Temel Demirer: Hukuk(suzluk) Hâlleri

Yazarlar

Bu kadar gerçek ortaya dökülmüşken,

bir çok şey aydınlatılmışken

ülkenin adaletsizlik içinde

bu kadar uzun ve utanç verici

bir uykuya yatmış olması

anlaşılır gibi değildi.”[1]

 

“Kanunlar örümcek ağlarına benzer. Güçsüz ve hafif şeyler ona yakalanır; daha ağır olanlar ise onu parçalayıp geçer,” diyen Solon haksız olabilir mi? Özgürlüğün prangaya vurulup, keyfiliğin hiçbir yaptırıma tabi olmadığı koşullarda, elbette “Hayır”…

Eğer “özgürlük” denilen şey sadece iktidardakilerle aynı fikirde olma serbestliğiyse bunun hiçbir anlam ve değeri yoktur; “İki temel sorunu var insanlığın: Adaletsizlik ve anlamsızlık,” saptamasındaki üzere Friedrich Nietzsche’nin…

Sınıflı-sömürücü yapılarda “İktidar, adaleti ve özgürlüğü engelliyor”ken;[2] V. İ. Lenin’in, “Yasalar mülkü olmayan, emek gücünden başka hiçbir şeyi olmayan, giderek yoksullaşan, her şeyini kaybederek proleterlere dönüşenlere karşı, mülkü ve mülk sahiplerini koruyordu. -Böyledir kapitalist toplum,” saptamasına şu eklemeyi yapar Rosa Luxemburg:

“Sadece hükümeti destekleyenler için, sadece bir partinin üyeleri için özgürlük – ne kadar çok olurlarsa olsunlar – özgürlük değildir. Özgürlük her zaman ve yalnızca farklı düşünenler için özgürlüktür.”[3]

Ayrıca özgürlüğün adalet ile ilişkisinin altını çizen bir Küba Atasözü’nün, “Adalet iyidir ama tek benim evimde değil. Komşunun evinde de olursa!”…

Albert Camus’nün, “İyi olmak o kadar zor değildir; zor olan adaletli olmaktır”…

René Descartes’ın, “Adalet mekanizması düzgün çalışmalıdır. Adaletsizlik medeniyeti çökertir”…

James Baldwin’in, “Adaletin olup olabilecek en korkunç düşmanı, güçle ittifak yapmış bir cehalettir”…

Denis Diderot’nun, “Adaletin aklını kaybettiği yerde felsefe susar,” vurguları ile birlikte elbette.

Sakın ola unutulmasın: Anooshirvan Miandji’nin, “Hukukun üstünlüğü önemlidir. Kendilerini yasalar üstünde görenler, toplumun adalet duygusunu bozarlar. Hukuksuzluk ahlâksızlıktan gelir. Bu yüzden ahlâki zekâsı gelişmiş toplumlar her zaman daha adil olurlar,” tevatürüne rağmen; “Yürütme erki kimin elindeyse kanunlar daima onun yanındadır. Bu işin ahlâkla ya da hukukî ayrıntılarla pek ilgisi yoktur. Tüm mesele şudur. Güç kimde?”[4]

Hukukun üstünlüğü endeksi’nde Türkiye 139 ülke içinde 117. sıradayken;[5] yargının çürümesiyle bir ülkenin bataklığa dönüşmesi gerçeğiyle yüzleşiyoruz![6]

Şaka değil, yargı içinde bir savaş var. İki taraf da birbirini rüşvetle suçluyor. Birbiri aleyhinde çeşitli belgeler, yazışmalar, deliller sunuyor.[7]

Özetle “Deveye neren eğri” sorusuna “Nerem doğru ki” yanıtının verildiği tabloda “İnsan hakları kazanımlarına meydan okuma ve ulusal hukuku çiğneme alışkanlığının ulaştığı en uç ve üst eşik:… Hukuktan uzaklaşma, iktisadi bunalımın itici gücü oldu; çok yönlü yoksulluk ve öncelikle gıda kıtlığı, da sonuç.”[8]

“Hukukun yozlaşmasıyla birlikte, devletin güvenlik fonksiyonu da bozulma sürecine girmiştir. Hukuk, kendi asli amacının tam aksi bir istikamete yöneltilerek her türlü hırs ve açgözlülüğün silahı hâline dönüştürülmüştür. Sonunda, suçu denetim altına alarak azaltması beklenen hukukun kendisi, cezalandırılması gereken kötülüklerin kaynağı hâline gelmiştir.”

XIX. yüzyılda yaşamış Fransız düşünür Frederic Bastiat’nın ‘Hukuk’ başlıklı yapıtında yer alan bu tespit cümleleri, XXI. yüzyılın Türkiye’sinde yaşanan her siyasi davada, adaleti ayaklar altına alan her yargı kararında yeniden zihnimde beliriyor. Zira siyasallaşmış, yozlaşmış, iktidarın hırslarına payanda edilmiş bir yargı erkinin kaygı verici bu hâli, zamandan ve içinde bulunulan toplumdan bağımsız bir şekilde bundan daha net tanımlanamazdı herhâlde.

Ancak belirtmek gerekir ki hukukun yozlaşmasından daha vahimi, yozlaşmış bir hukuk sisteminin, gitgide daha geniş kitlelerce kanıksanıyor oluşudur. Çünkü hukukun yozlaşması, devletin fonksiyonlarını zayıflatır ise de bu yozlaşma hâlinin toplum tarafından kabullenilmesi, devletin temelini tamamen çürütür ve bir süre sonra insanlar, bazı suç ve suçlu cenneti ülkelerde olduğu gibi, kendilerine yönelecek haksız saldırılara dahi karşı koyabilecek bir devlet erki bulamaz hâle gelirler.

Türkiye’de ise hukukun yozlaşması ve siyasallaşması aşaması ne yazık ki çoktan tamamlanmış durumdadır.[9] Bugün için yozlaşmış ve siyasallaşmış hukuk sisteminin toplum tarafından içselleştirilmesi aşaması da tamamlanmak üzeredir. Tıpkı işleneceğini herkesin bildiği, fakat kimsenin engel olmadığı bir cinayetin öyküsünün anlatıldığı Gabriel García Márquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ başlıklı romanında olduğu gibi…[10]

 

DURUM(UMUZ)!

 

İktidar, ne “Hukuk Devleti”ni tanıyor, ne Anayasa’yı, ne de yasaları… Anayasa Mahkemesi’ni de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni de ve bu mahkemelerin kararlarını da tanımıyor ve uygulamıyor.[11]

Osman Kavala da, ülkedeki adaletsizliğin simgelerinden biri olarak tarihe geçti.

Aynı durum Selahattin Demirtaş için de söz konusu. Bu simgelere bir de Can Atalay eklendi!

Yukarıda saydıklarım sadece simge isimler… Bir de simge olay ve gruplar var:

Örneğin, Kanun Hükmünde Kararnamelerle, yani idari kararlarla görevlerinden atılan, “KHK’lılar” denilen, yüz binlerce kişi…

Örneğin, yargı tarihinin gördüğü en büyük saptırmalardan biri olan bir dava sonunda, yeşili, çevreyi, parkı, kamu yararını savundukları için, “darbeci” olmakla suçlanan Gezi Parkı Direnişi mağdurları…

Örneğin, içlerinde avukatların ve sanatçıların da bulunduğu, yasal haklarından mahrum edildikleri için, açlık grevi yapan mahkûmlar…

Örneğin, tahliye edilme zamanları geldiği halde edilmeyenler…

Örneğin, anneleri hapiste olduğu için, cezaevlerinde yaşayan bebekler ve çocuklar…

Örneğin, çok hasta ve çok yaşlı mahkûmlar…

Bunlara karşılık, Sinan Ateş cinayetinin siyasal ayağı hâlâ karanlık…

8 yaşındaki Narin Güran’ın neden boğularak öldürüldüğü, bir bilmece…

Çevreyi, doğayı koruyan Reşit Kibar, yağmacıların adamı tarafından öldürülüyor…

26 sabıkası olan ve aranan bir suçlu, polis Şeyda Yılmaz’ı katledebiliyor…

Adalet mekanizmasına güvensizlik o dereceye ulaştı ki Münevver Karabulut cinayetinin katilinin mezarı açılıp, tabutun içindeki kişinin o olup olmadığı bile araştırılıyor…[12]

Eski Yargıçlar Sendikası başkanı Mustafa Karadağ’ın, “Hukukun en büyük düşmanı keyfiliktir,”[13] notunu düştüğü tabloda yargının hâli rejimin de özetidir!

Örneğin suç örgütleri ile devlet ve kurumlarının iç içe geçen ilişkisi uzun süredir ülke gündemini meşgul ediyor. AKP iktidarını oluşturan koalisyonun parçası hâline gelen suç örgütleri liderleri ile başta güvenlik ve yargıda görev yapan isimlerin aynı karede buluşması neredeyse olağan hâlen geldi.

Kamu görevlileri bu ilişkiyi saklamayacak kadar pervasızlaştı. Hâkimler, davalarına baktığı “mafyatik isimler”le yakınlık kurmaktan çekinmedi.

Yargıya sadece iktidarın müdahalesi değil, aynı zamanda hâkim-savcıların suç örgütü liderleriyle kurduğu ilişkiye bakılırsa mafyanın da etkin bir müdahalesi var. Bu müdahalelerin doğal sonucu olarak da yargı yurttaşın gözünde ülkedeki en güvenilmez kurumların başında geliyor. Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin verilerine göre yurttaşların yüzde 60’ı yargıya güvenmiyor.

Yargının mafyayla iç içeliği sık karşılaşılan bir olay hâline geldi. 2021’in Ağustos’unda Antalya’da ağır ceza hâkimi Ertekin Kök’ün suç örgütü elebaşı olarak yargıladığı E.B. ile içki masasında fotoğrafları çıktı.

Danıştay üyesi seçilen Esat Toklu’nun Sezgin Baran Korkmaz’ın ilk sahibi olması ile tartışılan ultra lüks Paramount Otel’de kaldığı, ardından da Togo Kuleleri’ni yapan firmanın patronunun mahkemesinden önce, patronun doğum günü partisine katıldığı ortaya çıktı.

Samsun Adalet Komisyonu Başkanı Hâkim Kemal Alver de “cinayete azmettirmek”ten hüküm giyen ve çete davalarından arandığı için Gürcistan’a kaçan organize suç örgütü elebaşı Galip Öztürk’ün aile fotoğrafını çekti. Hâkim Alsever ile ilgili haberlere saatler içerisinde erişim engeli getirildi.[14]

Türkiye’de verilen yargı kararlarının yüzde 99’unun geçersiz olduğunu belirten Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk’un, “Ben bile hak arama özgürlüğünü kullanamıyorum,” dediği[15] tabloda coğrafyamızda yasa(lar) “enflasyonu”ndan söz etmek abartı değildir; Terence Terentius’un, “Aşırı kanun genelde aşırı adaletsizlik demektir”; Cornelius Tacitus’un, “Bir devletin yıkılışıyla birlikte yasaları da çoğalır,” deyişlerindeki üzere…

Hatırlatalım: ‘Küresel Organize Suçlar Endeksi 2023 Raporu’na göre Türkiye Avrupa’da birinci, dünyada ise 193 ülke arasında 14’üncü sırada. İnsan ticareti, insan kaçakçılığı, silah kaçakçılığı, eroin ticareti, kokain ticareti, sentetik uyuşturucu ticareti, mali suçlar, yenilenemez kaynakların yasadışı ticareti, uyuşturucu ticareti gibi başlıklarda Avrupa’da en kötü durumdaki ülke.

Adalet binaları büyüdükçe, adalete olan güven zayıflıyor. Bu ters orantıda yükselen suç ikliminde polis memuru Şeyda Yılmaz 26 ayrı suç kaydı olan Y.E.G. tarafından öldürüldü. 19 yaşında olmasına rağmen 26 ayrı suç kaydı olan Y.E.G.’nin Ceza İnfaz Kurumu’nda olmamasını değerlendirirken arka planda yatan sebep-sonuç ilişkilerine ve sorumlulara gözümüzü çevirmemiz gerekiyor. Bu cinayete dair ele alınması gereken diğer bir husus da, gözaltı işlemleri sonrası basına verilen görüntülerdeki işkence gerçeği. Y.E.G., çöp poşeti giydirilmiş olarak ve ‘Hayvan Durum İzleme’ uygulamasında kullanılan ‘Hayvan Nakil Aracı’na ters kelepçeli ve yarı çıplak hâlde bindirilirken görüntülendi. Bununla kolluğun adeta kendi yargılamasını ve infazını yapmış olduğunu gördük; oysa işkence yasağı, işkenceye sıfır tolerans prensibiyle devletin her kademesinde etkin uygulanması gereken evrensel temel bir ilkedir. Y.E.G.’ yi yargılayacak olan yargı makamıdır. Aksine bir kabul ihkak-ı hak yolunu açar. Bu da bir toplumdaki kamu düzenini alabora eder[16], ve ediyor da…

Sadece bu(nlar) da değil!

Bir de Jean-Jacques Rousseau’nun, “Ben ne hükümdarım ne kanun koyan; zaten böyle olduğu içindir ki, siyaset hakkında yazı yazıyorum. Hükümdar veya kanun koyan olsaydım, yapılması gerekeni söyleyerek zamanımı kaybetmez ya yapar, ya susardım”; Algernon Sydney’in, “Bir kişinin halkın iyiliği ve onların özgürlüklerini korumak için, hukukun üstünde keyfince yönetmesini sağlayacak mutlak bir güce sahip olmasını istemekten daha saçma bir şey olamaz; çünkü böyle bir gücün olduğu yerde hiçbir özgürlük yaşayamaz,” sözleriyle altını çizdiği gerçek! 

“O da ne” mi?

Yargıtay’ın Ankara Ahlatlıbel’de inşa edilen yeni hizmet binasının açılışı AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katılımıyla yapıldı. 15 Temmuz darbe girişimin ardından Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlenen adli yıl açılışı 2021’de Yargıtay’da yapıldı. Bu kez daha öncekilerden farklı olarak Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, dua ederken Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca da duaya cüppesiyle katıldı, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile birlikte dua etti…[17]

Söz konusu hâlde ‘2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde ‘En Az Denetimin Olduğu Ülkeler’ kategorisinde Türkiye 113 ülke arasında 3’ncü sırada. Türkiye’nin üstünde sadece Zimbabve ve Venezüella bulunuyor. Yine ‘2017 Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde ‘Temel Haklar Kategorisi’nde 107’nci, ‘Kamu Düzeni ve Güvenliği’nde 106’ncı sırada yer alan[18] Türkiye gerçeğine ilişkin, “Yargıdan çıkan kararlar toplumun vicdanında karşılık bulmuyorsa adalet gerçekleşmemiş demektir; özellikle siyasal davalarda,”[19] notunu düşüyor Kemal Anadol!

İşte birkaç örnek:

  1. i) İstanbul Adliyesi’ndeki “FETÖ” borsasını kamuoyuna duyuran muhabir Seyhan Avşar hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yürütülen soruşturma tamamlandı. İddianamede “FETÖ” borsası iddiasıyla açığa alınan ve haklarında Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı’nca iddianame düzenlenen Cumhuriyet Savcısı Lütfü Karabacak şikâyetçi sıfatıyla yer alırken, savcı İsmet Bozkurt ise mağdur olarak gösterildi. [20]
  2. ii) İranlı uyuşturucu kaçakçısı Naci Şerifi Zindaşti ve üç adamını tahliye eden hâkim Cevdet Özcan hakkında görevi kötüye kullanma ve rüşvet suçlarından 15 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. İddianamede hâkim Özcan tahliye kararı karşılığı Kapalıçarşı’daki bir kuyumcu aracılığıyla 3.5 milyon dolar rüşvet almakla suçlanıyor.[21]

iii) ÖDP üyesi 36 kişi hakkında, 1972’de öldürülen Ulaş Bardakçı’yı mezarı başında andıkları için “terör propagandası yapmak” suçlamasıyla soruşturma başlatıldı.[22]

  1. iv) OHAL’le kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği’ne Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı aynı isimle tekrar kurulamayacağını belirterek dava açtı.[23]

Bu tabloda “durum(umuz)” mu?

Coğrafyamızda 2022 yılı itibariyle 91 adet hukuk fakültesi var! Anlayacağınız, Türkiye’de sadece ekonomi alanında değil, avukatlar açısından da acayip bir enflasyon daha yaşanıyor.

Bu fakültelerde okuyup diploma alanların çoğunun karşısında iki seçenek vardır: Ya hâkim-savcı olacaksınız, ya da avukat…

Hâkim-savcı olmak istiyorsanız açılan sınavlara katılıp yüksek notlar alacaksınız. Ancak bu sürece iki unsur daha eklendi ki, ikisi de çok önemlidir: Siyaset ve torpil!

Yine üzülerek söylüyorum, gerçek böyle.

Hukuk fakültelerinde dört yıl okuyup diplomayı cebine koyan gençlerin çoğunluğu avukat olmanın peşinde.

Ancak burada akla çok önemli bir soru geliyor: Acaba bizim hukuk fakültelerinde “Hukukçu” yetişiyor mu?

Önüne gelen hukuk fakültesi açıyor. Bunlar üçe ayrılıyor: Devlet üniversitelerinin, vakıfların ve özel üniversitelerin fakülteleri.

Ayrıca 91 fakültenin çoğunda öğretim üyesi kadroları çok eksik. Bazıları ismini cismini bile bilmediğimiz özel üniversiteler bünyesinde kurulu. Dört yıl boyunca parayı bastıran eninde sonunda hukuk diplomasını cebine koyuyor!

Türkiye’de yine 2022 rakamlarına göre yaklaşık 180 bin avukat var. Bu avukatlardan önemli bir bölümü neredeyse açlık sınırında yaşıyor. 

Çevreleri yok, adeta açlık sınırında yaşıyorlar. Bazıları hâkim-savcı sınavlarına girip siyasi torpil aramaya başlıyor.

91 adet hukuk fakültesi… On binlerce öğrencisi var. Her yıl binlerce öğrenci kafasında hukuk kavramı olmadan diploma alıyor. Dünyanın hiçbir yerinde “Hukukçu” yetiştirmek bu kadar ucuz olamazken;[24] hukuk fakülteleri kadrolarını incelediğimizde geleceğe, hatta yakın geleceğe yönelik ciddi kaygı taşımamak olanaksız. Altyapısız onlarca hukuk fakültesi kuruldu. YÖK sayfasında, eğitim yapan 44 kamu, 36 vakıf, 9 “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (KKTC) olmak üzere 89 hukuk fakültesi var ve bunların 55’i 20 yılda kuruldu, 82 bin 322 öğrenci (KKTC hariç) eğitim alırken profesör, doçent ve öğretim üyesi sayısı toplam 1091. 

Devlet üniversitelerinde 16, vakıf üniversitelerinde 7 fakültenin dekanı hukukçu değil. Dekan yalnızca idari işleri yapan bir yönetici değildir. YÖK kanunu 16. maddesinde idari görevlerini sıraladıktan sonra “Fakülte ve bağlı birimlerin öğretim kapasitesinin rasyonel bir şekilde kullanılmasında ve geliştirilmesinde… eğitim-öğretim, bilimsel araştırma ve yayın faaliyetlerinin düzenli bir şekilde yürütülmesinde… birinci derecede sorumludur” denilmekte. 

KKTC’de durum daha vahim. Profesörü olmayan, yardımcı doçentin dekan vekilliği yaptığı, birkaç öğretim görevlisi ile eğitim yapan(!) hukuk fakülteleri var. 

Hukuk fakültesi dekanlarından ülkede yaşanan bunca hukuksuzluğa ses çıkarması beklenmemeli. Zira önce “Bilim siyasallaştı”, biat liyakatin önüne geçti.

Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi 30 yaşında, zorunlu ders olan “hukuk felsefesi ve sosyolojisi” dersini veren Dr. öğretim görevlisinin süresini uzatmadı ve ders için bir ilahiyatçı görevlendirildi;[25] durum tamı tamına buyken; 2011’de 8 milyon 227 bin 710 olan şüpheli sayısı çoğu yıl nüfus artış hızından daha yüksek oranda arttı. Adalet Bakanlığı’nın 2018 istatistiklerine göre, 2018’de soruşturmaya uğrayan 13 milyon 19 bin 166 kişi, 66 milyon 551 bin 604 olan erişkin nüfusun yüzde 19.6’sını oluşturdu. 

2011’de 8 milyon 227 bin 710 olan şüpheli sayısı çoğu yıl nüfus artış hızından daha yüksek oranda arttı. 2012’de 8 milyon 635 bin 614’e, 2013’te 9 milyon 324 bin 457’ye, 2014’te 9 milyon 867 bin 242’ye çıkan şüpheli sayısı, 2015’te 10 milyonu aştı. 2015’te 10 milyon 279 bin 240 olan sayı, 2016 yılında 10 milyon 559 bin 327, 2017 yılında 11 milyon 985 bin 118 ve 2018 sonunda 13 milyon 180 bin 991’e çıktı.

2011’de yüzde 35 olan kovuşturmaya yer olmadığına ilişkin karar sayısı 2018’de yüzde 52.6’ya çıktı. Şüpheli kabul edilerek gözaltına alınan ve savcılık aşamasına kadar götürülen olaylarda davaya dönüşmeden serbest kalanların sayısı arttı. Kamu davası açılma kararları da 2011-2018 kesitinde azaldı. 2011’de her soruşturmanın yüzde 52.1’i davaya dönüşürken 2018’de bu oran yüzde 33.9 oldu.

2018’de başsavcılıklara gelen 9 milyon 252 bin 208 dosyanın yüzde 45.8’ini oluşturan 4 milyon 235 bin 783 dosyanın faili meçhul kaldı.[26]

Devletin “hukuki”(?) icraatlarına gelince!

  1. i) İçişleri Bakanlığı’na 5 yılda adli, idari 106 bin 468 dava açıldı. Bu davalardan yarıya yakını Bakanlık lehine sonuçlanırken, 20 bine yakın davada Bakanlık mahkûm oldu.[27]
  2. ii) AİHM’in 2021 bilançosuna göre, en fazla başvuru yapılan ilk beş ülke arasında Türkiye de var.[28]

iii) Osman Kavala’nın bireysel başvurusunda oyçokluğu ile verdiği ret kararının gerekçesi yayımlayan AYM Başkanı Zühtü Arslan, Kavala’nın Barkey ile görüşmesinin içeriğinin bilinmediğine dikkat çekerek, Barkey ile görüşen herkesin tutuklanabileceğini vurguladı.[29]

  1. iv) Anayasa Mahkemesi, TBMM ile Saray tarafından hayata geçirilen kanun ve kararlara yönelik 2021’de yapılan 74 ayrı itiraz ve iptal başvurusunu karara bağladı. İstatistiklere göre, 2021’de 28 düzenleme, AYM’ye takıldı.[30]
  2. v) 23 Eylül 2012 ile 31 Mart 2023’ü kapsayan bireysel başvuru istatistiklerini açıklayan AYM’ye göre, yaklaşık 11 yılda yapılan başvuru sayısı 492 bin 243’ü buldu. 2023’ün ilk 3 ayında yapılan başvuru sayısı 21 bin 305 olurken, en fazla başvuru 2022’de yapıldı. 2022’de 109 bin 779 başvuru ile rekor kırıldı. Başvuruların ise yüzde 78.1’i sonuçlandırıldı. Derdest olan başvuru sayısı ise 108 bin 8 olarak kayıtlara geçti. Sonuçlandırılan başvuruların 69 bin 436’sında en az bir hakkın ihlâl edildiğine hükmedildi. Bir başvuruda birden fazla hakkın ihlâl edildiği yönünde karar verilebildiği göz önüne alındığında ise hak ihlâli sayısı 70 bin 441’e ulaştı. Hak ihlâli kararlarının yüzde 80’ini makul sürede yargılanma hakkı ihlâli oluşturdu. Bu konuda toplam 56 bin 335 ihlâl kararı verildi. 3 bin 451 kez mülkiyet hakkının ihlâl edildiğine hükmedilirken, ifade özgürlüğü ihlâli sayısı ise 3 bin 335 oldu.[31]

Ve Albert Camus’nün, “Hiç kimsenin neyin ak, neyin kara olduğunu söyleyemediği yerde; ışık söner, özgürlük gönüllü bir tutsaklık olur,” uyarısıyla müsemma düşünceyi ifade özgürlüğü ihlâllerine gelince…

İfade özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden olan “Cumhurbaşkanına hakaret” ve “hükümeti aşağılama” suçlamasıyla 2022’de tam 16 bin 753 kişi ceza mahkemelerinde hâkim karşısına çıkarıldı.[32] Ayrıca İfade özgürlüğünün hiç olmadığı kadar tartışmaya açıldığı AKP iktidarında AYM verilerine göre, üç yılda ihlâller arttı. 2022’de bin 990 ihlâl kararı verildi.[33]

Kolay mı?

‘Freedom House/ Özgürlük Evi’nin raporunda Türkiye “özgür olmayan ülkeler” kategorisinde yer alırken;[34] ‘Gazetecileri Koruma Komitesi/ Commitee to Protect Journalists’, “İfade özgürlüğü ve bağımsız habercilik alanlarının hızla daraldığı”na dikkat çekiyor.[35]

‘2018 Dünyada Özgürlükler Raporu’nda, “özgürlüklerin en çok azaldığı ülke” olarak tanımlanan Türkiye, “kısmen özgür” kategorisinden “özgür olmayan ülkeler” kategorisine geriledi. 2017 yılında ‘Dünya Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 113 ülke arasında 101’nci sırada yer aldı.[36]

Yine ‘Freedom House’un 2020 Raporu’na göre, Türkiye 10 yıl içinde özgürlükler ve demokrasi açısından en büyük gerilemenin görüldüğü ülkeler arasında Mali’den sonra “Dünya İkincisi” olmuşken;[37] ‘Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV)’, 29 Ekim 2021’de ‘Eleştiriyi Susturmak’ başlığıyla yayınlanan raporuna göre, 5 yılda ifade ve medya özgürlüğünü kullanmak isteyen 2 bin 801 kişi tutuklandı, 6 bin 479 kişi gözaltına alındı. Toplamda, bin 372 dava açıldı ve 727 kişiye 27 bin 448 ay hapis cezası verildi. 184 yayın kuruluşu kapatıldı.

İfade özgürlüğüne yönelik açılan davaların gerekçelerinin, 476’sı “örgüt propagandası”, 346’sı “cumhurbaşkanına hakaret” ve 165’i “anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs” olarak görüldü.

Toplam bin 118 medya çalışanı gözaltına alındı. En az 287 polis baskını ve 146 polis müdahalesi yapıldı. 281 medya çalışanı tutuklandı. 311 medya çalışanı ise bin 592 yıl 7 ay hapis cezası aldı. Gazetecilere ve basın yayın çalışanlarına yönelik sivil şiddet saldırısı gerçekleşti. Saldırılarda en az 5 gazete kurumsal olarak, en az 23 gazeteci ise kişisel olarak hedef alındı.

Sosyal medya kullanıcılarına yönelik en az 578 polis operasyonunda en az 4 bin 684 kişi gözaltına alındı. Başka nedenlerle gözaltına alınanlar da dahil olmak üzere en az 2 bin 357 kişi sosyal medya paylaşımları nedeniyle tutuklandı. İhlâllerden etkilenenler arasında en az 18 milletvekili, 182 siyasi parti yöneticisi, 53 sendika ve dernek yöneticisi bulunuyordu.[38]

 

“SOSYAL MEDYA” VUKUAT(LAR)I

 

Yargının “sosyal medya” vukuat(lar)ına gelince…

X (Twitter), Facebook, Instagram, YouTube gibi dijital platformlar; yani “sosyal medya”, iktidarın emrine girmiş gazete ve televizyonların gizlediği gerçekleri yansıtmada bir araç ve iktidarın sıkı kontrolünde ve hedefinde.

İstanbul Barosu, ‘İnternet Yasası’nda değişiklik öngören yasa tasarısı ile internete erişime sansür amaçlandığına dikkat çekip, “Düzenleme, devletin internet kullanıcılarının hareketlerini arşivleme ve fişleme yapabileceği bir altyapıyı yasal hâle getirmeye çalışmaktadır,” uyarısını dillendirerek; Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na (TİB) mahkeme kararı olmaksızın erişimi engelleme yetkisi verildiği vurgusuyla, “Bu yeni düzenleme, yürütmenin, açıkça yargı erkinin anayasal alanına tecavüzü anlamına gelmektedir,”[39] derken sonuna dek haklıydı.

Çünkü internet sitelerini mahkeme kararı olmadan kapatma yetkisi veren yasanın örneği AB ülkelerinde mevcut değil; AB Bakanlığı’nın bilgi notunda “AB müktesebatında ve AB ülkelerinde 5651 muadili bir düzenleme bulunmamaktadır,” ifadelerine yer veriliyor.[40]

2015’in Temmuz-Eylül döneminde 101 site, 40 Twitter hesabı, 178 URL/bazlı habere sansür getirildi;[41] Twitter ve Youtube yasaklarını Anayasa Mahkemesi’ne açtığı davalarla iptal ettiren Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Yaman Akdeniz, Türkiye’de 18 bini 2014’te olmak üzere toplam 60 bin siteye erişimin engellendiği ve erişim engelleme kararlarının yüzde 90’ının idari olarak TİB tarafından verildiğine işaret edip, siyasi olarak Kürt haber sitelerinin 200’den fazlasının engelli olduğunu, Gezi olayları sırasında ceza ve idari soruşturmaların arttığını kaydetti.[42]

Ancak bunlara rağmen AKP iktidarı internete sansür yetkisini elde etmek için bir yıl olmadan üçüncü kez girişimde bulundu. AKP’nin üçüncü kez getirmeye hazırlandığı internete sansürün kılıfı yine “kamu düzeni” ve “milli güvenlik” olurken internet erişimini engelleme yetkisi diğer düzenlemelerden farklı olarak, TİB yerine Başbakanlık ve bakanlıklara vermekte ısrar edip,[43] baskılarını yoğunlaştırdı.

  1. i) CHP Gümüşhane Merkez ilçesinin eski başkanı Rıdvan Eryılmaz, 15 Temmuz gecesi yaptığı Facebook paylaşımları nedeniyle alt sınır 1.5 yıl olan propaganda suçundan 6 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Mahkemenin alt sınırın üzerinde ceza vermesini yeterli görmeyen savcı ise “Manevi cebir de cebir sayılır” diyerek sanığın “darbe girişimine katıldığı” gerekçesiyle ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkûm edilmesi talebiyle Yargıtay’a temyiz başvurusu yaptı.[44]
  2. ii) Kurban Bayramının ilk günlerinde sosyal medyada “Benim için IŞİD ile bıçağını masum bir hayvanın boğazına dayayan aynı duygudadır” mesajını paylaştıktan sonra hedef hâline getirilen Leman Sam’ın “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” suçlamasıyla bir yıla kadar hapsi istendi.[45]

iii) Özel yetkili savcılıklar döneminde sosyalist hacker grubu RedHack üyesi oldukları iddiasıyla 24 yıla kadar hapis istemiyle haklarında dava açılan 10 kişi, 3 yıl sonra 16 Mart 2015 tarihinde “suçsuz oldukları” gerekçesiyle beraat etti. Beraat eden sanıklarından biri de üniversite öğrencisi Duygu Kerimoğlu’ydu. 25 yaşında olan Duygu Kerimoğlu, 21 yaşındayken 9 ay 10 gün tutuklu kaldı. Ve şimdi beraatın ardından geride, Kerimoğlu ailesinin yaşadığı dram kaldı… Baba Adnan üzüntüden kansere yakalandı. Anne Neslihan tansiyon ve kalp hastası oldu. Duygu maddi imkânsızlıklardan okulu bıraktı. Evlerine icra geldi. Anne Neslihan Kerimoğlu, “Biz bunları hak edecek ne yaptık?” diye isyan etti.[46]

  1. iv) Gazeteci Sedef Kabaş’ın evine paylaştığı 17 Aralık büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla ilgili tweeti nedeniyle polis tarafından baskın düzenlendi. Twitter’da 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarının dosyalarına takipsizlik veren savcıları eleştiren Sedef Kabaş “bu ismi unutmayın” diye twit atmıştı.[47]
  2. v) Eğitim-Sen İstanbul 5 No’lu Şube eski yöneticisi, 34 yaşındaki rehberlik öğretmeni Rahmetullah Öral Polise yapılan ihbarla, kendisine ait olmayan sosyal medya paylaşımları yüzünden İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk duruşmasında 3 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılarak, açığa alındı.[48]

 

BAĞIMLI YARGI: GÖZLERİ AÇILAN THEMİS!

 

Hikâye herkesin malumu: Yunan mitolojisindeki adalet tanrıçası Themis’i bir elinde terazi, bir elinde kılıç ve gözleri kapalı bir kadın heykeli temsil eder. Kılıcı, teraziyi ve gözlerinin kapalı olması adil ve hukukun evrensel ilkelerine uygun karar verilmesi gerektiğini anlatır. Ve AKP döneminde inşa edilen büyük adalet saraylarında, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi önünde insanları, gözleri kapalı Themis heykeli karşılar karşılamasına ama, Anayasa Mahkemesi’nin kararı alt mahkemece uygulanmaz o kocaman binalarda; mitosu tekzip edercesine… 

Kolay mı?

Eski ‘Yargıçlar Sendikası Başkanı’ Mustafa Karadağ’ın, “Danıştay’da yargı bağımsızlığı yerle yeksan edildi;[49] Ayşe Sarısu Pehlivan’ın, “Bağımsız ve tarafsız yargı hayal”;[50] Nurcan Bilge Gökdemir’in, “Hukukun değil, Saray’ın dediği olur;[51] Yekta Güngör Özden’in, “Yargıda ve görevde yandaşlık, yakınlık, duygusallık en sakıncalı tutumdur”;[52] eski İstanbul Baro Başkanı Mehmet Durakoğlu’nun, “Hukuk devletinden uzaklaşıyoruz… Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığından söz etmek de bu sözcüklere içtenlik yüklemek de olası değildir”;[53] “Demokratik olmayan siyasal iktidarların, kararları nedeniyle yüksek mahkeme ve özellikle AYM yargıçlarına yönelik ölümle sonuçlanan tehdit ve baskıları yeni değil”;[54] Emre Kongar’ın, “Devletin temeli olan yargıda inanılmaz bir çürüme yaşanıyor,”[55] betimlemeleri ışığında yargı bağımsızlığı karşılıksız bir söylencedir, o kadar!

Siz bakmayın Hamdi Yaver Aktan’ın, “Yargıçlar, devletin hukuk düzenini kurtarabilirler”;[56] Musa Tekin’in, “Anayasanın 9. maddesine göre yargı yetkisi, bağımsız mahkemelerce kullanılır. Yargının gerçekten bağımsız olması, yargının, mali ve idari bakımdan bağımsız olmasıyla sağlanabilir”;[57] Erol Türk’ün, “Çağdaş hukuk devleti, kişilerin birbirlerine ve devlete karşı haklarını korumakla yükümlüdür. Aynı zamanda kişilerin uyması gereken kuralları da düzenlemiştir. Yasalar ahlâka uygundur, herkes için eşittir. Bir sınıf veya grubun ya da bir cinsin, rengin veya din ve mezhebin lehine hükümler içermez”;[58] eski Yargıtay Birinci Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk’un, “Türkiye, hukuk kişiliğini kazanamamışların, köleleş(tiril)mişlerin ülkesi olamaz. Olmamalıdır da,”[59] türünden dilek ve temennilerine; bunlar gerçekliği değiştiremez!

Basit bir örnek bile sözünü ettiğim hâli gayet net sergiler: Anayasa’nın 146/3.maddesinde öngörülen Cumhurbaşkanı’nın Anayasa Mahkemesi’ne üye seçmesi, tarafsızlık konumunun yüklediği bir görevdi. Cumhurbaşkanı taraflı olunca atamalar siyasal öngörülere elverişli bir duruma dönüşmüş olmaz mı?!

Bunların böyle olması, “Kuvvetlerin (yasama ve yürütme) ayrılığının, tekelci kapitalizm koşullarında pratiği imkânsız teorik bir mülahaza”dan başka bir şey olmamasından kaynaklanır.

Örneğin hak arama özgürlüğü ve düzgün/dürüst (adil ve hakkaniyete uygun) yargılanma hakkından söz edince; yargı bağımsızlığına dayanan erkler ayrılığı düzeneğine “muhtaç”sınız denir.

Sözünü ettiğim hâlin gerçekleşmesi, yedi koşula bağlıdır: i) Mahkeme hakkı, ii) bağımsız ve tarafsız mahkeme, iii) suçsuzluk varsayımı, iv) silahların eşitliği ilkesi, v) savunma hakları, vi) çabukluk ve açıklık ilkesi, vii) kararları uygulama yükümlülüğü.[60]

Sürdürülemez kapitalizm koşullarında bu(nlar) mümkün müdür?

Elbette ‘Hayır’, çünkü yasama tam anlamıyla yürütmenin emrine verilerek, etkisizleştirilmiştir.

Kuvvetler ayrılığı, demokratik devlet yönetimini düzenleyen bir modeldir. Kuvvetler ayrılığı modeli içinde devlet çeşitli birimlere ayrılmıştır, her birimin ayrı ve bağımsız gücü ve sorumluluk alanları vardır. Ve de hukukun kuvvetlerin ayrılığı “iddiası”na yaslanan pozisyonu, gücünü iktidar karşısında uygulanmaya geçirmesi hâlinde mümkün olur ki, bu da teorik bir varsayımdır nihai kertede…

Çünkü kuvvetler ayrılığı ilkesi: Devletin üç ana işlevini (yasama, yürütme ve yargı) yerine getiren organların, tek bir kişinin elinde toplanmasını engellemek için düşünülmüştür. Bu yetkileri tekeline alan iktidarda “bağımsız yargı” olabilir mi?

Ya da “Anayasanın 2. maddesi demokratik hukuk devleti ilkesini, 7. maddesi yasama yetkisini, 8. maddesi yürütme yetki ve görevini, 9. maddesi ise yargı yetkisini düzenlemektedir. ‘Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.’ Mahkemelerin bağımsızlığını düzenleyen 138. maddeye göre ‘Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar, anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemeler ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz’,” ifadeleri ne kadar uygulanabilir? Hem de “Yargının yönetimine ilişkin Hâkimler Savcılar Kurulu’nun yapısını belirleyen, onu yürütme organının (partili cumhurbaşkanı) denetimine sokan anayasanın 138. maddesindeki hükümler, yargı bağımsızlığını bütünüyle ortadan kaldır”[61] dığı hâlde?!

Yeri geldi anımsatalım: 2024’de yeni Adalet Yılı Açılışı’nda ev sahibi Yargıtay, Türkiye Barolar Birliği-TBB Başkanı Erinç Sağkan’ın konuşmasının canlı yayınını engelledi. Böylece Yargıtay, savunmanın sesini kesti; olmaması gereken oldu!

Ayrıca yeni Adalet Yılı Açılışı’nda savunmanın sesini kesme eylemini tamamlayan bir olay daha yaşandı. Yargıtay Başkanı Ömer Kerkez, “milli hukuk sistemi” isteyerek, “Ülkemizin daha demokratik, daha özgürlükçü, daha çağdaş, daha kapsayıcı bir anayasaya ihtiyacı vardır. Yeni anayasamızın gerek hazırlık süreci gerekse içeriği itibarıyla bu ülkeyi seven herkesi kapsayıcı nitelikte olması son derece önemlidir. Avrupa hukukuna uyum sağlamaya çalışan bir görüntü yerine, Avrupa ve dünya hukukuna yön veren milli hukuk sistemimizi bir an önce tamamlamak için yoğun çalışmalar yapmamız gerekir,”[62] dedi!

“Hukukun da yerli ve milli”leştirildiği(?!) tabloda gün geçmiyor ki kısaca mafya olarak nitelendirdiğimiz çıkar amaçlı suç örgütlerinin liderleri ile yargı mensuplarının aynı karede olduğu fotoğrafları ve mafyalaşmış yargı mensuplarının öyküleri basında, sosyal medyada ve gazetelerde yer almasın. 

Yargı tarihinde yeni bir süreci yaşıyoruz. Yargı mensuplarının aidiyetleri (cemaat, siyasi görüş, mezhep, etnik kimlik), iktidara yakınlıkları veya kurul üyelerine yakınlıkları bir şekilde atama ve terfilerinde ölçüt olarak alınmaya başladı.[63]

İşte bu koşullarda hukuk(suzluğ)a ilişkin birkaç veri:

  1. i) Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan, darbe girişiminin ardından yargılandığı davada “ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezasına çarptırılan ve istinaf başvurusunda beraat ve tahliyesine karar verilen Korgeneral Metin İyidil’in tekrar gözaltına alınmasına yönelik eleştiriler hakkında, “Yargı camiamız için gerçekten çok çok üzücü bir adım olmuştur” diyerek ekledi: “İlginç olan şey şu; tabii bunların hepsinin talimatlarını da verdik, yani kararı veren kişi veya kişilerin de FETÖ’cü olması bu işin nerelere vardığını gösteriyor. Müebbet hapse mahkûm olmuş bir kişinin hemen tahliyesini verme gibi bir yola bir mahkeme nasıl gidebiliyor? Bu anlaşılabilir bir şey değil”![64]
  2. ii) Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un eşi Fatmanur Altun, kendisine hakaret ettiği iddiasıyla dava açtığı yurttaş beraat etti. Altun’un avukatı Sezgin Tunç, beraat kararı veren hâkim hakkında, “İdari, hukuki ve cezai tüm yolları sonuna kadar kullanacağız” dedi. Eşinin aleyhine karar çıkmasından bir gün sonra açıklama yapan Fahrettin Altun, yargıyı hedef alıp, “Demokrasi, insan hakları ve adalet idealleri doğrultusunda, elbette bağımsız Türk yargısı içine sızan, adaletin tesisi ve temini için çalışmak yerine ideolojik körlükle, örgütsel saiklerle ve vesayet hevesiyle hareket eden unsurlarla mücadele edeceğiz,” ifadelerini kullandı![65]

iii) İstanbul 11. Sulh Ceza Hâkimliği, Demirören-Kalyoncu ailelerinin düğününün yapıldığı Çırağan Sarayı önündeki yolun neden kapatıldığını sorması üzerine Cumhurbaşkanlığı korumaları tarafından darp edilen Avukat Sertuğ Sürenoğlu’nun gözaltına alınmasına ilişkin görüntülerin ortaya çıkması üzerine avukatlarının yaptığı “ev hapsi kararını kaldırın” başvurusunu skandal gerekçelerle reddetti. Sadece “Bir düğün için mi” dediği duyulan Sürenoğlu’nun görüntülerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret etmediğinin çok net olmasına karşın hâkimlik kararında, “Dosyaya sunulan tek taraflı kayıtta olayın ilk başlangıç hâlinin tüm yönleri ile ortaya konmadığı, kaydın nasıl elde edildiğinin de CMK delil sistematiği içerisinde bu aşamada ortaya konmadığı anlaşılmaktadır” denildi. Böylece yargı, olaya ilişkin en somut görüntüyü “delilden” saymadı![66]

  1. iv) Silahlı terör örgütü üyeliği suçlamasıyla yargılanan F.A’nın adli kontrol hükümleri[67] ve yurtdışına çıkış yasağı son buldu. F.A’nın, “Hacca gitmeye hak kazandığım için yurtdışına çıkış yasağım kaldırılmalı” başvurusunu görüşen mahkeme, tartışmalı bir karara imza attı. Isparta 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi kararında, “Sanığın yedi yıldır hacca gitmek için müracaat ettiği, 2019 kurasında hac kayıt hakkı kazandığı, kesin kaydını yaptırdığı, hakkındaki adli kontrol kararının kaldırılmaması durumunda hac görevini yerine getiremeyecek” denildi. Bir daha kayıt yaptırma şansı olmadığının sebep gösterildiği kararda, F.A’nın mağdur olmaması için adli kontrol şartı kaldırıldı![68]
  2. v) FETÖ’den gözaltına alınan ve serbest bırakılan eski ÖSYM Başkanı Ali Demir, Emniyet’teki işlemlerinin tamamlanmasının ardından 17 Nisan’da adliyeye sevk edilmişti. Demir’e, sorgusunda, FETÖ’nün üst düzey yöneticileri Şerif Ali Tekaalan ve Cemil Koca ile olan telefon irtibatı da sorulmuş, kendisi bunun, “öğretim üyeliği döneminde olduğunu” öne sürmüştü. İfade işlemi sonrasında soruşturma savcısının “silahlı terör örgütüne üyelik” suçundan tutuklanmasını istediği Demir, nöbetçi sulh ceza hâkimliğince serbest bırakılmış ancak kendisine “elektronik kelepçe takmak suretiyle konutu terk etmeme” adli kontrol şartı getirilmişti. Demir’in avukatlarının itirazı üzerine de sulh ceza hâkimliği, konutu terk etmeme şeklindeki adli kontrol şartını kaldırdı![69]

Bu ve benzerleri böyleyken; iktidarın yargıyı ve hukuku araçsallaştırdığını, kendi amaçları için kullandığı “sır” değilken; kimse “yargı bağımsızlığı”ndan söz edemez.

Kolay mı?

AYM’nin Hatay’dan milletvekili seçilen Can Atalay’a ilişkin verdiği hak ihlâli kararı iki kere Yargıtay’a takıldı.[70] AYM ve Yargıtay arasında gerçekleşen kriz bir rejim krizi ve hukuk skandalına dönüştü. Gezi Parkı ile Kobani davaları da yargının siyasallaşmasını gözler önüne serdi.

Hâl bu merkezdeyken; “Bağımlı yargı, hiçbir karanlığı aklayamaz,” diyen eski İzmir Barosu Başkanı Sefa Yılmaz, yürütmenin, yargı üzerindeki baskı ve tahakkümünün arttığını belirtiyor.[71]

O hâlde, bir kez daha hatırlatalım: Anayasa’da yer alan hukuk devleti (m.2), kuvvetler ayrılığı (m.6, 7, 8, 9), yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile hâkimlik teminatı (m.138, 139, 140) ilkelerine karşın, yargının yönetiminden sorumlu Hâkimler Savcılar Kurulu’nun (HSK) mevcut yapısı (başkanlığını adalet bakanının yaptığı kurul üyelerinin büyük çoğunluğu doğrudan ve dolaylı yöntemlerle partili cumhurbaşkanı tarafından belirlenmekte, m.159) itibarıyla yargı bağımsızlığı olanaksızdır!

 

TANIĞIN “GİZLİ”Sİ (OLUR MU?)!

 

“Bağımlı Yargı”nın made in Turkey versiyonuna bir de Robert Taft’ın, “Bu mahkemede bir intikam havası tütüyor. İntikamda ise gerçek adalet nadiren bulunur,” sözünü anımsatıp, “dubio pro reo”[72] ilkesini yok sayan “Gizli Tanık” saçmalığı eklenmiştir!

Ülkeyi temelinden sarsan siyasi davalar ve komplo davalarında başrolde hep “gizli tanık” var. Bir “gizli tanığın” ifadesi kadar inanılan hiçbir şey olmuyor bazen. Adeta kutsal kitap sözü! Açık kimliği ile denetlenebilir, sorgulanabilir tanık beyanlarının, hatta “olguların” üzerine konuluyor gizli tanığın beyanları.

Rejimi değiştiren davalarda da başrolde gizli tanıklar vardı. Karara esas alınmasalar bile servis edilerek kamuoyunun yönlendirilmesinde etkin olarak kullanılıyor ifadeler. Her ne kadar “gizli tanık” olmanın hukuki ve fiili avantajlarından faydalansalar da ne kimlikleri gizli ne de ifadeleri. Tüm yargıyı çürüten bir kara deliğe dönüşmüş durumda olmalarına karşın;[73] “Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasası’nda “Tanık Koruma Kanunu” 2007’de kabul edilerek, 2008’de yürürlüğe girdi. 

5726 sayılı Tanık Koruma Kanunu’yla devreye sokulan uygulama için Avukat Ercan Kanar, “Müvekkilimi cezaevinde ziyarete gittiğimde gizli tanığın söylediği tarih için ‘Ben o tarihte cezaevindeydim’ dedi. Cezaevine sorduk, bizi doğruladı. Gizli tanık adil yargılamaya atılan sis bombasıdır. Hukuku ortadan kaldırdı,”[74] dediği hâlin örneklerinden birisi de ÇHD’li avukatların davasında 141 davanın gizli tanığının varlığıdır.

Şaka değil, avukatlara dava açılmasında kilit rol oynayan gizli tanık İ.Ö’nün 141 ayrı davanın gizli tanığı olduğu ortaya çıktı. Silahlı yağma, bıçaklı saldırı gibi suçlardan hükümlü olan İ.Ö. SEGBİS ile dinlendiği duruşmada, “Ben çok mahkemede tanığım, bu hangi mahkeme bilmiyorum,” ifadelerini kullanmıştı![75]

Burada sözü ‘Demokrat Yargı’ eski Genel Sekreteri Defne Bülbül’e bırakalım:

“Gizli tanıklık kurumu, engizisyon yargılamalarının bir mirası olarak mahkûmiyet kararlarının en önemli delili olarak bugüne kadar geliyor. Engizisyon yargılamalarında soruşturmanın gizliliği esastı. Muhbirlerin ve tanıkların özellikle kimliklerinin gizlenmesi esasına dayanıyordu, sanıkların aleyhlerinde ifade veren kimselerin kimler olduğunu bilmeye hakkı yoktu. Bu suretle XIV. ve XVII. yüzyıl kesitinde 500 bin kişi engizisyon yargılamaları esnasında cadı avı olarak anılan süreçte öldürüldüler. Öldürülenlerin yüzde 85’i kadınlardan oluşuyordu. 

O dönemlerde kimlik bilgileri gizlenerek bir perdenin ardından ifade veren gizli tanıklar, bugüne geldiğimizde yine tanığın kimlik ve adres bilgileri gizli tutularak ve hatta tanık koruma kapsamında yüz ve kimlik değişikliğine de imkân verilerek, sesi ve görüntüsü teknik cihazlarla gizlenip değiştirilmek suretiyle varlıklarını mahkemelerde ortaçağdan kalan birer hayalet gibi devam ettiriyorlar.

Gizli tanıklık kurumu bizim sistemimize 2005’de 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun 58. maddesinde yapılan değişiklikle girdi. ‘Tanık olarak dinlenecek kişilerin kimliklerinin ortaya çıkması kendileri veya yakınları açısından ağır bir tehlike oluşturacaksa, kimliklerinin saklı tutulması için gerekli önlemler alınır’ demekte, güvenliğin sağlanması için alınacak önlemlerin ise kanunla düzenleneceğini ifade etmekteydi, bu maddeye bağlı olarak da 5726 sayılı Tanık Koruma Kanunu çıkartıldı. 

Geçmişten bugüne özellikle terör hukuku konusunda mazisi ve bugünü çok da sağlıklı görülmeyen, herkesin her an muhalif bir sözü, bir davranışı ile ‘terörist’ olma tehlikesi altında bulunduğu mevcut sistemde, cemaat dönemi yargısının tehlikeli enstrümanı olan gizli tanıklık kurumu hâlen davalarda operasyonel olarak hakikâti farklı dönemlerde farklı amaçlarla inşa etmeye yarayan araçlardan biri olmaya muktedir bir yapı olarak varlığını devam ettiriyor.”[76]

 

NİHAYET

 

Bertolt Brecht’in, “Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca/ ‘dur!’ diyen olmaz artık,/ Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez oluverirler./ Çekilen acılar dayanılmaz olunca duyulmaz artık/ hiçbir çığlık. Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağar,” dizeleriyle betimlenebilecek hukuk(suzluk) hâlinde, Giordano Bruno’nun, “Yaşamı ben de çok seviyorum; fakat gerçeklerim bunun üstündedir”; Selçuk Kozağaçlı’nın, “Ben kendimi her zaman bu halkın çocuğu hissettim, onlara borcu olan biri olarak hissettim,” sözleriyle müsemma mücadelenin yükseltilerek, toplumsallaştırılmasından başka bir yol yoktur; olamaz da.

N O T L A R

[*] Görüş, Mart 2025…

[1] Émile Zola, Gerçek, çev: Erdoğan Alkan, Altın Kitaplar, 1973, s.419.

[2] Carlos Fuentes, Friedrich Balkonunda, çev: Süleyman Doğru, Can Yay., 2015, s.139.

[3] Rosa Luxemburg, Rus Devrimi, çev: Cangül Örnek, Yazılama Yay., 2009.

[4] Frank Herbert, Dune Sapkınları, çev: Dost Körpe, Kabalcı Yay., 2011.

[5] Yazgülü Aldoğan, “Keşke Hukuk Üstün Olsa!”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2021, s.5.

[6] Timur Soykan, “Çürüyen Yargı”, Birgün Pazar, 5 Kasım 2023, s.9.

[7] Barış Terkoğlu, “Yargıdaki Rüşvet Bataklığının Belgeleri”, Cumhuriyet, 11 Mart 2024, s.3.

[8] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Avrupasızlaştırma-3”, Birgün, 24 Şubat 2022, s.10.

[9] “Yargıda Reform” denen ama her seferinde, yeni haksızlık ve hukuksuzlukların da önünü açan yargı paketlerinin sonuncusu da 12 Mart 2024 tarihli ve 32487 sayılı Resmi Gazete’de yayımlandı. Bu “yargı paketinde”, “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek”, ayrı bir suç olarak düzenlenmiş. “Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi”, ayrıca beş yıldan on yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacak.

Bilindiği gibi Türk Ceza Kanunu’ndaki bu madde, muğlak olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Şimdi iktidar bu maddeyi yeniden yürürlüğe sokuyor. Böylece hem Anayasa Mahkemesi kararını hiçe sayıyor hem de herkesi, her an, her yerde, her sözünden veya yazısından dolayı hapse atmak tehdidini devam ettiriyor. (Emre Kongar, “Hukuk Devleti ‘Guguk’ Derken!”, Cumhuriyet, 17 Mart 2024, s.2.)

[10] Öner Bulut, “Hukukun Yozlaşmasının Nedenleri”, Cumhuriyet, 18 Kasım 2023, s.2.

[11] Emre Kongar, “İki Yüz Değil, İki Bin Yıl Öncesine Götürülüyoruz”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2024, s.2.

[12] Emre Kongar, “Adalet Çökünce Devlet de Çöker!”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2024, s.2.

[13] Mustafa Karadağ, “Hukukun En Büyük Düşmanı Keyfiliktir”, Birgün, 8 Mayıs 2024, s.10.

[14] “Yargının Hâli Rejimin Özeti”, Birgün, 29 Ocak 2022, s.7.

[15] “Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk: Türkiye’de Verilen Yargı Kararlarının Yüzde 99’u Geçersizdir”, 30 Mayıs 2024… https://t24.com.tr/haber/yargitay-onursal-baskani-sami-selcuk-turkiye-de-verilen-yargi-kararlarinin-yuzde-99-u-gecersizdir,1167244

[16] Selin Nakıpoğlu, “İşkenceye Sıfır Tolerans”, Birgün, 28 Eylül 2024, s.8.

[17] İpek Özbey, “Dualı Açılışa Tepki”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2021, s.5.

[18] “AKP İktidarının 15 Yıllık İnsan Hakları Raporu Yayınlandı”, Evrensel, 18 Mayıs 2018, s.4.

[19] Kemal Anadol, “FETÖ’cü Çetenin Hukuk Cinayeti”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2022, s.2

[20] “… ‘FETÖ Borsası’nı Kamuoyuna Duyuran Muhabirimiz Hakkında Dava Açıldı”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2019, s.11.

[21] “Zindaşti’yi Tahliye Eden Hâkime Rüşvet Davası”, Cumhuriyet, 18 Mart 2021, s.12.

[22] “36 ÖDP’liye ‘Bardakçı’ Soruşturması Başlatıldı!”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2019, s.4.

[23] Seyhan Avşar, “ÇHD’ye Karşı Dava Üstüne Dava Açılıyor”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 2021, s.10.

[24] Emin Çölaşan, “Al Sana 91 Adet Hukuk Fakültesi”, Sözcü, 12 Nisan 2022, s.5.

[25] Osman İnci, “Yargı Krizinin Anımsattıkları”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2023, s.2.

[26] “2018’de Her Beş Kişiden Birinin Hakkında Soruşturma Yürütüldü”, 31 Mayıs 2019… https://t24.com.tr/haber/2018-de-her-bes-kisiden-birinin-hakkinda-sorusturma-yapildi,823834

[27] Müzeyyen Yüce, “İçişleri 5 Yılda 20 Bin Davada Mahkûm Oldu”, Birgün, 16 Ekim 2021, s.6.

[28] “Hukuksuzluk AİHM Başvurularına Yansıdı”, Birgün, 26 Ocak 2022, s.9.

[29] AYM üyesi Engin Yıldırım muhalefet şerhinde Kafka’nın Dava romanına atıf yaparak, “Joséf K. Kendisini aniden bir hukuk sarmalının ve labirentinin içinde bulmuştu; Joséf K. Bir hukuk devletinde yaşıyordu” ifadelerine yer verdi. (“AYM’nin Kavala Kararında, Kafka’nın Romanına Atıf Yapıldı”, Birgün, 24 Mart 2021, s.8

[30] Hüseyin Şimşek, “Hukuksuz Kararlar Verilere Yansıdı”, Birgün, 27 Şubat 2022, s.5.

[31] Sefa Uyar, “Yargı Bağımsızlığına Darbe”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2023, s.9.

[32] Mustafa Bildircin, “Cumhurbaşkanı’na Hakaret Davası 2022’de Rekor Kırdı”, Birgün, 9 Nisan 2023, s.8.

[33] Mustafa Bildircin, “Konuşana da Yazana da Ceza”, Birgün, 22 Mayıs 2023, s.9.

[34] “Freedom House: Türkiye’yi Özgür Olmayan Ülkeler Arasında”, Evrensel, 17 Ocak 2018, s.4.

[35] “Türkiye’ye Çok Ağır Eleştiriler!”, Cumhuriyet, 13 Mart 2020, s.8.

[36] “İhlâl Yoksa Bunlar Ne?”, Birgün, 13 Ocak 2019, s.8.

[37] Emre Kongar, “Adalet Devrimi Yapan Türkiye’nin Dünya İkinciliği ve Kılıçdaroğlu’nun Ziyareti”, Cumhuriyet, 5 Mart 2021, s.2.

[38] Hicri İzgören, “Eleştiriyi Susturmak”, Yeni Yaşam, 28 Ekim 2021, s.15.

[39] “Yürütmenin Tecavüzü”, Cumhuriyet, 28 Ocak 2014, s.9.

[40] Duygu Güvenç, “Benzersiz Sansür”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2015, s.14.

[41] “Üç Ayda 178 Haber, 101 Site, 40 Twitter Hesabına Sansür”, Birgün, 23 Ekim 2015, s.10.

[42] Alican Uludağ, “Bir Yılda 18 Bin Site Kapatıldı”, Cumhuriyet, 29 Kasım 2014, s.8.

[43] “AKP’nin Sansür İnadı”, Cumhuriyet, 26 Aralık 2014, s.5.

[44] Kemal Göktaş, “Facebook’tan Müebbet”, Cumhuriyet, 28 Nisan 2017, s.6.

[45] “Leman Sam’ın Bir Yıl Hapsi İsteniyor”, Birgün, 30 Mart 2015, s.14.

[46] Alican Uludağ, “Redhack’te 9 Ay Hapis, 3 Yıl Dava: Sonuç Beraat”, Cumhuriyet, 17 Mart 2015, s.13.

[47] “Kabaş: Hâkim Tweetimi İfade Özgürlüğü Kapsamında Değerlendirdi”, Cumhuriyet, 31 Aralık 2014, s.8.

[48] Tuğba Özer, “Eğitim-Sen Üyesi Öğretmene, Sosyal Medya Paylaşımlarından Ceza”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2020, s.6.

[49] Mustafa Karadağ, “Danıştay’da Yargı Bağımsızlığı Yerle Yeksan Edildi”, Birgün, 14 Mayıs 2022, s.13.

[50] Ayşe Sarısu Pehlivan, “Bağımsız ve Tarafsız Yargı Hayali”, Birgün Pazar, Yıl:19, No:798, 26 Haziran 2022, s.9.

[51] Nurcan Bilge Gökdemir, “Hukukun Değil, Saray’ın Dediği Olur”, Birgün, 9 Ağustos 2024, s.5.

[52] Yekta Güngör Özden, “Yansızlık (Tarafsızlık)”, Sözcü, 30 Mayıs 2022, s.12.

[53] Sena Tufan, “Durakoğlu: Hukuk Devletinden Uzaklaşıyoruz”, Cumhuriyet, 5 Nisan 2022, s.9.

[54] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Baskıcı Yönetimler ve Dirençli Yargıçlar”, Birgün, 8 Ocak 2024, s.8.

[55] Emre Kongar, “Yargıdaki Çürüme, Devletteki Çöküş”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2023, s.2.

[56] Hamdi Yaver Aktan, “Yargıçlar Devletin Hukuk Düzenini Kurtarabilirler”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2022, s.2.

[57] Musa Tekin, “Yargının Mali ve İdari Bağımsızlığı”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2023, s.2.

[58] Erol Türk, “Yargıcın Ahlâkı Vicdanıdır”, Cumhuriyet, 9 Aralık 2022, s.2.

[59] Sami Selçuk, “Çağrı… Hukuka Dönelim Yargılama Erkine ve ‘Suçsuzluk Karinesi’ne Saygılı Olalım”, Karar, 2 Aralık 2022, s.11.

[60] İbrahim Ö. Kaboğlu, “Adli Yıl ve Yargılanma Hakkı”, Birgün, 5 Eylül 2024, s.6.

[61] Enver Kumbasar, “Yargıç ve Vicdanı”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2022, s.2.

[62] Yakup Kepenek, “Hukukun Sonu”, Birgün, 8 Eylül 2024, s.6.

[63] Bülent Yücetürk, “Mafyalaşan Yargı”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2022, s.2.

[64] “Erdoğan’dan Korgeneral İyidil’e Beraat Tepkisi”, 19 Ocak 2020… https://t24.com.tr/haber/erdogan-berlin-ziyareti-oncesinde-aciklamalarda-bulunuyor,856639

[65] “Fatmanur Altun’un Aleyhine Karar Veren Hâkim İçin Harekete Geçildi”, Cumhuriyet, 2 Nisan 2021, s.12.

[66] Alican Uludağ, “Hâkim, O Görüntüleri Delilden Saymadı”, Cumhuriyet, 3 Mayıs 2019, s.6.

[67] Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Denetimli Serbestlik Daire Başkanlığı, Haziran 2018 istatistiklerini paylaştı. Buna göre haziran ayı itibariyle 435 bin 521 kişi denetimli serbestliğe tabii durumda. Bunların 13 bin 460’ı çocuk. Denetimli serbestliğin uygulandığı dosya sayısı 590 bin 342. Denetimli serbestliğin bir türü olan ‘adli kontrol’ ise Haziran 2018 itibariyle 384 bin 408 dosyada uygulanıyor. 536 dosyada ise “Hükmün açıklanmasının geri bırakılması” uygulanıyor. Önceki Haziran ayında 442 bin 506 kişi denetimli serbestliğe tabii durumdaydı. Bunların 13 bin 520’si çocuktu. Denetimli serbestliğin uygulandığı dosya sayısı 583 bin 83’tü. “Adli kontrol” ise Mayıs 2018 itibariyle 379 bin 100 dosyada uygulanıyordu. (Erdi Tütmez, “435 Bin Kişi ‘Denetimli Serbestlik’ Kıskacında”, Evrensel, 13 Temmuz 2018, s.4.)

İHD eski Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, rakamların, toplumun ne kadar baskı altında olduğunu gösterdiğini ifade ediyor: “O kadar çok baskıcı politikalar uygulanmış ki neredeyse toplumun tamamı kontrol altında. İktidar, kendisi gibi düşünmeyen, kendisi gibi davranmayan tüm kesimleri farklı adli mekanizmalarla kontrol altına almış. Bu rakamlara yakın belki bir Rusya, bir de Çin vardır; onların da ne kadar otoriter rejimlerle yönetildiğini biliyoruz.” Denetimli serbestliğe tabii tutulan kişilere cezaevlerinde bulunan tutuklu ve hükümlüler de eklendiğinde sayının bir milyona yaklaştığını söyleyen Türkdoğan, “Endişe verici bir sayı. Bu kadar insan devlet kontrolü altında!” diyor. (Erdi Tütmez, “442 Bin 506 Kişi Denetimde: Denetimli Serbestlik Prangası”, Evrensel, 8 Haziran 2018, s.4.) 

[68] Hüseyin Şimşek, “KHK’lilere Yurtdışı Yasağı Sürerken… Örgütten Yargılanan Sanığa Hac İzni”, 26 Mayıs 2019… https://www.birgun.net/haber-detay/khklilere-yurtdisi-yasagi-surerken-orgutten-yargilanan-saniga-hac-izni.html

[69] Alican Uludağ, “FETÖ Şüphelisi Eski ÖSYM Başkanı’nın İşaret Ettiği ‘Önemli İsimler’ İfade Tutanağına Girmedi”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2019, s.4.

[70] Yargıtay 3. Ceza Dairesi, AYM’nin Can Atalay hakkında verdiği ikinci hak ihlâli kararına uyulmaması yönünde hüküm verdi. Kararda, AYM kararının “hukuki değerinin olmadığı” belirtildi. Kararda, Pakistan Anayasa Mahkemesi’nin eski Başbakan İmran Han hakkındaki kararına da atıf yapıldı. Yargıtay 3. Ceza Dairesi, AYM’nin Can Atalay’a yönelik 25 Ekim tarihli ilk hak ihlali kararını da tanımamıştı. Yargıtay ayrıca, 25 Ekim tarihli kararda hak ihlâlinin kabulü yönünde oy kullanan AYM üyeleri hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunma kararı almıştı.

[71] Kayhan Ayhan, “Bağımlı Yargı Hiçbir Karanlığı Aklayamaz”, Birgün, 19 Eylül 2023, s.9.

[72] Latince in “dubio pro reo” olarak ifade edilen, “şüpheden sanık” yararlanır ilkesinin tarihsel açıdan doğuşu ve gelişimine bakıldığında, klasik dönem öncesi Roma hukuku kaynaklarında bu ilkeye açıkça yer verilmediği, ancak benzerlik gösterecek şekilde başka ilkelerle birlikte ele alındığı görülmektedir. Klasik dönem ve sonrasında ise Trajan (Roma İmparatoru) tarafından mahkemede jüri önünde söylendiği iddia edilen “kuşku içeren unsurların varlığı hâlinde cezalandırma söz konusu olamaz. Kusursuz bir kişinin cezalandırılması yerine kusurlu bir kişinin cezasız kalması daha iyidir” şeklindeki ifadelerin, Roma hukukunda dolaylı olarak şüpheden sanık yararlanır ilkesinin ilk kez ortaya konuluşu olarak kabul edildiği belirtilmektedir. (Koray Doğan, Ceza Muhakemesinde Belirsizlik Kuşkudan Sanık Yararlanır İlkesi, 2. Baskı, 2018, s.25.) Bahsi geçen ifadelerden, şüphe bulunması hâlinde kişi hakkında doğrudan beraat kararı verilmesi gibi bir sonuç çıkarılması mümkün olmamakla birlikte, şüpheden sanık yararlanır ilkesinin temelini bu ifadelerin oluşturduğu kabul edilmektedir. (Osman Can Başdemir, “Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi Nedir?”, 3 Şubat 2020… http://www.baskahukuk.com/supheden-sanik-yararlanir-ilkesi-nedir/)

[73] İlhan Cihaner, “Şeyleri Adıyla Çağırma, Yargıya Sızan Virüs”, Birgün, 25 Mayıs 2024, s.7.

[74] Yadigar Aygün, “Gizli Tanık Adalete Atılan Sis Bombası”, Yeni Yaşam, 16 Eylül 2020, s.8.

[75] “ÇHD’li Avukatların Davasında Savunmasız Ceza”, Cumhuriyet, 21 Mart 2019, s.6.

[76] Defne Bülbül, “Yargının Karanlık Süjesi: Gizli Tanıklık”, Birgün Pazar, Yıl:5, No:608, 4 Kasım 2018, s.8-9.

 

İlginizi Çekebilir

Sibel Özbudun: Çifte Sömürü; Hem Evde, Hem İşte
Greenpeace protestoları nedeniyle petrol şirketine 660 milyon dolar ödeyecek

Öne Çıkanlar