu. Yani bir sapmadan değil, yapısal olarak temelleri 1918’le birlikte atılmaya başlayan bir süreçten söz ediyorum. Kitapta buna ilişkin bolca kanun ve kararname örneği veriyorum. Tekalif-i Milliye kanunu, Yabancı şirketlerdeki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Hristiyan ve Yahudilerin işlerinden atılmaları, bazı mesleklerden menedilmeleri vb. vb. onlarca örnek var orta yerde. İlginç olan “azınlıklar” konusunda çalışanların değindiği bu ırkçı pratiklere, örneğin Kürt tarih yazımında hemen hiç değinilmediğini görürüz.

Apartheid’ın görülememesinin ikinci nedeni, ki kitabımın üçüncü tezidir, 1918-1938 dönemi tarih yazımı esas olarak ‘ulus-devlet’ mantığı ile ele alındı. ‘Türkler homojen bir devlet kurmak istiyorlardı ve Türk olmayanları dışladılar’ mantığı üzerinden (ki yanlış olduğu asla iddia edilemez), her bir grup sadece kendi tarihini yazdı. Burada iki önemli eksik yapıldı; birincisi, Türkler (solcuları da dahil) dönemi başarılı bir kuruluş efsanesi olarak anlattılar (Zafer Toprak bu tarih yazımının sembolü gibidir). Çerkezler, Kürtler, Aleviler, Hristiyanlar ve Yahudiler ise bu dönemi esas olarak kendileriyle, Türkler arasındaki sorunlar ekseninde ele aldılar. Bu nedenle, bu grupların tarih yazımlarına baktığınızda diğer gruplara ilişkin ciddi bir bilgi bulamazsınız. Sanki diğer gruplar bu dönemde ya aktif aktörler değillerdi, pasiftiler ya da yokturlar. Oysa 1918-1938 döneminin her eyleminde tüm bu aktörler belli biçimde rol oynamışlardı. İkincisi, 1918-1938 tarihi yazılırken, 1918 öncesi ile bağı hemen hemen kopartıldı. Özellikle Cihan Harbi boyunca Hristiyanlara yapılan katliamları 1920-30’lu yılların tarih yazımına dahil etmemek için çok özel bir çaba harcandı. “Kurtuluş Savaşı” bir milat olarak ele alındı. Yani, iki tür entegre tarih yazımı sorunu var; birincisi 1918-1938 dönemi aktörlerin birbirleri ile ilişkileri, ikincisi 1918 öncesinin 1918-1938’e entegre edilmesi anlamında… Kitapta bir-iki başka tez daha var ama hem tezlere hem de onların nasıl ele alındığına kitaptan bakılmasını önereceğim.

Burada anti-emperyalizm konusunda bir cümle eklemek isterim. 1918-1923 dönemini anti-emperyalist mücadele olarak gören bir tek Türkler ve Türk solcuları değildir. Bunu da aşan bir kesimin böyle düşündüğünü ileri süreceğim. Fakat ben, Apartheid tartışması açısından 1918-23 döneminin anti-emperyalist bir savaş olup olmadığı meselesinin çok önemli olmadığını düşünüyorum. 1991’den bu yana yazdığı tüm eserlerde, başta Türk solu olmak üzere geniş çevrelerin anti-emperyalizm tezlerinin yanlış olduğunu ve yaşananların “iç savaş” olduğunu savunan birisi olarak bu tutumum şaşırtıcı gelebilir. Tekrar edeyim, Apartheid tartışması açısından bu tartışma önemli değil, çünkü velev ki 1918-1923 anti-emperyalist bir savaş olsun, sonuç açısından bir şey değişmiyor. İç savaş veya anti-emperyalist savaş ama sonuçta kurulan sistem Apartheid’dır.

Bir fırça ile her şeyi yıkıp dökmek istemem ama Türk solunun bu dönemi eşitlikçi bir perspektiften okuyamamasının nedenleri konusunda söylenecek tek şey, “o mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler,” sözüdür. Türk Solu köken itibarıyla, İttihat ve Terakki’nin arka bahçesinin çocuklarıdır.

Çalışmanızda Şeyh Said isyanının tarihyazımına kritik dokunuşlar yapıyorsunuz. İsyana Süryanilerin ve Ermenilerin katılması, Şeyh Said milislerinin içinde omuz omuza savaşma gayelerini nasıl yorumlarsınız? Özellikle de isyanın ana teması olarak dinsel hikâyenin güçlü olarak anlatıldığı bu türden başkaldırı organizasyonlarında, Müslüman olmayan halkların isyan motivasyonu neydi?

Şeyh Sait olayı, yukarda 3’üncü tez bağlamında söylediklerimin anlaşılması için ele aldığım tipik bir örnektir. Şeyh Sait’i seçmemin nedeni, çok biliniyor ve hakkında çok şey yazılmış olmasıdır. Ama tüm bu zengin çalışmalara rağmen, Ayaklanmaya Süryani katılımı olduğu, 10 civarında (belki daha fazla) Süryani’nin ve 3 Ermeni’nin idam edildiği bilinmiyor. Ayrıca, Şeyh Sait ayaklanmasına ait onlarca dava olmasına rağmen, bir tek Şeyh Sait’in yargılandığı “Ana Dava” ilgi odağı olmuştur. Oysa, Şeyh Sait ayaklanması davalarının en büyüğü Alevilere karşı açılan bir davadır. Dersim Koçuşağı aşiretinin yüzlerce üyesine karşı açılan bu davada, 180 civarında idam cezası istenmiş, 50 civarında idam kararı çıkmış, 8 kişi idam edilmiştir. Bunun dışında asılan başka Aleviler de vardır.

Bunlar yeni bilgilerdir ve tümüne yakınını Şark İstiklal Mahkemeleri arşivlerinden elde ettim. Burada da soru şu; Şeyh Sait ayaklanması hakkında bu kadar yazıldı ama niçin bu geniş Alevi ve Hristiyan katılımı bilinmiyor? Niye Şeyh Sait olayı, sadece önderliğinin karakteri (dinci miydi, ulusalcı mıydı?), sosyal boyutu (Kemalist modern ulusal devlete karşı feodal gerici başkaldırı mı?) ve uluslararası ilişkiler açısından anlamı (İngiliz parmağı var mı yok mu?) üzerinden tartışıldı. Ben, Şeyh Sait ayaklanmasının, oluşturulan Apartheid rejimine karşı eşitlik arayışı olarak da okumak taraftarıyım. Kitapta anlattığım, ayaklanmaya katılan Malak Barşom’un sözleri çok anlamlıdır. Barşom, “Kürtler bizim katilimizdir”, diyerek Şeyh Sait’e katılmasına karşı çıkan diğer Süryani akrabalarına “biz eşitliği Kürtlerle birlikte olursak elde ederiz”, diye cevap veriyor. Bu yaklaşımın bize yeni ufuklar açacağını düşünüyorum. Zannediyorum, bu konuda yapıcı tartışma yapabilmek için önce verdiğim yeni bilgilerin eleştirel bir gözle incelenmesi gerekiyor.

Bir hususun altını çizmek isterim, ben Şeyh Sait hareketi üzerine yukarda saydığım noktalar etrafında bir tartışma yapmanın yalnış olduğunu iddia etmiyorum. Elbette bu konular tartışılabilir. Ama iddiam bu tartışmaların dipten giden dalganın görülmesini engellemiş olduğudur. Dipten gelen dalgayı, ‘tanınma arzusu’ ve ‘eşitlik arayışı’ olarak formüle etmek isterim. Aleviler ve Hristiyanlar oldukları gibi kabul edilmek ve tanınmak ve diğer gruplarla eşit olarak var olmak istiyorlardı ve bu isteklerinin Şeyh Sait hareketinde gerçekleşeceğini gördüler. Ben bu damarın ‘ulusalcı bakış açıları’ nedeniyle bugüne kadar görülmediğini iddia ediyorum.

Benzer şekilde isyandaki Alevilerin katılımı meselesini de ele alıyorsunuz. Kitapta yer verdiğiniz belgelere göre en fazla idam cezası kararının verildiği dava dosyası Alevilere ait bir dosya yargılaması. Bundan kısaca bahsedebilir misiniz?

Soruya yukarda cevap verdim. Daha ilginç ek bir bilgi vereyim. Benim İstiklal Mahkemesi Davaları dosyalarından anladığım, Seyit Rıza ve birçok Batı Dersim aşireti de ayaklanmaya katılmışlardır. Örneğin, Şeyh Sait ayaklanmasına katıldığı için idam edilen Dersim Mebusu Hasan Hayri davasının duruşma savcısı, Şeyh Sait ayaklanmasının Dersim boyutuna ilişkin, “İkinci Dersim Vakası” ifadesini kullanmaktadır. Birincisi ile kastedilen, Koçgiri hadisesidir. Devletin, Alevi katılımı boyutunu küçük göstermek için çok özel çaba harcamış olduğu anlaşılabilir. Ama anlamadığım, eleştirel tarih yazıcılarının ve özellikle de Alevi toplulukların niçin bu konuyu es geçtikleridir.

Apartheid rejimleri bildiğiniz üzere özünde şiddeti bir siyaset biçimi olarak kullandıkları için onları şiddet olmaksızın düşünemeyiz. Hatta siyaseti bir yerde şiddetin devamı olarak örgütleyen bir idare tekniğidir Apartheid. Kitabınız ilginç bir şekilde Türk Apartheid rejimine içkin şiddetin tarihine odaklanmak yerine, hukuksal ve toplumsal süreçlerin üzerine oturan bir idare tekniğini merkeze alıyor.  Bu metodolojik tercihin nedenine dair ne söylenebilir?

Raphael Lemkin, 1944 yılında soykırım kavramını ilk defa tanıttığı kitabında, tek bir şiddet olayından bahsetmedi. 400 küsur sayfalık kitap, sadece ve sadece Nazilerin işgal ettikleri bölgeleri nasıl yöneteceklerine ilişkin yayınladıkları kanun ve kararnamelerden oluşuyordu. Lemkin’in, Nazi toplama kamplarını, işlenen kitlesel katliamları biliyor olmasına rağmen kitabında bunlardan bahsetmemesi ve soykırımı kanun ve kararnamelerle açıklamaya çalışması çok önemlidir.

Soru şu: acaba Lemkin, niçin Soykırım gibi bir grubun toptan ve kısmen imhasını hedefleyen bir suçu sadece bir dizi kanun ve kararnamelerle anlattı? Bana göre basit bir nedenden dolayı, Lemkin bize anlatmak istiyordu ki; soykırım, bir tek imha ve yok etme değildir, onun kadar önemli olan inşa etmedir, yeni bir toplum kurmadır. Ben de bu nedenle şiddet gösterilerine değil, kurulan Apartheid sisteminin zihniyetine ve sınırlı bir biçimde de hukuki alt yapısına yoğunlaştım.

Kabul edersiniz ki, bir şiddet tarihi olarak 1918-1938 dönemi üzerine çok şey yazıldı. Tek tek olaylar ekseninde, 1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı, 1938 Dersim üzerine oldukça yüklü bir ikincil el malzeme koleksiyonuna sahibiz. Kabul, bu dönem yaşananların tümü, örneğin Bicar, Zilan ve Sason katliamları üzerine yeteri kadar çalışma yapılmadı. Ama birçok kitapta tek tek bu konulara değinildi. Fakat yine de bu çalışmalarda Apartheid inşasının hukuki süreci konusunda bir şey bulmak mümkün değil. Tersten bir durum da dönemin tarihini, Hristiyanlar ve Yahudiler ekseninde ele alan eserlerde gözlenir. Bu eserlerde, Apartheid adı konmadan, hukuk sisteminin, Hristiyan ve Yahudileri eşit olmayan, ikicin sınıf vatandaş olarak inşa ettiğinin örneklerini okursunuz. Ama Kürtlere ve Ermenilere yönelik şiddet gösterileri ise hemen hemen hiç yoktur. Bu kitapta bu iki ayrı yaklaşımı birleştirmeye çalıştım, diyebilirim.

Cumhuriyet tarihini çalışan çoğu tarihçiye hatta Marksist tarihçilere göre dahi cumhuriyeti kuran kadronun ırkçı konumlanışı bir tercih değil, siyasi konjonktürün arızi bir mecburiyetinden ibaret. Siz ise Kemalist kadroların bilerek ve isteyerek ırkçı felsefelere ve siyasetlere abandığını söylüyorsunuz. Dediğiniz gibi bu bir mecburiyet değil de bir tercih ise şu durumda bu tercihin arka planına dair ne söylemek istersiniz?

Burada söz konusu olan, Osmanlıdan Cumhuriyete geçişteki sürekliliktir. Osmanlı-Türk yönetici eliti, Osmanlı’dan, Cumhuriyete devroldu. Cumhuriyet hem kadro olarak, hem de zihniyet dünyası olarak, Osmanlının ve onun yaklaşık son 15 yılını yöneten İttihat ve Terakki’nin devamıdır. Osmanlıların, Hristiyan ve Yahudileri dışlayan, onları eşit vatandaş olarak görmeyen Milleti Hâkime zihniyeti, Cumhuriyet kadrolarının da zihniyeti idi. Ama Cumhuriyetin İttihatçı kadroları, dinsel dışlayıcılığı sekülerleştirerek yollarına devam ettiler. Bu da daha önce başlamış bir süreçti zaten. Dinsel kategoriler, tamamen terk edilmemekle birlikte, yerini seküler kategorilere bıraktı. Darwinizm bir ideolojik tercih olarak öne çıktı ve Türk etnik kökeninden gelmeyen Müslümanlar (özellikle Kürtler) yeni sistemde Hristiyanların (özellikle Ermenilerin) boşalttığı yeri doldurdular. Kürtlerin, Cumhuriyetin Hristiyanları olarak dizayn edilmesi, dinsel eksende yapılamazdı, ancak kültürel ırkçılığı da kapsayan düşünce ile yapılabilirdi, yaşanan bu oldu.

Bugün çok ilginçtir, 1920 ve 1930’larda ırkçı olduğu açıkça belli olan bu yasalar üzerine hiçbir tartışma olmadı veya Cumhuriyet tarihi boyunca görev almış hükümetlerin hiçbiri tarafından eleştirel bir değerlendirme yapılmadı. Konu sadece, konuyla ilgilenen bazı akademisyenlerin çalışmalarıyla sınırlı kaldı, o kadar. Siyasi düzeyde de gerek sağ, gerek sol siyasal partilerce, hala 1920 ve 30’lu yılların kuruluş çabalarına büyük övgüler düzülüyor. Bu tablonun tek bir açık anlamı vardır: Apartheid ve ona temel teşkil ırkçı-ayrılıkçı zihniyet hala varlığını sürdürmektedir.

Burada altını çizmek isterim ki, ben bir ideoloji olarak ırkçılıktan değil, yapısal ırkçılıktan söz ediyorum. Yapısal olarak 1920 ve 30’larda inşa edilen Apartheid, artık o döneme egemen olan açık ırkçı dil ile yapılmıyor. Bu açık ırkçı dilin terkedilmiş olması çok önemli değildir. Yapı aynen varlığını sürdürmektedir. Tekrar edeyim; hazin tablo şudur ki, bugün kendisini solcu, ilerici sayan çok büyük bir çoğunluk, hala Apartheid rejiminin kurulduğu 1920 ve 30’lardan büyük övgülerle söz etmektedirler. Türk sol geleneğinde 1950’nin karşı-devrim olarak değerlendirmesi hala kulaklarımızdadır.

Son olarak çalışmanızın önsözünde “yeni bir gelecek için yeni bir hikâye gerektiğinden” bahsediyorsunuz. Yeni cumhuriyet için yeni hikayelere ve hatta yeni kuruculara ihtiyaç var diyorsunuz. Yeni kurucular için ise 1925 Şeyh Sait isyanına katıldığı için idam edilen Midyatlı Malak Barşom, Şeyh Sait, Ağrı İsyanının lideri İhsan Nuri, Dersim’in efsanevi önderi Seyit Rıza, Hrant Dink ve Tahir Elçi isimlerini sayıyorsunuz. Bu önerinizi açmanız mümkün mü? Ve bu öneriniz ne kadar gerçekçi?

İsimlere bir de adı etrafında çok tartışmalar olan Çerkes Ethem’i eklemek isterim. Yaptığım bu önerinin gerçekçi olup olmadığı beni en az ilgilendiren konudur. Hiç gerçekçi değil, denebilir ama bu hiç önemli değil. Benim amacım söylenmemişi söyleyerek, yeni bir sözle geleceğe ilişkin yeni bir ufuk açmaktır. İddiam çok basit, sadece Mustafa Kemal ve bilinen diğer İttihatçıları önder ilan ederek demokratik bir gelecek kuramazsınız. Bu kadar basit. Apartheid’ın kurucusu, demokratik bir toplumun kurucusu olamaz. Elbette, egemen ve bağımsız bir devletin kurucusu olmuştur Mustafa Kemal. Bu anlamda, egemenlik sorununu Türkler lehine çözdüğü için başarılı olduğu söylenebilir, kendisine övgüler düzülebilir. Anlayabilirim bunu. Ama o dahil, tüm kurucular, dini, dili, kültürü ne olursa olsun tüm vatandaşların eşit olduğu bir Cumhuriyeti istemediler. Kurdukları Cumhuriyetin vatandaşları arasında fişleme metotlarıyla hiyerarşi yarattılar ve bir Apartheid rejimi kurdular. Kitapta kurucu olarak saydığım isimler ise, Apartheid rejimine açıktan karşı çıktılar ve daha eşitlikçi bir toplum istediler. Her yeni kuruluş kendi önderlerini ister bu nedenle eşitlikçi bir toplum bu isimlere referans yapmak zorundadır.

Aslında o kadar basit bir şey söylüyorum ki… Bugün ABD’de New York Times 1619 projesi çerçevesinde benzeri bir öneri yapılıyor, deniyor ki, tamam Thomas Jefferson bir kurucu idi ve ABD’yi, İngiliz egemenliğinden kurtararak bağımsız bir devlet kurdu, ama hem kendisi köle sahibi idi, hem de köleliği yapısal olarak Amerika’nın kuruluşuna dahil ettiler. Dolayısıyla ırkçılığın yapısal olarak kaldırılacağı bir Amerika, bunun için savaşmış Martin Luther King gibi yeni önderlere sahip olmak zorundadır.

Saydığım isimlere sadece onların etnik, din, dil kökenleri ile bakılmamasını öneriyorum. Onların her biri eşit vatandaşlık esasına göre oluşturulmuş yeni bir toplumsal sözleşmenin peşindeydiler. Bu bizim bugün ihtiyaç duyduğumuz şeydir, bu nedenle onlar özlemi duyulan böyle bir Cumhuriyetin kurucuları olmalıdırlar.

İlginizi Çekebilir

İran Kürt sanatçı Hüseyin Çukeli’yi gözaltına aldı
Türkiye’de işçilerin yüzde 85’i sendikasız

Öne Çıkanlar