“Birçok kitap, insanın kendi
kalesinin içindeki bilinmeyen
odaların anahtarları gibidir.”[1]
Yaşama mündemiç farkı, zenginliği görebilenlerin meselesi olarak edebiyata ilişkin soruyu yanıtlamak önemlidir: Dik durup diklenen yazarları olmasaydı, insan(lık)ın hâli nice olurdu, hiç düşündünüz mü?
Sınıflı sömürücü iktidarın edebi-sanatsal ifade biçimlerine de ket vurup, tahayyül etmeyi imkânsızlaştırırken; düşünce (ve davranışı) yabancılaşmanın bayağılık bombardımana tuttuğu atmosferde insan(lık) varlığı, duyguları yok ediliyor.
İktidarın zorbalığına, paranın egemenliğine “Hayır” diyen edebiyat doğasında direnişi barındırır; müesses nizamdan beslenen, statükoya ram olanlara meydan okumadır. Aslı sorulursa dünya ölçeğindeki kalıcı yapıtların yaratıcılarının büyük çoğunluğu eleştirel itirazı ta kendisidir.
Mesela coğrafyamızdakilerin hemen hepsi sosyalisttir, demokrattır en azından. Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i, Nâzım Hikmet’i, Cemal Süreya’yı, Edip Cansever’i, Vedat Türkali’yi, Füruzan’ı vd’lerini çıkarırsak, edebiyattan geriye ne kalır?
Altının çizilmesi gerek: Müesses nizamdan beslenenlerin (daha doğrusu beslemelerin!) kültürel kulvarı hamaset, demagoji ve manipülasyondur; riya, ikiyüzlülük ve samimiyetsizliktir.
Oysa gerçeğe varmak için, düşünce dünyası engin kim varsa kesinlikle William Shakespeare, Honoré de Balzac, Miguel de Cervantes Saavedra , Fyodor Dostoyevski, Maksim Gorki gibi yaratıcı yazarların rahle-i tedrisatın geçmiştir.
Kolay mı? Onlar (gibiler de) sadece gerçekleri yazmakla kalmayıp, yarattıkları soyutlamalar ile edebiyat dünyasını vazgeçil(e)mez kıldılar, Homeros’tan beri; olay anlatımıyla yetinmeyip, iç dünyalarında gerçeği arayarak, yeni bir anlatı dünyası yarattılar.
Edebiyatçı, politik duruşuna/ tercihlerine uygun hareket eder ki, bu da edebiyatın vazgeçmesi mümkün olmayan kadim hâlidir; “Zaten zarar vermek için yazarız. Rahatları bozmak için yazarız. Hayatımda ne okuduysam rahatım bozulsun diye okudum. Hayatı ne diye allayıp pullarlar, kötülük meselesinden ne diye kaçınırlar anlamıyorum. Hakiki bir meseledir bu,” der Emil Cioran.
Aktarmadan geçmeyeyim; Stendhal’ın, “İnsanı baştan çıkarıp sevdaya götüren şey, edebiyattır”…
Henri Barbusse’ün, “İnsanın kendini ifade etmesinin en kusursuz yoludur edebiyat”…
Sebuhi Quluzade’nin, “Edebiyat, ölümsüzlüğün en eski yoludur. İnsanlar kendi hayatlarını, tecrübelerini, hayal ve fikirlerini edebiyatla ölümsüzleştirir”…
Orhan Kemal’in, “Gerçekçilik, içinde yaşadığın topluma yer yer ayna tutmaktan ibaret değil ki. Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik, içinde yaşadığın toplumun bozuk düzenini görmek. Bozukluğun nereden geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmak”…
Maurice Blanchot’un, “Kabul edelim ki edebiyat edebiyatın bir soruya dönüştüğü an başlar”…[2]
Eugene İonésco’nun, “İnsanlar neden yazarlardan hep cevap bekliyorlar. Ben soru sormak istediğim için yazarım.” “İnsan kendini ciddiye almalı tabii, yoksa işin sonu gevşekliğe, çürümeye varır dayanır,”[3] vurgularıyla altı çizilendir, edebiyat.
* * * * *
‘Goriot Baba’, ‘Vadideki Zambak’, ‘Köylü İsyanı’, ‘Eugenie Grandet’, ‘Otuzunda Kadın’, ‘Kibar Fahişeler’, vd. yapıtlarıyla “Romanın Shakespeare”i diye anılan; romanda gerçekçilik ve doğalcılık akımlarının yaratıcısı Honoré de Balzac (Honore Balsa) onlardan biriydi.
Tıpkı Jorge Luis Borges’in, “Aşkı ilk defa yaşamak gibi, denizi ilk defa görmek gibi, Dostoyevski’yi keşfetmek de insanın hayatında önemli bir tarihtir,” notu düştüğü ve “Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa kendimi parçalayacak değilim elbette. Ama önümde duvar var diye boyun eğmeyi de kabullenemem.” “Zorbalık karşısında duyarsız kalan bir toplum zehirlenmiş demektir!” diye haykıran Fyodor Dostoyevski gibi…
Ya da “Umutsuz menfaatler için umutsuz oyunların döndüğü umutsuz bir zaman bu.” “En büyük arzum bu düzene ait olduğumu unutmak.” “Çaresizlik aslında insanlara büyük bir güç verir.” “En önemli şey, olabileceğiniz şey için ne olduğunuzu feda etmeye her zaman hazır olmaktır,” satırlarındaki Charles Dickens’in işaret ettiği gerçek üzere.
* * * * *
‘Alçaklığın Evrensel Tarihi’nin ilk baskısındaki önsözde, “Kimi zaman iyi okurların sayısı iyi yazarlardan bile azdır,”[4] diye yazan Jorge Luis Borges; “Bana, kendim olmak yetiyor.” “Zamana direnebilenler yalnızca zaman içinde yer almayanlardır,”[5] der ve eklerdi:
“İnsan devingen olduğunca değişkendir de.”[6]
“Bir şeyi görebilmek için onu anlamak gerekir.” “Ben bireyin güçlü, devletinse güçsüz olması gerektiğine inanacak biçimde yetiştirildim,” diyormuş. Borges’in amacı; toplumu gerçekle yüzleştirmek!
Latin Amerika edebiyatınsan söz edince “Gerçek üzüntü ne zaman başlar biliyor musun? Yaşın kadar yaşamadığını anladığın an…”[7] “Yüreğini kolla, ölmeden çürüyorsun…” “Anıları öylesine eskiydi ki, onları tazeleyecek kadar eski plak yoktu…” “En güzel şeyler onları en az beklediğin de olur!” satırları Gabriel García Márquez’in, size edebiyatın insana içkin gücünü çağrıştırmıyor mu?
Ya “Başım ve evren ağrıyor”… “Aşağılık bir yer bu dünya”… “Birkaç kişi mutluluğu bulabilsin diye, birçokları acı çeker,”[8] betimlemeleriyle Fernando Pessoa insan(lık) hâl(ler)i için edebiyatın bir başlama noktası değil mi?[9]
* * * * *
Ya bizimkiler?
‘Kırgın ve küskün 1968 ruhunun, çağrılmakla gelmediği günlerde ‘68’lilerin torunlarına; yurdumuzun ‘güzel ve yalnız’ ve belki bahtsız, ama geçmişinden taşıdığı onur izleriyle, hâlâ bir tutku nesnesi olduğunu anlatacak, onları buna inandıracak, başlarını dikleştirecek tek imkânın sanatla gerçekleşebileceğine inanıyorum. Bilim ve tarih öğreticidir, kuşkusuz. Sanat, üstelik iyileştirici de olabilir. (…) Bugün, dünün devamıdır. Dünü taşımak için, taşıyabilenlerin edebiyatına eğilmekten daha iyi bir yol varsa da, onu ben bilmiyorum,” diyen Füsun Akatlı…
“Ben iyiyim. Sen memleketten haber ver. Hâlâ öldürüyorlar mı, esmer yüzlü çocukları, eşkıya diye!” kaygısının yazar Mehmed Uzun…
“Korkma, aydınlığı bir ucundan da olsa görenlerin işi değil korkmak. Karanlıktaki çocuklar korkar. Biz ne çocuğuz, ne de her yer karanlık,” satırlarının Sevgi Soysal’ı…
“Aydın vicdanı ve duruşuyla öncü yazar”ı;[10] “Yazı işçisi Orhan Kemal”…[11]
“Güçlü bir hafıza, ağır bir cezadır. Ve işin kötüsü iyi anları nadiren, kötü anları sıklıkla hatırlatır,” diyen Onun;[12] “Orhan Kemal’in neydi özelliği? Kısa, vurucu tespitler; hızlı, flaş gibi parlayıp geçen yalın benzetmeler; akla durgunluk veren bir gözlem yeteneği; klasik gibi görünen, aslında ise gizli orijinallikler taşıyan, son derece sağlam bir kurgulama, şaşırtıcı bir roman mimarisi!” diye tanımlardı Atilla İlhan.
Ve Sabahattin Ali…
“Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?” sorusu ve “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir,” vurgusuyla O da; “Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir”…
“Milletin derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!”…
“Yalnız kaldığım günlerde yegâne dostum olan aklım”…
“Hiç geçmeyen, hiç unutulmayan şeyler de var, beyefendi! Ölünceye kadar insanın sırtından atamayacağı şeyler de var”…
“Ne derlerse desinler, biz vicdanımızın ve kafamızın doğru bulduğu şeyleri, etrafın ne dediğine bakmadan yapmalıyız”…
“Unutma: Taş duvarlar arasındaki karanlığımın senden başka penceresi yok,” diyenlerden ve dediklerine uygun davrananlardandı.
* * * * *
Sonra… “Doğanın yozlaşmasının sonu insanoğlunun yozlaşmasıdır. Yozlaşmış, zıvanadan çıkmış, çürümüş insanlığın ne yapıp ne yapmayacağını şimdiden kestirebilir miyiz? Çılgınlığının üstünden gelip, doğayı yeniden yaratıp, insanlık kendi yaratıcılığına yeniden dönebilir mi? Sonumuza şimdiden ağlamaya mı başlayalım? Yoksa başımızı iki elimiz arasına alıp doğayı kurtarmak için elbirliği ederek bu çılgınlığa dur mu diyelim?”[13]
“Zulme sessiz kalan bir gün zulme uğrar. Haksızlığa karşı durmak insan onurudur”…
“Benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile etmesin… Beni okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, cümle kötülüklerden arınsınlar”…[14]
“Sosyalizm insanın kendisine, insanın insana, insanın emeğe saygısıdır”…
“İnsan olmadıktan sonra güzel göz, güzel kaş, sırım gibi boy herkeste var. İnsan dediğin yüreğiyle, inceliğiyle insan olmalı”…
“Adaletsizliğin olduğu yerde tarafsız kalıyorsan, haksızlık yapanın tarafını tutuyorsun demektir”…
“Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir, insan bugüne böyle gelmiştir,” satırlarının “İnce Memed”i, “Mecbur İnsan”ı Yaşar Kemal, yazdıklarıyla ve duruşuyla yerelden evrensele uzanan bir değerdir.
O, ezilen, sömürülen ve yeri geldiğinde başkaldıranların safındadır. Angaje edebiyatın en iyi örneklerindendir: “Ben ‘angaje’, bağımlı bir yazarım, kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım” demişti sağlığında. Bu duruşunu yargılandığı bir davada yargıçlara karşı da dile getirmişti:
“Benim yazılarım halkımıza birer çağrıdır. Öncelikle batıdaki, doğudaki, çocukları savaşta ölmüş anaları çağırıyorum. Bu savaş en çok sizin yüreğinizi yaktı. Herkesi çağırıyorum, sayın yargıçlar sizleri de bu savaşı durdurmak isteyenlere katılmaya çağırıyorum. Bu ülke hepimizindir ve bu ülke insanlık tarihinde çok uzun yaşamaya layıktır. Hem de onuruyla yaşamaya… Unutmayalım ki, bir ülkenin insanlarının onuru en azından toprağı kadar kutsaldır. Benim taraf tutmam kadar doğal ne var ki… Kendimi bildim bileli Türkiye’nin halklarının yanındayım. Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim.”
Yaşar Kemal, dünya görüşüyle sanatını bir bütün olarak gördüğünü, halka ve doğaya olan inancını, sanatının emekçi ve mazlumların çıkarlarının emrinde olduğunu dile getirmiş ve bu gerçeklikte yazmıştır.[15]
Dik durup diklenen yazarlardandı.
N O T L A R
[*] Güney Dergisi, No:34, No:109, Temmuz Ağustos Eylül 2024…
[1] Franz Kafka.
[2] Maurice Blanchot, Kafka’dan Kafka’ya, çev: Sedat Rifat Kırkoğlu, Monokl Yay., 2020.
[3] “… ‘Yaşamak gerekiyor’ diyordum kendi kendime. Önceleri bu, nefsimi kabule zorladığım, herkese göre bir macera sayılan ‘hayat’ benim için bir tür görevdi. Bütün dünya bana çamurmuşçasına sıkıcı geliyordu. Artık insan arasında bulunmadığım, kendime söylenenleri işitmediğim bile fark edilmiyordu. Gayri bir kerecik olsun bana yöneltilen bir soruyu bile cevaplandırmıyordum.” (Eugéne Ionesco, Günlük, çev: Halil Can, Cümle Yay., 2015, s.214.)
[4] Jorge Luis Borges, Alçaklığın Evrensel Tarihi, çev: Zeynep Çağlayan, Telos Yay.,1991.
[5] Jorge Luis Borges, Sonsuz Gül, çev: Ayşe Nihal Akbulut-Cevat Çapan, İletişim Yay., 2004.
[6] “Yaşarken kibrinden geçilmeyen insanlık, ölünce sinekleri toplamaktan başka bir işe yaramıyor.” (Jorge Luis Borges, Sonsuzluğun Tarihi, çev: Saliha Nilüfer, Can Yay., 2021, s. 81.)
[7] Gabriel García Márquez, Yüzyıllık Yalnızlık, çev: Seçkin Selvi, Can Yay., 1990, s.160.
[8] “Soyut akla musallat olan bir yorgunluk var ki, en korkuncu o. Fiziksel yorgunluk gibi insana ağırlık yapmaz, duyguların öğrettiklerinin verdiği yorgunluk gibi kafa karıştırmaz. Sahip olduğumuz dünya bilincinin üzerimize çöken ağırlığıdır o, kendi ruhumuzla soluk alamaz oluşumuz.” (Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, çev: Saadet Özen, Can Yay., 2019, s.74.)
[9] Feridun Andaç, “Pessoa: Bir Başlama Noktası”, Cumhuriyet Kitap, No: 1774, 15 Şubat 2024, s.6.
[10] Işık Öğütçü, “Orhan Kemal’i Geleceğe Taşımak”, Cumhuriyet Kitap, No: 1752, 14 Eylül 2023, s.12.
[11] Olcay Bağır, “Yazı İşçisi Orhan Kemal”, Güney Dergisi, No:106, Ekim Kasım Aralık 2023, s.68-69.
[12] “Dünyada harp vardı! Dünyadaki harbe alkış tutan yalancı rotatifler, baskı makineleri, radyolar, bütün bunları alkışlayan aldatılmış kalabalıklar vardı!” (Orhan Kemal, Yağmur Yüklü Bulutlar Dünyada Harp Vardı, Bilgi Yay., 1974.)
[13] Yaşar Kemal, Binbir Çiçekli Bahçe, YKY., 2009.
[14] “Bugün bu ülkede yaratıcılığımız eksilmişse, vicdanımız vurdumduymaz olmuşsa, şiddet hayatımızın her alanında üstümüze çökmüşse, hiçbir kuruma güvenimiz kalmamışsa, bunlar bir kuşak ömrü süregelen bir kirli savaşın insanlığımızda açtığı yaralardır.” (Yaşar Kemal.)
[15] Hicri İzgören, “İnce Memed 100 yaşında”, Yeni Yaşam, 26 Ekim 2023, s.11.