“Beni ben olduğum için istemiyorlar, çünkü ben, hâlâ istemedikleri eski benim.”[1]
Bana George Best, Sokrates, Eric Cantona, Metin Kurt’u anımsatan Diego Armando Maradona hakkında yazmaya başlamadan önce, yıllar önce belirttiğim bir şeyi, bir kez daha anımsatmalıyım:
“Futbola, bütünselliği ve bağıntılarıyla kayd-ı ihtiyat ile yanaşan birisi olmam; Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının idamına karşı çıkan Metin Oktay’a; Türkiye Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nı (Spor Emek-Sen) kurup, ‘Endüstriyel futbol, futbolcuları, birbirine düşmanca rekabet eder hâle getirdi,’ diyen Metin Kurt’a; Brezilyalı Socrates’e, George Best’e derin saygı ve hayranlık duymamı engellemez… “[2]
Maradona da bunlardan birisidir…
* * * * *
Eduardo Galeano, ‘Gölgede ve Güneşte Futbol’[3] başlıklı yapıtında tarihsel kökenlerini irdelediği futbola tutkuyla yaklaşırken, futbolun küresel şirketlerle hiç de kutsal olmayan ittifakını eleştirmekle yetinmemiş, bu oyunun çekiciliğini ideolojik gerekçelerle yadsıyan kimi solcu aydınlardan da esirgememişti eleştiri oklarını.
Galeano’nun eleştirdiklerinden biri olmamak rağmen, futbola dair eleştiri ve itirazlarımdan bir adım dahi geri atmak yanlısı olmadım ve olmayı da düşünmüyorum.
Galeano yanında Albert Camus de, Cezayir’de futbol oynadığı gençlik günlerinden tutkuyla söz ederken, en iyi ahlâk derslerini üniversite dersliklerinde değil de, futbol sahalarında aldığını söyler. Neden hep kalecilik yaptığı sorulduğunda verdiği yanıt ise, onun ‘özyaşamöyküsü’nün çarpıcı bir parçası olarak kalacaktır:
‘O zamanlar çok yoksulduk. İleride oynayanların ayakkabıları çok çabuk eskiyordu. O yüzden kaleci olmayı seçmiştim”
Futbol tutkunu yazarlardan birisi de -1982’de İspanya’da düzenlenen Dünya Kupası’nda bir gazeteye futbol yorumculuğu yapan- Perulu yazar Mario Vargas Llosa’dır.
19 Haziran 1982’de yayımlanan ‘Maradona ve Kahramanlar’ başlıklı yazısında gencecik yaşında Maradona’yı şöyle yorumluyordu:
“Belçika’yla oynanan açılış maçında silik bir oyun çıkardığı için, birçokları Maradona efsanesinin nereden çıktığını ve neden hâlâ sürdüğünü soruyordu. Oysa küçük yıldızın yeteneğini baştan sona konuşturduğu Arjantin-Macaristan maçından sonra artık kuşkuya yer yok: Maradona, 1980’lerin Pele’si. Bu kadar da değil: İnsanların aslında kendilerine tapınmak için yarattıkları canlı tanrılardan biri Maradona.”
Peki, Maradona nasıl oynuyordu ya da Vargas Llosa nasıl bir yorum getiriyor onun oyununa?
“Maradona’nın oyununu tanımlamak kolay değil. O kadar karmaşık bir oyun ki, tanımlarken kullanılan her sıfatın ayrıca anlamlandırılması gerekiyor. Soylu Pele gibi göz alıcı ve dramatik değil, ama en olmadık açılardan kaleye çektiği güçlü şutlarda ya da bir kısa pasla karşı konulmaz bir atağı başlatıverişinde o kadar etkili ki, onun, oyunu bireysel bir deha gösterisine (ya da, bir yorumcunun, Macaristan’a karşı çıkardığı oyundan sonra pek haklı olarak dediği gibi bir ‘resital’e) dönüştüren olağandışı bir oyuncu olmadığını söylemek büyük haksızlık olur.”
Bir futbolcuya duyulan hayranlığı, saf şiire ya da soyut resme duyulan hayranlığa çok yakın bulan Llosa, ‘Futbolun erdemleri -beceri, çeviklik, hız, virtüozite, güç- zararlı toplumsal tutumlarla ya da insanlıkdışı davranışlarla ilişkilendirilemez. O nedenle, madem kahramanlara gereksinim duyuyoruz, yaşasın Maradona,”[4] diyordu.
Evet omuzunda Che, bacağında Fidel’i mezara taşıyacak kadar seven ve dövmelerini yaptıran bu adam, isimsiz milyarların kahramanıydı. 60 yıllık yaşamı, bütünüyle bir başkaldırıydı. Onun için “Tanrıların en insancılı” deniyordu.
Maradona, kimilerine göre “Tanrı”, bazılarına göre kusurlu insanın en kusursuzu; belki de en kusurlusuydu! Yoksulların kükreyişi, dünyada milyarlarca ötekinin haykırışıydı…
* * * * *
Her şey 30 Ekim 1960’ta başlamıştı ve Galeano da, o günü şöyle yazmıştı:
“Dona Tota, gün doğarken Lanus Mahallesi’nde bir hastaneye geldi. Karnında bir bebek taşıyordu. Eşikte yere atılmış bir yıldız buldu, toka biçimindeydi.
Yıldız bir yandan parıldıyordu, diğer yanındansa en ufak bir ışık huzmesi bile sızmıyordu. Bu yere düşen bütün yıldızlara olur, yerde yuvarlanırlar: Bir tarafları gümüştür, hep birlikte dünya gecelerini aydınlatırlar; diğer taraflarıysa tenekeden başka bir şey değildir.
Avucunda sıktığı o gümüşten ve tenekeden yıldız doğumda Dona Tota’ya eşlik etti.
Yeni doğana Diego Armando Maradona adı verildi.”
Sonrasında Buenos Aires’in berbat bir gecekondu mahallesinde yerin altından küçük bir çocuğun yardım çığlığı yükselir. Karanlıkta yolunu kaybedip açık bırakılmış kanalizasyon çukuruna düşen çocuğu kurtarmak amcasına düşüyor: “Diego, Diego, kafanı bokun üstünde tut oğlum!”
Diego Armando Maradona o akşam amcasının bu kıymetli öğüdünü tutup hayatta kaldı. Ancak on çocuklu evlerinde “Kafayı bokun üstünde tutmak” zordu ve Diego bunu yapabilmek için hep futbol topuna (Aslında portakal, tenis topu vs. onun için fark etmezdi) sarıldı.
9 yaşında ilk kez seçmelere katılmak istediğinde antrenör onun çocuk değil cüce olduğundan şüphelenmişti. Yeteneği bu dünyadan değil gibiydi. Oysa idolleri Brezilyalı Rivelino ve Kuzey İrlandalı George Best gayet de buralıydı.[5]
Varoşta gözlerini dünyaya açan çocuğun kurtuluşu futboldu. Tıpkı milyonlar için olduğu gibi. İlk Argentinos Juniors idmanına çıktığında, altyapı hocasını büyülemişti ufaklık. Boyu minicikti de oyunu çok büyüktü.
İlk lig maçına çıktığında henüz 16’sında bile değildi solak bücür. O kadar iyiydi ki millî takım formasıyla tanışmak için sadece dört ay beklemişti.[6]
Kariyerinde formasını giydiği, çok da ahım şahım olmayan takımları tek başına sırtladı, tek başına takımdı çoğu zaman. Arjantin o olmasa 1986 Dünya Kupasını kazanamazdı, Napoli tarihinin ilk ve ikinci şampiyonluğunu onunla yaşadı.
“Zidane’nın topla yaptığını Maradona portakalla yapar” demişti Onun için Gary Lineker![7]
* * * * *
Biraz gerilere dönüp, sonrasına doğru ilerlersek: Maradona’nın kendisiyle aynı adı taşıyan babası mavnalara sandıklar, balyalar yükleyen bir hamaldı. Tota lakaplı annesi Dalma Salvadora Franco (ki İtalyan asıllıdır) kocası ile kilden, gübreden yapılmış bir kulübede yaşıyordu. “Sanayi öncesi” koşullarda yani. Toprak zemin, sazlardan yapılmış bir “ev”. Babasına, bir ara çalıştığı nakliye şirketinin patronları “canları istediği zaman” para veriyorlardı. Böyle bir yaşam… Ama anne ile baba, “yoksulların generali” Juan Peron destekçisidirler.
Peron, aslında yoksulların başkaldırısını bastırmak için olsa da başta spor kulüpleri olmak üzere kimi kurumlara para akıtan bir devlet adamıdır. Ancak yoksullar gerçekten sevmişlerdir onu. Esquina’dan kopup geldikleri başkent Buenos Aires’in gecekondu semti Villa Fiorito’da hurda metallerden, kartonlardan yapılmış evde doğar küçük Diego.
Doğduğu hastanenin adı da Juan Peron’un kendisinden daha da ünlü olmuş eşi Eva Peron’un adını taşır; Polyclinicó Evita de Lanus. Annesi onu doğurduğunda, eşi de amatör futbolcudur, “goool” diye bağırdı derler.
Ekonomisi büyük Amerika’nın yoksulu orduya, toprağı büyük Latin Amerika’nın yoksulu futbola yazılır. Maradona’nın kaderi de öyle oldu. Doğanın ona sunduğu tek yetenek futbol 9 yaşından beri hayatındadır. Uyurken topuna sarılarak uyurdu. Çorak zeminde futbol oynadığı için zorlukla alınan ayakkabısı yıprandığında babasından çok dayak yemiştir. Bu mahallede top oynayarak başladı çocukluğu.
Sonrası malum… Arjantinliler için ne ifade ettiği merak ediliyorsa, Arjantin Milli Takımı’ndan arkadaşı Jorge Valdano’nun sözleri belki yardımcı olur: “Maradona Arjantinlilere kolektif hayal kırıklıklarından kurtulmanın bir yolunu sundu”. İdol oluşunun nedeni budur. Ama böyle olmanın acısını da çekti Maradona. 1970’lerde “Las Vegas’ta tatil yaptığı, bir yüzme havuzunda fotoğraf çektirdiği için sevenleri ona uzun süre küstü. Kendilerinden uzaklaşmak gibi anladılar durumu çünkü. İlerledi, büyük topçu oldu. Arjantin faşist cuntası, “bir milli değer” olduğu için İspanya’ya, Barcaleno’ya transferini önledi. Bu da etkili olmuştur ama sağcıları, faşistleri hiç sevmedi. Daha sonra gittiği İspanya’da oynadığı bir maçta rakip taraftar tribünlerinden bir portakal attılar ona. Ayağında dakikalarca top sektirir gibi oynadı onunla. Saha yıkıldı alkıştan.
Kim ne derse desin, politik bir figürdü. Fidel’in, Chávez’in sadece hayranı değil, onların “yoldaşı”ydı da. “Chávez’e inanıyorum, ben Chávista’yım. Fidel’in yaptığı her şey, Chávez’in yaptığı herşey benim için en iyisidir.” derken inandığı için söyledi bunu. Kollarında hem Fidel’in hem de Che Guevara’nın dövmeleri vardı. En meşhur cümlesi “ben halkın temsilcisi, sessizlerin sesiyim. Ben El Diego’yum”dur.
“Yalancıydı”. Ama durun, bildiğiniz anlamda değil. O coğrafyada Viveza dedikleri bir kavram vardır. Kurallara güvenemediğinizde, her kurum sizi aldatmak, sizi mahvetmek için var olduğunda, kazanmanın tek yolu onları alt etmektir. Önce onları aldatmak için başvurulur “yalan”a. hayatta kalmanın bir yoludur Viveza. Egemenler katında yalnızsan “dürüstlük” seni vuran bir silah olabilir. İngiltere’ye elle attığı golü “Tanrı’nın eli” diye açılaması da hoş bir “yalan”dı.
Yurtseverdi. ABD Başkanı George W. Bush’un Arjantin’i ziyaret etme ihtimali bile delirtmişti onu: “O bir katil. Arjantin toprağına ayak basarsa ona karşı yürüyenlerin arasında olacağım” cümlesini duymayan kalmadı. Bir televizyon röportajında ABD ile ilgili her şeyden nefret ettiğini söylediğini de. Ülkesinde solcu Başkan Cristina Fernandez de Kirchner’in ateşli bir destekçisi oldu.
O coğrafyaya özgü, “kurumlaşmış Hıristiyanlık karşıtı” bir Hıristiyan’dı. “Tanrı benim iyi oynamamı sağlıyor. Bu yüzden sahaya çıktığımda hep haç işareti yapıyorum. Yapmazsam O’na ihanet edeceğimi hissediyorum” deyişi bundandır.
Uyuşturucu içti, alkolik oldu, bedenini hırpaladı. Kendi kendinin mağdurudur. Ama başını yine de hep “dik” tuttu. Ona “futbolun tanrısı” denmesi hoş bir yakıştırmadır ama inandığı tanrının “sol eli” olduğu kesindir.[8]
Özetle “Futbol sadece futbol değildir” gerçeğinin altını bir kez daha çizerek vurgulayayım: dünyanın dört yanında nesillerin gönlünü fetheden sistem karşıtı çıkışlarıyla Maradona, Latin Amerika’da olduğu gibi yerkürede de hepimize Nâzım Hikmet’in, “İçimde mis kokulu kızıl bir gül gibi duruyor zaman” dizelerini anımsatan futbolun “comandante”siydi.
N O T L A R
[*] Görüş, Ağustos 2021… [1] Jack London. [2] Temel Demirer, “Futbolun Ahvâline Dair Notlar”, Kaldıraç, No:159, Eylül 2014; Kaldıraç, No:160, Ekim 2014. [3] Eduardo Galeano, Güneşte ve Gölgede Futbol, çev: Mehmet Necati Kutlu–Ertuğrul Önalp, Can Yay., 1997. [4] Celâl Üster, “Yaşasın Maradona!”, Cumhuriyet Kitap, No:1066, 22 Temmuz 2010, s.6. [5] Mithat Fabian Sözmen, “Kalplerde ve Şarkılarda: Diego Armando Maradona”, Evrensel, 26 Kasım 2020, s.9. [6] Ali Murat Hamarat, “Tanrıların En İnsancılı…”, Birgün, 27 Kasım 2020, s.15. [7] Ziya Adnan, “Diego Armando Maradona…”, Birgün, 1 Aralık 2020, s.16. [8] Mustafa K Erdemol, “Diego Armando Maradona: Tanrı’nın Sol Eli”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2020, s.16.