20 Nisan 2023’de yitirdiğimiz AST’ın Rana Cabbar’ının anısına.
“Geceleri uyumayanların
yolundan çekilin.”[1]
“Geceleri uyumayanların” başkaldıran tiyatrosu; “Uyuyamayanlar; onlar, geceyi var ederler!”[2] hakikâtinin eylemidir; Haldun Taner’in Tomas Fasulyeciyan’a söylettiği, “Zaten aktör dediğin nedir ki?” sözleriyle başlayan tiradındaki üzere…
Sahi nedir tiyatro? Göze alan bir deli; delilik ancak dehayla olan cürettir!
Bunun için “iki kalas bir heves” yeter mi? Yetmez elbet; ötesi, daha da fazlası gerekir
O sadece bir “eğlence etkinliği” değildir; bir fırıncı nasıl bir titizlikle ekmek yapıyorsa; öyle üretmek, doyurmaktır; ‘Ekmek ve Kukla Tiyatrosu’ kurucularından Peter Schumann’ın, “Tiyatro ekmek kadar gerekli,”[3] vurgusundaki üzere…
Yani insan(lık)ın parçalanmışlık hâllerini anlamak ve aktarmak, manayı önemsizleştirmeyi değil, tarih ve politikayla iç içe geçirerek geleceğin önünü açarak, bugünü biçimlendirmektir.
“Nitelikli tiyatrodan vaz mı geçiyoruz?”[4] sorusu eşliğinde son yıllarda tiyatro seyirci sayısı yüzde 43.1 azalırken;[5] “Tiyatro özgür olmalı,”[6] ısrarıyla; “Her dönemin temsil anlayışı, dil ve hakikât arasındaki ilişkiye göre şekillenir” tezini öne süren Melike Saba Akım’ın ifadesiyle, “Dil ve hakikât arasındaki temsili ilişkinin kopmasından”[7] uzak durmak gerekiyor.
Bir de Jacques Rancière’in, “Sanat ancak sanat olduğu sürece siyasaldır”;[8] Eugene Ionesco’nun, “Sanat siyasetin ötesine geçer,” vurgularını “es” geçmeden; tiyatroyu tiyatro olmaktan çıkaran kolaycılıklara prim vermemek gerek! “Nasıl” mı?
2023 Dünya Tiyatro Günü’nde ‘Tiyatromuz Yaşasın İnisiyatifi’ Yürütücü Kurul Üyesi Gizem Duman Şeşen’in seçimi işaret ederek, “Sansürler ve baskılar altında kutladığımız son 27 Mart”[9] demesi ya da “Dünya Tiyatro Günü’nü Meclis kürsülerinden “Tiyatro Yapma!” sözlerini duymayacağımız, sanat kurumlarında padişahlık rejiminin sona ereceği günlerin beklentisi içinde kutluyoruz,”[10] ifadesiyle Vecdi Sayar’ı işaret ettiği göre…
İktidarın keyfine göre perde açmayan tiyatro; ona bel de bağlamaz; olsa olsa itiraz eder; “Destek 44 sahneye neden uğramadı?”[11] diye sorar!
Kolay mı?
Sahnede hem spesifik hem de evrensel hakikâtlerin sözcülüğüyle tiyatro insan(lık)ın dünyaya açılan gözü, düşünen/ soran aklı, başkaldıran cüretidir.
Yeryüzünü kucaklayıp, yıldızlara uzanan tiyatro bir yandan soru(n)lara yanıt arar; bir yandan da çoğalttığı sorularla yanıtlarımızı zenginleştirip, evrenselleştirir; karanlıktaki ışığı yakalamak tutkusunu güçlendirir.
İnsan(lık)ın ortak vicdanındaki binlerce yıllık bilinci, coşku ve sağduyuyla buluşturan tiyatro dünyayı değiştirmeye mündemiç duyarlığımızı keskinleştirir. Bu yanıyla da aşka ve hayata dair insani eylemdir; yaşamın ta kendisidir.
Pablo d’Ors’un, “Sadece her şeyin farklı olması gerektiğini düşündüğümüz için acı çekiyoruz”; Halil Cibran’ın, “Derin ızdıraplar güçlü karakterler doğurur; karakterin heybetine baktığında, baştan aşağı yara izi doludur,” ifadeleriyle müsemma bir duruş ya da Ulus Baker’in “Ahlâkiliği mümkün kılan şey doğrudan doğruya özgürlüktür,” tanımındaki hâliyken; insan(lar)ın yaşadığı sorunların çözümünde bir yol göstericidir; hem de Paul Lafargue’ın, “Bizim çağımıza kalpazanlar çağı denecektir,” notunu düştüğü koşullarda…
* * * * *
“İnsan(lık) hâli” böyleyken; imdadına başkaldıran tiyatro(cular) koşar; Jean-Baptiste Poquelin ya da bilinen adıyla -komedi tanrısı!- Molière gibi…
O, kuşkusuz eski Yunanlıların Aristophanes’in, Latinlerin Plautus’u yanı sıra tüm zamanların en büyük komedi şairiydi. Onun dram ve komedi alanındaki gücü, hem özgür ve gözü pek dilinden, hem de bir önceki yüzyıl ve yaşadığı yüzyıldan kaynaklanıyordu. Oyuncu olduğu için Fransız Akademisi’ne seçilememişti, yani “ölümsüzler” sınıfına giremedi ama Comédie-Française’deki büstünün altındaki şu tümce herhâlde hiçbir canlı için kullanılmamıştır: “Onun ününde hiçbir eksik yoktu, eksiklik bizim ünümüzdedir.”
Özgür düşünceleriyle Katolik yobazlar tarafından “insan kılığına girmiş bir iblis, bir hovarda, ibretlik işkencelere layık bir kâfir” olarak nitelenen Molière, XIV. Louis’nin tiyatro ve müziğe olan tutkusu sayesinde ölüme mahkûm edilmekten kurtulmuş, ama sonraki hemen bütün oyunlarında dolaylı yoldan da olsa güçlü düşmanlarını hicvetmekten vazgeçmemiştir.
Gerçeklikle sanat arasında bir tiyatro insanı olarak Molière’in tiyatro sanatının bir alegorisi sayılan ‘Hastalık Hastası’,[12] ‘Tartuffe’ ile ‘Don Juan’ gibi oyunlarında dinsel çevrelere açıkça cephe aldığı yapıtları uzun süre yasaklanmıştır.[13]
Onu tanımlayan en güzel sözler, bir İngiliz tiyatro oyuncunun ağzından Hippolyte Taine’in aktardıklarıdır: “Molière herhangi bir ulusun malı değildir; günün birinde komedi Tanrısının aklına esti, oyunlar yazayım dedi, insan şekline girdi ve rastlantı eseri olarak Fransa’ya düştü.”
O 1660’lı yılların başında gerçek bir tiyatro devrimi yapar. Trajedinin gölgesinde kalan, hor görülen, sıradan bir tür olarak kabul edilen komediye yeni bir hayat verir. Gerçeklik üzerine kurulan yeni komedi, entrikanın yerine betimlemeyi koyar.
O güne dek tiyatronun temelini oluşturan olağanüstü ve inanılmaz öğelerin ve imgelemin yerini doğallık alır. Artık gündelik yaşamın sıradan insanlarını betimlemek söz konusudur. Prensler, kibar fahişeler, çapkınlar öfkeliler, cimriler, kurnazlar, riyakârlar, okumuşlar, bilgeler, cahiller…
Toplumu çok iyi gözlemleyen Molière diğer yazarlara, “Eğer yaşadığınız yüzyılın insanlarını tanıtmadıysanız, hiçbir şey yapmamışsınız demektir,” der.[14]
* * * * *
“İnsan, inandıklarıdır”…
“İnsan gerçekten yaşayamayınca, seraplarla avunur”…[15]
“İnsanların nasıl yalan söylediklerini görür, işitirsin! Bu yalanları yuttuğun için de, sana budala derler”…
“Noksan söylemek, fazla söylemekten daha iyidir”…
“Hayatı idrak etmeye çabalayan özgür ve derin düşünce, saçma dünyevi kaygıları tamamıyla hor görme; işte bu iki şey, insanın daha yükseğini göremeyeceği iki lütuftur”…[16]
“Şu hayata bir bakınız: Güçlülerin küstahlığı, avareliği, güçsüzlerin cahilliği, yabaniliği, her yerde aklın almayacağı bir yoksulluk, darlık, soysuzlaşma, sarhoşluk, ikiyüzlülük, yalan… Bununla beraber bütün evlerde, sokaklarda sessizlik”…[17]
“Yüksek ideallerden yoksun olan toplum zorbalıkla, kaba bir sefaletle ve ikiyüzlülükle çeşitlendirilmiş cansız, anlamsız bir yaşam sürdürmektedir. Namuslular kıt kanaat geçinirken, namussuzların karnı tok sırtı pektir”…
“Bana ayın parladığını söylemeyin; bana kırık camdaki parıltıyı gösterin”…
“İsteklerinizi dizginlemek için güçlü bir irade, insanüstü bir çaba gerekecek,”[18] diyen Anton Çehov “Modern öykücülüğün kurucusu”[19] diye anılan büyük oyun yazarıydı.
Yaşadığı dönemde, özverili bir doktor olarak halkına hizmet etmesiyle ünlendi. Günümüzdeyse, yapıtlarıyla yazın ve tiyatro dünyamızı taçlandırmakta.
Oyunları bugün tiyatro öğrencileri için göğüslemesi zor birer sınav niteliğindedir. Çağdaşı Ibsen’in “iyi kurulu oyun” tekniğiyle yazdığı sahne metinlerinin tam tersine, olay örgüsünün yönlendirmediği bir akış içinde, karakterlerin doğal yaşamda olduğu gibi devinmelerini sağlayan “gerçekçi” yazma biçemiyle, dört başyapıtı olan ‘Martı’, ‘Vanya Dayı’, ‘Üç Kız Kardeş’, ‘Vişne Bahçesi’ oyunlarında doruğu yakaladı.
İnsanların birbirleriyle değil, kendi kendilerine konuştukları, mantıkdışı davranışlarla bunalımlarını sergiledikleri bir teatral ortamda biçimlenen sahne metinleri, günümüzün “absürd” tiyatrosunun da öncüsüydü.[20]
* * * * *
“Dövdüler, yıkılmadık. Sövdüler, yıkılmadık. İşkence ettiler, yıkılmadık. Alkışladılar, övdüler, yıkıldık,” vurgusuyla “Çoğunluğun kendi tarafını tutmaya asla hakkı yoktur,” diye ekleyen -Anton Çehov’un çağdaşı- eleştirel rasyonalizm edebiyat anlayışının tiyatrodaki öncüsü, çağdaş tiyatronun kurucularından, 300’e yakın şiiri de bulunan Norveçli oyun yazarı ve şair Henrik Ibsen kadınların toplum içindeki yerlerini ve sosyal hayattaki dışlanmışlıklarını sanat eserlerinde ilk kullanan öncülerdendi.
Bir de 1948’de Fransızca kaleme alıp, Onu dünya çapında bir üne kavuşturan iki perdelik oyunu ‘Godot’yu Beklerken’ için “Godot’yu yazmaya rahatlamak, o sırada yazdığım korkunç düzyazıdan kendimi kurtarmak için başladım,” deyip, “Eğer aceleniz yoksa küçük şeyler için emek harcayarak büyük şeyler elde edebilirsiniz,” diye ekleyen Samuel Beckett…
Bir eleştirmene yazdığı mektupta: “Tiyatro hakkında hiçbir fikrim yok. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum. Tiyatroya gitmiyorum.” diyen Beckett, oyunun içinde bile kendi sanatını hicvetmekten çekinmez.
Yine bir gazetecinin “Neden yazıyorsunuz?” sorusunu şöyle yanıtlamıştı: “Başka bir şeyden anlamam.”
‘Godot’yu Beklerken’ genellikle Uyumsuz Tiyatro akımının temsilcisi olarak kabul edilmiş, geleneksel kuralları parçalamayı amaçlayan bir oyundu.[21]
* * * * *
Ve “Tiyatronun ilkleri hep ondan gelen”;[22] “Fırın açmayan ülkede insanlar aç kalır ölür. Ama tiyatro açmayan bir ülkede insanlar ruhen aç kalır, birbirini öldürür,” diyen Muhsin Ertuğrul.
O duruşundan asla taviz vermeyen; sinemanın, tiyatronun kurucularından bir çınardı.
Tıpkı TKP’li Ulvi Uraz gibi. 1960’ta Ulvi Uraz – Site Tiyatrosu’nı kurar. 1964’ten itibaren Ulvi Uraz Tiyatrosu olarak Küçük Sahne’de faaliyete geçer. Daha sonra, Arena ve ardından Aksaray Küçük Opera’da seyirciyle buluşur. Metin Akpınar’dan Zeki Alaysa’ya, Müjdat Gezen’e, Ahmet Gülhan’a, Alev Koral’dan Suzan Ustan’a, Celile Toyon’a, Bilge Şen ve Ercan Yazgan’a, Müfit Kiper’e pek çok değerli oyuncunun yolu geçer Ulvi Uraz Tiyatrosu’ndan. Nasıl unutulabilir? Haldun Taner’in ‘Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’, Oktay Rıfat’ın ‘Zabit Fatma’nın Kuzusu’, Rıfat Ilgaz’ın ‘Hababam Sınıfı’ gibi çoktan klasikler kategorisine girmiş oyunları Onun sahnesinde seyirciyle buluştu.
Ekim 1965, Süleyman Demirel’li Adalet Partisi’nin yüzde 50’nin üstünde bir oy oranıyla seçimleri kazandığı yıldır. İzleyen süreç tutuculuğun körüklendiği ve sola karşı muhalefetin, anti-komünist siyasetin vurgulandığı yıllardır. Faşist zihniyetler her devirde sanatçıyı yıldırma siyasetinden vazgeçmiyorlar… O yıllarda da Ulvi Uraz, hedef tahtasındaki sanatçılardan biridir. Baskı ve sansürün her türüyle yüzleşmesi bundandır topluluğun.
Birkaç örnek verirsek: 1965’te 350 temsili aşkın oynanan Haldun Taner’in ‘Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’ ve de Rıfat Ilgaz’ın ‘Hababam Sınıfı’ için soruşturma açılır! 1966’da yine Taner’in oyunu nedeniyle topluluk Kırıkkale’de taşa tutulur. Aynı yıl, Ordu’da, Komünizmle Mücadele Derneği’nin baskısı üzerine Valilik tiyatro salonunu açtırmaz ve ‘Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım’ sahnesi olmayan bir mekânda oynanır. Refik Erduran’ın ‘Kartal Tekmesi’ de savcılık soruşturmasına maruz kalır. 1969’da, ‘Yalova Kaymakamı’ valilik emriyle Elazığ’da oynanamaz ve 1970’te, yine Elazığ’da Orhan Kemal’in ‘Murtaza’sı nedeniyle topluluk taşlı sopalı saldırıya uğrar!
1968 yılında Ulvi Uraz sanat hayatının 25. yılını kutlarken Yaşar Kemal ne güzel yansıtır Uraz’ın tiyatro adına verdiği uğraşı: “Bir sanat eri, bizim memlekette her şeyi kendi gücüyle yapar. Zorlukları yıka yıka ilerler. Karanlıklarla dövüşe dövüşe. Hele bir sanatçı ilerici olursa, hele tutuculara kul köle olmuyorsa, olmamışsa, onun güçlükleri birkaç misli artar. Bütün bu engelleri aşıp iyi bir güne varmak, bizim memleketimizde insanüstü çaba ister. Ulvi’nin yirmi beşinci yılını bulduğunu öğrenince içim cızzz etti. Demek yirmi beş yıldır dövüşüyor Ulvi.”[23]
25 Mayıs 1974’te kaybettik Onu; vefatıyla perdelerini kapattı Ulvi Uraz Tiyatrosu.
* * * * *
“Cahide Hanım’ın varoluşundaki eksiklik hiç bitmedi. Hayatı boyunca kendini tamamlamaya çalışarak bir hikâye kurdu,”[24] diye anılan Cahide Sonku’nun, tiyatromuzda Batılı tarzda teatral anlayışın yerleşmesinde çok büyük katkıları oldu. İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndaki Shakespeare oyunlarının neredeyse tamamı sahnelermiş ve buralarda hep başrollerde oynamıştı.
Suna Selen de bu ekoldendi; “Umut etmeyi bilmeyen, sanatçı olmasın,” uyarısıyla seslenen…
Ve hâlâ belleklerimizde yerini koruyan Kenter kardeşlerin Yıldız’ı (Kenter): Oyunculuk, yönetmenlik, hocalık… Sahneden, seyircilerine uzanarak hepimizi kucakladı yıllarca…
Bir de Kenter kardeşlerin Müşfik’i (Kenter): Oyunculuk, sanat, yeteneğin, bilginin, sevginin bütünlüğü ve oynadığı her oyuna ruh katan unutul(a)mazlardandı…
Unutul(a)mazlar deyince; Yazıp yönettiği 100’den fazla oyunla, kurduğu topluluklarla tiyatroya adanmış yaşamıyla, “Muhalefet etmek, anlatmak, kusmak, bir dünya yaratmak… Başka türlüsünü hiç yapmadım, başka türlü yapamazdım,”[25] diyen Işıl Kasapoğlu…
Bir de Memet Baydur, bize bıraktığı -kimi tek, pek çoğu da iki perdelik- 26 oyunuyla tiyatro tarihimize “ezber bozan” oyun yazarı olarak geçti.[26] O, bir solukta içine çeker gibi tükettiği kısacık yaşamında yarattığı sayısız eserle olağanüstü bilgi birikimini paylaşmaya çalıştı, daima…
Sonra da “Doğma büyüme Bakırköylüyüm. Aklınıza gelen sanatçıların, özellikle tiyatrocuların büyük bir çoğunluğu Bakırköylüdür. Boşuna mı burada akıl hastanesi var,”[27] vurgusuyla “Sanatçı toplumun aynası,” diyen Cihat Tamer…
* * * * *
Toparlarsak: Dostlar Tiyatrosu’yla yaşadığı sanat serüveni yaşamöyküsüyle iç içe geçen, “İktidarın kültürle, sanatla ruhu barışmıyor,”[28] vurgusuyla, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” iddiasıyla karşısına çıktığı mahkemedeki savunmasında “Burada suskun bir toplum istenmektedir. Kimse eleştirmesin, kimse karşı çıkmasın istiyorlar,”[29] diyen Genco Erkal; toplumsal olaylara karşı duyarlılığıyla müsemma bir tiyatrocudur:
“Sanat, sosyal iletişim demektir bir bakıma. Tiyatro da bence sosyal iletişim açısından önde gelir. Omuz omuza bir oyun izlemek, hep beraber gülmek, öfkelenmek, alkışlamak insanın ufkunu açar, insana güç verir,”[30] deyişindeki üzere.
Ve “yargılana(maya)nlar”dan bir diğeri Metin Akpınar…
1962’de “Tiyatrocu olacağım” kararını verir Metin Akpınar. MTTB Tiyatrosu’na girer. Bu vesileyle kendi gibi amatör bir grupta çalışan Zeki Alaysa ile tanışır. Birlikte geçirilecek uzun yıllara atılan ilk adımlar…
Metin Akpınar’ın hayatında Ulvi Uraz’ın ve Haldun Taner’in yerleri ayrıdır. Oyunlar oyunları takip ederken; Rıfat Ilgaz’ın ‘Hababam Sınıfı’ dönüm noktası olur. Akpınar ve Alasya Ulvi Uraz’dan ayrılıp kendi tiyatrolarını kurmaya karar verir.
“Bana ‘Hocanız kim?’ deseniz ‘Ulvi Uraz ile Haldun Taner’ derim,”[31] vurguyla Metin Akpınar’ın, Devekuşu Kabare Tiyatrosu hiçbir zaman devlet desteği almamıştır. Çünkü muhalif bir tiyatroydu…[32]
“İlkelerin olacak/ Seni satın alamayacaklar/ Aptalların uydurduğu/ ‘Herkesin bir fiyatı vardır’ gibi sözlere kanmayacaksın// onurunla, kimliğinle ve beyninle akıllı yaşayacaksın,/ üretecek, sevecek, sevileceksin…”[33] Müjdat Gezen’in dizeleridir…
Ve o da neye inandıysa, ne söylediyse, nasıl yazdıysa öyle yaşayanlardandı ve öyle de yaptı.
Kolay mı? “İçindeki çocuğu hep yaşatmış bir tiyatro insanı”dır O![34]
Ayşe Emel Mesci’nin, “Müjdat’ın her an koşmaya başlayacakmış gibi duran, verdiği kararı anında uygulamak isteyen ve çoğunlukla da uygulayan bir yapısı var,”[35] notunu düştüğü Onun; sahne, sinema ve televizyon serüveni baş döndürücüdür. Bunca işe nasıl yetiştiği bilinmez. Gezen, şiirden sahne yapıtlarına uzanan yaratıcı yazarlığıyla, önce amatör, sonra profesyonel olarak içinde yer aldığı tiyatro etkinlikleriyle, kurduğu tiyatro topluluklarıyla, sahnelediği oyunlarla, sinemada, tiyatroda ve televizyondaki yüzlerce yorumuyla, binlerce genç sanatçıyı yetiştirmiş olan Müjdat Gezen Sanat Merkezi’yle, sürekli enerji üreten bir dinamo gibidir. Tiyatromuzda siyasal/ toplumsal taşlama geleneğinin oluştuğu dönemin sanatçısı olarak toplumun sesine ve sessizliğine her zaman duyarlı olmuş, gerektiğinde düşüncesini sakınmadan söylemiştir.
“Yasak” ile ilk yüzleşmesi de geleneksel tiyatro ile olur. 1971 askeri darbesinin ardından Müjdat Gezen’in İş Bankası için yaptığı ve bankanın da TRT’ye hediye ettiği Ortaoyunu adlı belgesel, içinde argo sözcükler olduğu gerekçesiyle yasaklanır! Yıllar sonra, 1975’te yaptığı bir Moskova gezisi ona ilham verecek ve kendi yazdığı, Savaş Dinçel’in çizdiği, Kırmızı Kedi’nin bastığı “Çizgilerle Nâzım Hikmet, Müjdat Gezen, Savaş Dinçel” adlı kitap 1983’te Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından suç sayılacak, iki sanatçı tutuklanacaktır. İstanbul-Diyarbakır arasında yaşanan absürt bir trafikten sonra, Bayrampaşa Cezaevi’nde yaşanan üç haftalık tutukluluğun ardından dava düşer! Dava düşer ama Müjdat Gezen aklanmasına rağmen devlet kurumlarıyla göbek bağı olan sanat etkinliklerinin kurullarından çıkarılır… Bu arada, sanatçının kurduğu tiyatrolarda, çıktığı turnelerde baskı ve sansürle yüzleşmesi de ayrı bir olaylar zinciridir.
Ancak her şeye karşın diz çöktürülemeyen, teslim alınamayan O, mizahi, eleştirel bir üslupla şunları diyendir:
“Sanat soyut bir şey değildir, halkla iç içe yapılır. Hele tiyatro… Seyircinin hiç gelmediğini düşün böyle bir tiyatro olabilir mi?”[36]
“Hiçbir gücün, hele hele faşist güçlerin karşısında hiç mi hiç eğilmedim… Sanatçı dik durmak zorundadır, eğilmez. Onu ne iç güçler ne dış güçler ne para ne de pul eğebilir. Aslı budur. Ama kişi eğilip bükülüyorsa kimi iktidarlar değiştiğinde ‘fabrika ayarlarına dönüyorsa’ o, onun meselesidir. Kimseyle ilgilenmem ben böyle konularda. Ben kendim ne yapıyorsam ona bakarım. En baskıcı devirlerden biri olan 12 Eylül’de eğilmedikse, daha da baskıcı olan son yirmi yılda eğilmedikse kimse bizden bunu beklemesin…”[37]
“Ben sanatçıyım. Ayakta kalmak zorundayım. İktidara teslim olanlar ya başka meslek seçerler ya da sanatın kendilerine bahşettiği özellikleri korurlar. Başka türlüsü tuzsuz türlü yemeği gibi olur, yenmez.”[38]
“Umut yoksa sen de yoksun. Geminin gittiği istikamete bakacaksın. Daima, hep, her zaman biri seren direğine çıkar ve bağırır: ‘Kara göründüüü’!”[39]
“Komikler ağlamaz diyorlar hiç ağlamaz olur mu? Ağlamak da tıpkı gülmek gibi insani bir şeydir. Zaten anamız ağlıyor, Müjdat niye ağlamasın?”[40]
* * * * *
Selam olsun, biz(ler)e Gülten Akın’ın, “Unutma sakın unutma/ Bağışlama sakın/ Sakın düşmanını sevme, sakın susma/ Bekle büyük kavgayı bekle/ Anlıyor musun yüreğim,” dizelerini terennüm ettirerek, olması gerekeni anlatan başkaldıran tiyatro(cular).
N O T L A R
[*] Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, No:105, Temmuz-Ağustos-Eylül 2023…
[1] Friedrich Nietzsche.
[2] Emmanuel Levinas, Maurice Blanchot Üstüne, çev: Kudret Aras, Monokl Yay., 2011.
[3] Zeynep Oral, “Ekmek ve Kukla Tiyatrosu”, Cumhuriyet, 15 Eylül 2022, s.11.
[4] Ayşegül Yüksel, “Nitelikli Tiyatrodan Vaz mı Geçiyoruz?”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2022, s.13.
[5] “Tiyatrocular Birlik Olmalı”, Yeni Yaşam, 3 Aralık 2022, s.11.
[6] Öznur Oğraş Çolak, “Zihni Göktay: Tiyatro Özgür Olmalı”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2022, s.13.
[7] Melike Saba Akım, Logostan Kurtulmak/ XX. Yüzyıl Dramında Karşı-Anlatı, Habitus Kitap, 2023.
[8] Jacques Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu-Sanat Rejimi ve Politika, çev: Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yay., 2012
[9] Işıl Çalışkan, “Perde Son Kez Yasaklı Açılsın”, Birgün, 27 Mart 2023, s.15.
[10] Vecdi Sayar, “Padişahlık Rejiminden Demokratik Cumhuriyete”, Birgün, 26 Mart 2023, s.14.
[11] “Destek 44 Sahneye Neden Uğramadı?”, Karar, 5 Ekim 2021, s.2.
[12] Molière, Hastalık Hastası, çev: Lütfi Ay, İnkılâp Kitabevi, 2000.
[13] Ferda Fidan, “Gerçeklikle Sanat Arasında Bir Tiyatro İnsanı, Molière!”, Cumhuriyet Kitap, No:1718, 19 Ocak 2022, s.4.
[14] Zeynel Kıran, “Molière! Komedinin Tanrısı 400 Yaşında!”, Cumhuriyet Kitap, No:1665, 13 Ocak 2022, s.8.
[15] Anton Çehov, Vanya Dayı, çev: Leyla Şener, Antik Batı Klasikleri, 2008.
[16] Anton Çehov, Altıncı Koğuş, çev: Yulva Muhurcisi, İş Bankası Kültür Yay., 2022, s.33.
[17] Anton Çehov, Aşk Üzerine, çev: Hasan Ali Ediz-Nuri Yıldırım, Yordam Kitap, 2020, s.44.
[18] Anton Çehov, Memurun Ölümü, çev: Servet Lunel, Varlık Yay., 1959.
[19] Sabri Gürses, “Modern Öykücülüğün Kurucusu: Anton Çehov!”, Cumhuriyet Kitap, No:1691, 14 Temmuz 2022, s.10-12.
[20] Ayşegül Yüksel, “Temmuzda Yitirdiğimiz Genç Tiyatro İnsanları”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2022, s.12.
[21] Ferda Fidan, “Sessizliğin Peşinde Bir Yazar; Samuel Beckett”, Cumhuriyet Kitap, No:1715, 29 Aralık 2022, s.10-12.
[22] Nurduran Duman, “Tiyatronun İlkleri Hep Ondan Geldi: Muhsin Ertuğrul”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2021, s.13.
[23] Yaşar Kemal, “Ulvi Uraz İçin”, Pastav: Ulvi Uraz Tiyatrosu Dergisi, Yıl:5, No: 20, Ekim 1968.
[24] Eyüphan Erkul, Cahide/Melekler Yeryüzünde Yaşayamaz, Artemis Yay., 2020.
[25] Işıl Çalışkan, “Muhalif Olmaktan Başka Yapamazdım”, Birgün, 25 Nisan 2022, s.15.
[26] Ayşegül Yüksel, “Memet Baydur: Ezber Bozan Oyun Yazarı”, Cumhuriyet, 17 Ağustos 2021, s.13.
[27] Ali Ayaroğlu, “Dincilerin Hedefindeki Sanatçı Cihat Tamer”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2021, s.8.
[28] Işıl Çalışkan, “DNA’mız Uyuştu”, Birgün, 1 Temmuz 2021, s.15.
[29] Zehra Özdilek, “Genco Erkal: Biz Bu Diplomayı Görmek İstiyoruz”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2021, s.12.
[30] Deniz Ülkütekin, “Genco Erkal: Onlar, Düşüncelerimizin Arkasında Saklanıyor”, Cumhuriyet Pazar, 22 Ocak 2023, s.5.
[31] Zeynep Miraç Taner, Sahneye Adanmış Bir Ömür: Metin Akpınar, Mundi Kitap, 2022.
[32] Dikmen Gürün, “Metin Akpınar’ın Dünyasında Dolaşmak”, Cumhuriyet, 14 Haziran 2022, s.13.
[33] Tuncay Mollaveisoğlu, “7’den 70’e Müjdat Gezen”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2022, s.2.
[34] Ayşegül Yüksel, “MSM’nin 30. Yılında Müjdat Gezen’e Merhaba!”, Cumhuriyet, 12 Ekim 2021, s.14.
[35] Ayşe Emel Mesci, “Müjdat Gezen Kolay Yorulmaz”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2022, s.12.
[36] Hilal Köse, “21 Yüzyılda Bir Nasreddin Hoca”, Cumhuriyet Pazar, 28 Şubat 2021, s.5.
[37] Müjdat Gezen, Deveye Sormuşlar: Süzgeçten Geçmiş Anılar, Cumhuriyet Kitapları, 2023.
[38] Gamze Akdemir, “Müjdat Gezen: Bir Gün Dünya Sapkınlıklardan Sıkılacak!”, Cumhuriyet Kitap, No:1625, 8 Nisan 2021, s.6.
[39] Müjdat Gezen, Çocukluğumu Bindirdim Tramvaya O Gitti Ben Kaldım Yaya, Kırmızı Kedi Yay., 2021.
[40] Ruhat Mengi, “… ‘Komikler Ağlamaz’ Diyorlar, Hiç Ağlamaz Olur mu?”, Sözcü, 31 Aralık 2022, s.10.