Temel Demirer: Ortadoğu’nun 2019 İsyan(lar)ı

Yazarlar

“İnsanları tarihlerinden uzak tuttuğunuzda kolaylıkla kontrol edilebilirler.”[2]   

Yerküreyi sarsan III. Büyük Bunalım ile eşzamanlı olarak imkân ile tehdit gündemin baş maddesini oluştururken; politik, ekonomik, toplumsal duruma (olanaklar ile olasılıklara) bakınca Mao Zedoung’un, “Gök kubbenin altında tam bir kaos var, koşullar çok iyi” sözünü anımsamamak mümkün değil.

Evet, dünyada gericilik Trump’tan Putin’e ve “dünya lideri” Erdoğan’a, Macaristan’da Viktor Orban’dan İtalya’da Salvini’ye, Hindistan’da Narendra Modi’den Brezilya’da Jair Bolsanaro’ya kadar geniş bir yelpazede yükselmesine yükseliyor; ama bu kadarla sınırlı değil; ötesi söz konusu; yükselen aynı zamanda başkaldırı da…

“İlginç zamanlarda yaşayasın,” diyen Çin bedduasındaki üzere, ilginç zamanların geçiş sürecinde yaşıyoruz; her yerde ve Ortadoğu’da da!

Emperyalistler arasındaki kapışmanın başat alanı olan coğrafyamız; XIX. yüzyılın deniz stratejisti Alfred Thayer Mahan tarafından -Arabistan ve Hint yarımadaları arasında kalan bölgeyi tanımlamak üzere- “Ortadoğu” olarak adlandırılmıştı.

Tarihin her döneminde uluslararası ilişkiler/ve denge(sizlik)ler açısından dünyanın önemli bölgelerden biri olan Ortadoğu, kolonyalistlerden emperyalistlere dek adaletsizliğe başkaldıran coğrafyadır. 

Örneğin Miha Hribernik ile Sam Haynes imzalı ‘Maplecroft’un, ayaklanmaların yaşanabileceği ülkeleri gösteren ‘Siyasi Risk Haritası 2020’ başlıklı çalışmasına göre, 2019’da Lübnan, Şili, Haiti gibi ülkelerde başlayan geniş çaplı halk ayaklanmaların artarak devam edeceği belirtilirken; 125 ülkenin 75’inde “halk ayaklanmaları riskinin artacağı” öngörülüp; kitlesel ayaklanmalara ilişkin “aşırı risk”in bulunduğu ülke sayısının 12’den 20’ye çıktığı kaydedildi.[3]

Gerçekten de gericilik tehdidinin yükselişi isyan imkânının da önünü açarken; Lübnan’daki kitlesel protestolarda haykırılan, “Zengin siyasileri yiyeceğiz, çünkü açız,” çarpıcı slogan altını çizmek istediklerimizin özeti gibi…

Lübnan’daki gösteriler sınıf öfkesinin en güzel dışa vurumu. Etnik, dinsel, toplumsal fay hatları üzerinden bölüştürülen ülkede kitleler tüm bu kimlik aidiyetlerini bir tarafa bırakarak omuz omuza mücadele veriyorlar. Hayat pahalılığı, ekonomik kriz ve yoksulluğun aynı potada erittiği on binlerin sınıf öfkesi giderek keskinleşti.

Benzer tablo Irak’ta da söz konusu. Tıpkı Lübnan gibi kimlik temelli parçalara bölünen ülkede aylardır devam eden gösteriler Şiî, Sünnî, Arap, Kürt, Êzîdî demeden bütün toplulukları aynı çatı altında buluşturuyor. Kaldı ki öfkenin sokakları, meydanları zapt ettiği sadece Ortadoğu coğrafyası değil. Şili’den Hindistan’a, Kolombiya’dan Güney Afrika’ya dört bir yanda benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz.

‘Oxfam’ın araştırmasına göre, yerkürede nüfusun yüzde 1’i en yoksul 6.9 milyar kişinin servetinin iki katına sahipken;[4] gelir adaletsizliğinin tırmandığı, açlığın, yoksulluğun, geleceksizliğin toplumlara dayatıldığı bir iklimde başka türlüsü de olamaz. Dünya genelindeki en zengin 2 bin 153 kişinin servetinin 4.6 milyar kişinin toplam servetini geçtiği, bu iki bin kişinin dünya nüfusunun yüzde 60’ından daha zengin olduğu bir sistemde kitlelere isyan etmekten başka yol bırakılmış değil.[5]

  1. AYRIM: “ORTADOĞU” DEYİNCE

 “Ortadoğu bol oyunculu[6] bir saha…”[7]

“Ortadoğu yangınına petrol döken dökene…”[8]

“Ortadoğu’da gittikçe yayılma eğilimi gösteren dağılma süreci korkuları artırıyor…”[9]

“Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki ‘olay alanı’ dinamikleri üç patlama noktasında enerji biriktirmeye devam ediyor: Irak savaşı ve Suriye iç savaşı, Libya’nın dağılması…”[10] 

“Ortadoğu’yu yeni felaketler bekliyor…”[11]

Üçüncü Dünya Savaşının hâlihazırdaki merkezi olan Ortadoğu…”[12] 

“Ufukta bir Üçüncü Dünya Savaşı görünmüştür. Kıvılcımın Ortadoğu’da parlaması da mümkündür,”[13] saptamalarıyla betimlenmesi mümkün Ortadoğu’nun hâlini kaos olarak tanımlayabiliriz…

Evet Ortadoğu’da kaos dinamikleri hızla güçleniyor. Aramco’nun petrol tesislerine yapılan geniş kapsamlı saldırıların askeri-siyasi sonuçları henüz tümüyle ortaya çıkmadı. İran-Suudi Arabistan gerginliğinin bu kanaldan akışı hızlandı. İran nükleer anlaşmanın koşullarından uzaklaşırken, iç politikasında ciddi siyasi belirsizliklerle uğraşan İsrail’de güvenlik bürokrasisi, giderek Irak, Lübnan, Suriye ve Gazze’de devam eden sınırlı operasyonlardan öte “bir şeyler yapmalı” noktasına yaklaşıyor.

Lübnan’da derin bir ekonomik kriz ülkedeki hassas siyasi dengeleri sarsıyor. Hizbullah ve İsrail arasındaki gerginlik ve sürtüşmeler tırmanıyor. Mısır’da Sisi rejimine muhalefet sık sık patlayarak tırmanıyor. Irak’ta, ülkenin esas olarak Şiî kesimden gençlik, ekonomik, demokratik haklar, özgürlükler talepleriyle sokaklarda, biber gazı ve ateş altında bir isyanı inşa ediyor. IŞİD ile ilişkilendirilmek istenmeyen Sünnî gençliğin bu isyana, sosyal medya üzerinden, hükümetin baskılarına, seri tutuklamalarına, yargısız infaz taktiklerine karşın destek vermeye devam ettiği aktarılıyor.

Suriye üzerinde kesişen birçok jeopolitik fay hattında gerginlik giderek artıyor.[14]

BBC’nin Orta Doğu Editörü Jeremy Bowen’in, “Ortadoğu’da olanların vekalet savaşı olduğunu söylemeyin. Bu artık, İsrail ile İran arasında doğrudan bir meseledir,”[15] notunu düştüğü koordinatlarda; İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, hükümetinin “savaşa” yol açsa bile “İran saldırganlığı” olarak adlandırdığı durumla yüzleşmeye kararlı olduğunu açıklıyor.[16]

“İran’a saldırı bölgesel savaşı ateşler,”[17] gerçeğini “es” geçmeden; “Amerikan emperyalizmi ve bölgedeki uşakları, İran’a ‘topyekûn savaş’ ya da tam teslimiyet seçeneklerini sunuyorlar. Savaş seçeneği tüm bölgeyi cayır cayır yakma potansiyeline sahiptir,”[18] uyarısı ciddiye alınmalıdır.

Çünkü “11 Eylül 2001’de ABD’nin İkiz Kuleleri üzerinde dev bir molotof gibi patlayan uçak saldırıları ile başlayan III. Emperyalist Paylaşım Savaşı, dünyanın genelini etkisi altına alarak sürüyor… Bugün yaşanan, III. Emperyalist Paylaşım Savaşı’dır. Başlangıç tarihi 11 Eylül saldırılarıdır. Savaşın odağında Ortadoğu olmakla birlikte, bütün dünya bir savaş alanına çevrilmiş ve emperyalistlerin tümü bir biçimde bu savaşa dâhil olmuştur.”[19]

I.1) DURUM (VE ARKAPLANI)

 Ortadoğu’nun bugünkü durumu “jeopolitik evrimin bir sonucu”yken; “Yeni Ortadoğu” 2003’te, ABD’nin Irak’ı işgaliyle doğdu. Temel karakteri de değişkenlik, belirsizlik. Saddam rejimi yıkılınca, “Pandora’nın kutusu” açıldı. İçinden neler çıkmadı ki? Türkiye’de laik cumhuriyet, siyasal İslâmın AKP rejimine dönüştü. İran’ın bölgedeki etkisi hızla arttı. Tarihi Şiî-Sünnî düşmanlığı hortladı. Radikal İslâmın ebeliğinde IŞİD canavarı doğdu. “Arap İsyanları”, emperyalist güçlerin bölgeyi şekillendirme hevesini yeniden kabarttı. Sonra Suriye iç savaşı, IŞİD’e karşı savaş, Kürtlerin yeni umutları… AKP rejiminin birbirini izleyen hataları sayesinde Rusya bölgeye inerek Suriye rejimini sahiplendi. Geldik bugüne…[20]

Bugün(ler)de, yine bir “Yeni Ortadoğu” şekilleniyor; hem de “yeni” aktörlerle: Yani ABD ile küresel çapta rekabet içinde olan iki büyük gücün, Rusya ve Çin’in, Ortadoğu’daki etkileri, birbirinden farklı ve adeta birbirini tamamlayan yollardan giderek artıyorken; Ortadoğu büyük güçler arası rekabetinin “paylaşım alanı” olarak, yeniden şekilleniyor. 

“Ortadoğu’da taşlar yine yerlerinden oynadı. Bu oynama, büyük bir savaşa, dünya ekonomisini de peşinden sürükleyecek, bir yıkıma yol açacak mı?”[21] sorusu eşliğinde Ortadoğu, hiç kuşkusuz, dünyanın en karmaşık, en değişken, hatta en patlayıcı bölgesidir; irili ufaklı ne kadar küresel aktör varsa hepsinin sahneye çıktığı küresel güçlerinin savaş alanıdır…

Evet, Ortadoğu, yıllardır büyük küresel güçlerin savaş alanı oldu. Ortadoğu’da yıllardan beri süren, merkezinde Suriye’nin olduğu bir güçler savaşı var. Suriye’deki kaos, çıkarları olan güçler adına kimi unsurlarla sürdürülen bir savaş olduğu için “vekalet savaşı” olarak adlandırıldı. Artık “vekillerin” değil, doğrudan “asillerin” de kendini gösterdikleri bir kapışma alanına dönüştü. Şimdi artık irili ufaklı ne kadar küresel aktör varsa, Suriye’deler. ABD, Rusya, Fransa, İngiltere, Suudi Arabistan, Türkiye…

Neden peki? Ortadoğu’dan yapılan silah alımları, küresel silah alımının yüzde 32’sini oluşturuyordu da ondan. Tek değilse de ilk neden bu. Başka nedenler de var kuşkusuz. Genel olarak ABD’nin Ortadoğu politikası hakkındaki bilgilerimizi tazelemek yararlı olabilir. Ortadoğu’da petrol siyasetine dalmış ilk emperyal güç, yani İngiltere, ilk kez 1914’ün sonuna doğru, güney Irak’ta Basra’ya komşu İran’dan gelen petrol kaynaklarını korumak için Ortadoğu’dadır. Amerika Birleşik Devletleri Ortadoğu petrolüne ya da bölgeye ilişkin emperyal planlardan henüz uzaktır. O sırada daha çok Latin Amerika ve Karayipler’e, Doğu Asya ve Pasifik’e yönelik bir ilgisi vardır. Hatta öyle ki, İngiltere, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasını teklif ettiğinde, dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson bunu reddedecektir. ABD’nin Ortadoğu’ya dalışı Truman yönetimi sırasında başladı, günümüzde de devam ediyor bu.

  1. Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği’ne karşı askeri kaynak aktarma ve İran petrolünü korumaya yardım etmek için İran’a Amerikan birlikleri Truman döneminde yerleştirildi. 

1953-1960 dönemdeki Dwight Eisenhower yönetimi Orta Doğu politikasını üç büyük olayla şekillendirdi. 1953’te Eisenhower, CIA aracılığıyla, ülkesinde millileştirmeler yapan, böylelikle ABD çıkarlarını tehlikeye sokan Başbakan Muhammed Musaddık’ı devirdi. ABD’nin Ortadoğu’ya fazla karışmadığı bir dönem olarak Kennedy dönemi gösterilir. Kennedy de bölgeye ekonomik yardım (!) aktardı. Jimmy Carter döneminde (1977-1981) ABD’nin Ortadoğu politikasındaki en büyük zaferi İsrail ile Mısır arasında yapılan Camp David Anlaşması (1979) oldu. 

Ronald Reagan dönemi (1981-1989) boyunca, ABD İsrail’in işgali altındaki topraklarda Yahudi yerleşimlerinin genişlemesini destekledi. 1980-1988 İran-Irak Savaşı’nda Saddam Hüseyin’e destek verdi, buradaki motif, Saddam’ın İran rejimini istikrarsızlaştırıp İslâm Devrimi’ni yenebileceğine inanılmasıydı. George. W. Bush döneminde (1989-1993) ABD on yıl boyunca destek verdiği Saddam Hüseyin’e karşı, Kuveyt’i işgal edişinden sonra, Çöl Kalkanı Operasyonu başlatıldı. 

Clinton yönetiminde (1993-2001) ABD, İsrail ile Ürdün arasındaki 1994 barış anlaşmasına aracılık etti. Clinton’un Ortadoğu’ya yoğun ilgisi 1993’te Oslo Anlaşması’nın kısa ömürlü olmasıyla ve Aralık 2000’de Camp David anlaşmasının çöküşüyle artmış oldu. George W. Bush ile oğul Bush (2001-2008) döneminde ABD, 11 Eylül saldırılarından sorumlu tuttuğu El Kaide’nin sığındığı Afganistan’a Taliban rejimini devirmek için Ekim 2001’de operasyon düzenledi. Bush 2003’te “teröre karşı savaş”ı Irak’a kadar genişletti. Saddam Hüseyin’in devrilmesine yol açan operasyon süreci başlamış oldu. ABD’nin Ortadoğu serüveni en özet hâliyle bu. 

Her şey sanıldığı gibi “Arap Baharı” ile başlamadı. Hatırlayalım; “Bahar” sürecinden çok önce ABD’nin Ortadoğuyu yeniden “tasarlamayı” planladığı, Bush dönemi Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın “Ortadoğu’da harita yeniden çizilecek” sözleriyle duyurulmuştu. İran’ı etkisizleştirmek, ABD ile iyi geçinen bir ılımlı İslâm yaratmak, Ortadoğu’yu hem askeri hem de ekonomik anlamda kendisine bağlı pazar hâline getirmek bu planın ana hatlarını oluşturuyor. 

Suriye’ye yönelik “ilgi”nin asıl nedeni şu: Arap Gazı projesi. Mısır, Sudan, Ürdün üzerinden Suriye’nin Humus bölgesine oradan da Antep’e kadar uzanan bir doğalgaz hattı oluşturulacaktı bu projeye göre. Proje uyarınca güneydoğu Anadolu’nun en büyük gaz toplama rafinerileri bölgede inşa edilecekti. Hem Türkiye’nin güneydoğu vilayetlerine doğalgaz sevkıyatı buradan yapılacak, Yumurtalık bölgesine aktarılacak olan doğalgaz, buradan da Avrupa pazarlarına sunulacaktı. Bu, ABD ile batılı petrol tekellerinin çıkarlarına aykırı bir projeydi. Çıkarılan krizle bu proje hayata geçirilemedi. ABD bunu önleyen güçtü. 

ABD’li yetkililere sorarsanız Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad yönetimi, “Arap dünyasında uluslararası terörizmin en büyük destekçisi”. Sadece bununla kalmayıp aynı zamanda “tüm dünyada uluslararası terörizmin diğer büyük destekçisi İran İslâm Cumhuriyeti rejimi ile de pek uyumlu”. Bu nedenle “hem dünya barışı” hem de “ABD’nin güvenliği” adına Suriye’de. Sıradan ABD’li için pek ikna edici olan bu gerekçelerin hiçbirinin dayanağı yok tabii ki.

Başka? ABD’nin küresel çaptaki silah satışının son beş yılda yüzde 25 arttığını anımsatarak, yaptığı silah ihracatının yaklaşık yarısının Ortadoğu’ya yönelik olduğunu söyleyeyim. Suudi Arabistan, ABD’den silah alan en büyük ikinci ülke… ‘Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) açıklamasına göre, 2013 ile 2017 yılları arasında küresel silah satışı önceki beş yıllık döneme kıyasla, yüzde 20 oranında artmış. Dünyanın en büyük silah ihracatçısı olan ABD, bu iki dönem arasında çoğu Ortadoğu’dan olmak üzere 98 ülkeye silah sattı. Bu küresel silah satışının üçte birinden fazlası demek!

Dünyanın ikinci en büyük silah ihracatçısı olan Rusya’nın toplam silah satışında yüzde 7.1 düşüş görülmüşken, ABD silah satışı Rusya’nınkilere göre yüzde 58 daha fazla. Ortadoğu’ya silah satan Fransa, Almanya ve Çin de ilk beş ihracatçı arasında yer alıyor. İngiltere de altıncı büyük silah ihracatçısı. Ortadoğu hepsi için bulunmaz bir pazar. ABD’nin bölgede istikrarsızlıklara, dolayısıyla bölge ülkelerinin birbirlerine güven duymamaktan kaynaklanan silahlanmaya dönük savunmacı politikalarına ihtiyacı var. Sadece bu değil tabii ki. Bölgedeki enerji koridorlarında söz sahibi olmak, buraları Rusya ile Çin’e kaptırmama politikası da var. Suriye’de ABD karşıtı bir yönetim ABD için istenen bir durum değil. Suriye’de ABD ya da Suudi destekli, İsrail’in de benimseyeceği bir rejimin kurulması ABD için bu koridorlara sahip olması açısından büyük avantaj. ABD’nin neden Suriye’de olduğunun bir diğer gerekçesi de bu.

Rusya, Sovyetler Birliği iken, Yom Kippur Savaşı olarak da bilinen 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail’e karşı savaşan, Suriye başta olmak üzere Arap kuvvetlerinin destekçisi oldu. 1990 yılında, Güney Yemen ile Kuzey Yemen’in birleşmesiyle o bölgedeki önemli müttefikini, Güney Yemen’i kaybetti.

Bölgedeki artan ABD nüfuzu, Sovyetler Birliği’nin bölgedeki kontrolünü daha da kötüleştirdi. 1991’de Sovyetler Birliği’nin hukuki varlığı sona erdiğinde Ortadoğu’daki Rus etkisi büyük oranda geriledi. Nice sonradır ki Rusya bölgeye, Amerika’ya alternatif bir silah tedarikçisi olarak geri döndü. 2006 ve 2009 arasında Rusya’nın en büyük silah alıcıları Ortadoğu’daydı. “Arap Baharı” Ortadoğu’da silah talebini artırırken Rusya’nın Ortadoğu ülkeleri olan müşterileri, özellikle alımlarını yüzde 600 artırmış olan Suriye, silah talebini daha da artırdı. Muhammed Mursi hükümetinin devrilmesiyle Rusya, Mısır ile de anlaşmalar imzaladı.

Rusya ile Suriye ilişkileri zaman zaman gerginleşse de hep müttefiktiler. Bu ilişki yıllar önce, imzalanan askeri sözleşmelere dayanıyordu. İlişkileri, Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’nin Esad’ı görevden alma kararını veto etmesinden sonra 2010’da daha da güçlendi. O zamandan beri, Rusya Suriye’nin en güçlü destekçisiydi.[22]

Hâlen “Ortadoğu’da eksen arayışlarının merkezi Suriye”yken;[23] ülkedeki durum Ortadoğu’da “Pax-Americana”yı tartışmalı bir hâle getirdi.

I.2) “PAX-AMERICANA” GERİLERKEN

 Evet, “Pax-Americana” yani Amerikan Barışı, ABD emperyalizminin II. Dünya Savaşı’nın ardından Roma İmparatorluğu’ndan esinlenerek dayattığı düzenin adıydı. Tıpkı Roma gibi Amerikan emperyalizmi de “barış” adı altında yerkürenin dört bir tarafına kaos ve istikrarsızlık taşıdı. Kendi diliyle, kendi yasalarıyla, kendi adetleriyle ve tabii ki büyük askeri gücüyle egemenlik kurmaya çalıştı.

Artık bu düzenin de sonuna gelinmek üzere. ABD artık eski gücünde değil. II. Dünya Savaşı sonrasında dünya kapitalizminin hegemon ülkesi hâline gelen ABD büyük bir hızla irtifa kaybediyor. O tarihlerde dünya ekonomisinin yarısına hükmeden ABD, bugün küresel üretimin ancak yüzde 18’ini gerçekleştirebiliyor. Sarsılan ekonomik gücüne paralel olarak politik, ideolojik ve askeri etki gücünde de aşınma yaşıyor.

Bu sebepledir ki devasa askeri gücüne rağmen istediği oyunu eskisi gibi oynayamıyor. Bunun verdiği sıkıntıyla giderek daha fazla şiddet, güç ve baskıya başvuruyor. BM’ye üye 192 ülkenin 132’sinde çeşitli büyüklükte irili ufaklı askeri güç, 40 ülkede üs barındırması da bundan dolayı… 

“Pax-Americana”nın yerini “Pax-Russiana” mı alıyor? Gerileyen bir gücün yerini başka aktörlerin alması işin doğal kanunu… Amerika’nın boşluğunu da hâliyle başka aktörler dolduruyor. Rusya da bu güç merkezlerinden en dominant olanı…

Suriye ve Libya’da “Pax-Rusya”nın izlerini görmek mümkün… Küresel, bölgesel güç mücadelesinde “artık ben de varım” diyen Moskova, diğer çatışma bölgelerine de sirayet edecek gibi. ABD’nin yerini en azından Ortadoğu, Afrika ve Orta ve Güney Asya’da Rusya alabilirdi.[24]

Kolay mı? Ortadoğu’daki “kanlı manzaranın derinleşerek devam etmesi”nin baş müsebbibi Trump’lı ABD emperyalizmidir.[25]

“Trump yönetiminin ne zaman ne yapacağı pek belli değil”ken;[26] Suriye planları yolunda gitmeyen ABD öncülüğündeki cephe,[27] savaşı Ortadoğu’ya genişletme hamleleri yapıyor. ABD Başkanı Donald Trump’ın kabinesindeki yeni “şahinler” yerlerini “Suriye’den çekilmeyiz, İran’ı etkisizleştireceğiz,” diyerek aldılar…[28] 

Ortadoğu’da askeri ilerleyişini ve etkisini artıran İran’a karşı gelişen Suudi Arabistan-İsrail yakınlaşması sürüyorken; ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence, bölgede değişen dengelerin Suudi Arabistan ve İsrail’in çıkarlarını birbirine yakınlaştırdığı vurgusuyla, “Ortadoğu’da değişim rüzgârları esiyor. Uzun süredir düşman olan ülkeler ortak olmaya başlıyor. Eski düşmanlar işbirliği için yeni zemin buluyor” ifadelerini kullanıp, “İran, Irak, Suriye ve Lübnan’da etkisini artırmaya çalıyor. IŞİD’in yenilgisinin İran’ın zaferi olmasına izin vermeyeceğiz,” dedi.[29]

‘The Washington Post’ da, Amerikan askerlerinin Suriye’de “belirsiz” bir süre kalacağı ve yeni hedefin “İran” olduğunu yazarken;[30] ‘Brookings Enstitüsü’nün direktörlerinden Ömer Taşpınar, “Trump, İran’ı zayıflatarak Irak’tan çıkmak istiyor,”[31] diye ekledi.

Aslı sorulursa Zbigniew Brzezinski, 1998’de kaleme aldığı ‘The Grand Chessboard/ Büyük Satranç Tahtası’[32] başlıklı yapıtında bugünlerin karmaşık Ortadoğu’sunu tanımlamıştı.

Özellikle 2000’li yılların başından bugünlere çeşitli aşamalardan geçen Ortadoğu sorunu, sadece Irak ve Suriye sorunu değildi. ABD Başkanı George Bush’un dış işleri Bakanı Condoleezza Rice, 7 Ağustos 2003’de ‘The Washington Post için kaleme aldığı ‘Transforming The Middle East/ Ortadoğu’yu Dönüştürmek’ başlıklı makalesinde, “Ortadoğu’da sadece rejimlerin değişmesiyle yetinilemeyeceğini, 22 ülkenin de sınırlarının ve haritalarının değişeceğini” açıklayıp ekliyordu:

“Toplam 300 milyon insanın ve 22 ülkenin bulunduğu Ortadoğu’nun bütün yıllık geliri 40 milyon nüfuslu İspanya’nın gerisinde. Önde gelen Arap aydınlarının, siyasi ve ekonomik ‘özgürlük açığı’ dediği şey yüzünden…

Saddam rejiminin sonu, bölge çapında zaten başlamış olan ilerlemeye de hız kazandırdı…

Saddam’ın cani rejiminin yerine, adil, insani ve demokratik ilkelere bağlı bir Irak yönetimi kurulduğunda daha da büyük fırsatlar ortaya çıkacak. Nasıl demokratik bir Almanya, bugünkü bütünlüklü, özgür ve barış içindeki yeni Avrupa’nın dinamosu olduysa, değişmiş bir Irak da, nefret ideolojilerinin yayımlayacağı çok farklı bir Ortadoğu’nun temel unsuru hâline gelebilir… Bu işten vazgeçmeyeceğiz!”[33]

Evet ne olduğu tarihinden yakinen bilinen[34] ABD emperyalizminin Ortadoğu’da 60 bine yakın askeri var. Yedi Ortadoğu ülkesinde askeri üsleri var. Pentagon’un 2017 Kasım’ın da yayınladığı rapora göre, bölgedeki ABD’li asker ve sivillerin sayısı 54 bin 180’di.[35] 

 

ABD’NİN HANGİ BÖLGELERDE NE KADAR ASKERİ BULUNUYOR?[36]
AFGANİSTAN Yaklaşık 3 bin insanın hayatını kaybettiği 11 Eylül saldırılarının ardından ABD askeri olarak Afganistan’a müdahale etti. Saldırı, ABD için Ortadoğu’ya yakın bulunan bir yerde konumlanmasına zemin hazırladı. Birleşik Devletler, Taliban yönetimini indirmesine rağmen, Taliban güçlü bir isyancı güç olarak kaldı ve savaştan 18 yıl sonra bile bölgeleri geri almayı başardı. Trump Başkanlığı ardı ardına Katar’ın başkenti Doha’da Taliban yetkilileriyle diplomatik görüşmeler yaptı. Görüşmeler devam eden şiddet eylemlerinden dolayı kesilse de, ABD yaklaşık olarak 14 bin askeri geri çekmeyi değerlendirdi. Ardından ABD’nin Afganistan’daki en büyük üssüne yapılan saldırıdan sonra barış görüşmeleri masada kaldı ve ABD bölgeden çekilmeyi durdurdu.
BAHREYN ABD II. dünya savaşından beri Bahreyn’de askeri varlığını sürdürmeye devam ediyor. 7 bin ABD askeri Bahreyn’e konuşlanmış durumda. Bahreyn’i yılladır yöneten, Sünnî Müslüman monarşi sürekli İran’ın ülkedeki Şiî nüfus üzerindeki etkisinden dolayı kaygılandığını açıklıyor ayrıca Bahreyn Pers Körfezi’nde (Basra) devriye atmak için ABD öncülüğünde oluşturulan koalisyona ilk katılan ülkelerden. Bir askeri yetkili Newsweek’e yaptığı açıklamada, İran’dan gelen ABD’nin en yakınının Bahreyn’de olan bölgede bulunan 35 askeri üssünün hedeflendiği söyleminin ardından, Birleşik Devletler’e ait Patriot füzelerinin tetikte beklediğini söyledi.”
IRAK 1991 Körfez Savaşı’ndan sonrası Irak’ta uçuşa yasak bölge ilan eden ABD, 2003 yılında Irak’ı işgal etti. 2011’de askerlerini geri çeken ABD, 2014’de IŞİD’in bölgede ilerlemesi sonrası tekrar binlerce askerle bölgeye yerleşti. Irak Parlamentosu’nun ABD’nin 6 bin askerlerini geri çekmesini istemesinin ardından Trump yaptırım tehdidinde bulundu.
ÜRDÜN Yıllardır Batı’nın müttefiki olan Ürdün, İsrail ile barış antlaşması imzalayan ikinci Arap ülkesi. (Diğeri ise Mısır) Ürdün Krallığı, ABD’nin Suriye’deki iç savaşta isyancıları destekleme programına olanak sağladı. Ürdün, IŞİD’le mücadele kapsamında Irak sınırında bulunan yaklaşık 3 bin ABD askerine ev sahipliği yapıyor. Ayrıca Ürdün de bölgede istikrarsızlığı etkileyecek tehlikelere karşı uyarılarda bulundu.
KUVEYT İşgalci Irak güçlerinin 1991’de yenilmesinden sonra, ABD Kuveyt ile bir askeri anlaşma imzaladı ve o tarihten beri Kuveyt Pentagon’un en önemli merkezi oldu. Ekim’de ABD güçleri ve zırhlı araçları, Trump’ın kısmi geri çekilme kararından sonra Kuveyt’ten alınıp Suriye’nin kuzeyine petrol kaynaklarında kontrolü desteklemek için tekrar konuşlandırıldı. ABD ve İran arasında gerilim tırmanırken, Kuveyt resmi olarak Pentagon personelini kabul etti. Ülkede yaklaşık 13 bin ABD askeri bulunuyor.
UMMAN Umman diplomatik olarak İran’la ilişkilere sahip ve zaman zaman İran ve ABD arasında ‘arka bahçe’ olarak işlev gördü. Sultanlık, çoğu bölgesel meselede tarafsızlık için mücadele etse de, 1980’den beri ABD buradaki askeri üslere ulaşım sağlayabiliyor. Umman, Hürmüz Boğazı’na yakınlığıyla stratejik bir pozisyona sahip ve bu bölgede yaklaşık 600 ABD askeri bulunuyor.
KATAR Katar Ortadoğu’da bulunan en büyük ABD üssüne ev sahipliği yapıyor. El Udeid Hava Üssü Birinci körfez savaşından sonra inşa edildi. Bu devasa üs CENTCOM’la birlikte bugün yaklaşık 13 bin ABD askerine ev sahipliği yapıyor. Katar ayrıca 2017’den beri Türk askerlerine de ev sahipliği yapıyor.
SUUDİ ARABİSTAN Körfez Savaşı’ndan sonra Suudi Arabistan yüksek sayıda ABD askerini ülkeye kabul etti. Bu tartışmaları kararın ardından savaştan sonra da ABD güçleri ülkede kalmaya devam etti. ABD 2003 yılında Irak’ı işgal etmeden yaklaşık bir ay önce askerlerini Suudi Arabistan’dan çekti. Trump Başkanlığı döneminde ABD askerleri, İran tehdidinden dolayı 2019 yazında Suudi Arabistan’a tekrar geri döndüler. Suudi Arabistan’da 3 bin ABD askerinin bulunduğu tahmin ediliyor.
SURİYE ABD 2011’de Suriye’de başlayan isyanda cihatçı grupları destekledi fakat doğrudan müdahalede bulunmadı. 2014’de IŞİD karşıtı koalisyonun öncülüğünü yaptı. Bu hamle İran’ın en yakın ve uzun soluklu müttefiklerinden olan Şam’a desteğini arttırmasından sonra gerçekleşti. Pentagon’un daha sonraki müttefiki Kürtlerin çoğunluğunu oluşturduğu DSG oldu. Trump yıllardır Suriye’den askerlerini çekmek istediğini ifade ederken, Şam hem ABD hem de Türkiye’nin topraklarını işgal ettiğini ve bir an önce terk etmeleri gerektiğini defalarca kez istedi. Türkiye’nin Ekim 2019’da gerçekleştirdiği saldırı sonrası Trump bölgede, çoğunluğu petrol bölgelerinde olan, yaklaşık 800 asker bıraktı.
TÜRKİYE CENTCOM operasyon alanının dışında olmasına rağmen Türkiye’nin İncirlik hava üssünde yaklaşık 2 bin 500 ABD askeri bulunuyor. ABD Avrupa Komutanlığı olarak hizmet veren bu yerde, nükleer silah da bulunmakta. Türkiye 1952’den beri NATO üyesi olmasına rağmen Suriye’de ABD destekli Kürtler ile savaşıyor ve Rusya’la ilişkilerini geliştiriyor.
BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ BAE İran’la tansiyonun yükseldiği cephe hattında yaklaşık 5 bin ABD askerine ev sahipliği yapıyor.

 

Bunlar böyleyken; ABD Başkanı Trump’ın uluslararası hukuku hiçe sayan kararlarına bir yenisi daha eklendi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) konuya ilişkin kararları çöpe atıldı. Sanki dünyanın kadısıymış gibi yine o uzun ve çirkin imzalarından bir karar daha çıktı: Golan’da İsrail’in gayrimeşru işgalini tanımış oldu…[37]

ABD Başkanı Donald Trump’ın, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yan yana duyurduğu yeni Ortadoğu planı ile Filistin topraklarının hâlihazırda yüzde 92’si elinden alınmış topraklarını daha fazla kaybetmesini öngördüğü vurgusu yapan Nicola Saafin’e göre, yıllardır devam eden “defacto” (fiili) adımlarla uluslararası hukukun çiğnenmesi politikasında yeni bir adım daha atıldı.[38]

CNN International yorumcusunun bile “son derece İsrail yanlısı” dediği bir plandı bu! Taraflardan “barış götürülenin” yer almadığı bir plandı aynı zamanda![39]

Bu tabloda Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, Trump’ın ‘Yüzyılın Anlaşması’ planına dair, “ABD ve İsrail’le tüm bağlarımızı kopardık… Binlerce kez hayır… Tarihe Kudüs’ten vazgeçen kişi olarak geçmeyeceğim,”[40] derken; ABD’nin Ortadoğu’daki gerilemesi yolunda bir adım daha atılıyordu.

I.3) İSYAN TABLOSU

 2019 dünyanın pek çok coğrafyası için ekonomik/siyasi krizlerle birlikte kitlesel protestoların da yılı oldu. Neo-liberal çılgınlığın küreselleşmesiyle altüst edilen sürdürülemez kapitalizmin vahşetinden Ortadoğu’nun payına (işgal, savaş ve sömürü dışında) bir de isyan düştü.

2019’da ezilenler, korku duvarlarını yıkıp ayaklandılar. İsyan ateşini tutuşturan halklar etnik, dini, mezhebi farklılıkları bir yana bırakarak meydanları doldurdular; devasa direnişlere imza attılar. Barikatların, genel grevlerin mimarı oldular.

Mesela -yönetimin etnik, dini ve mezhebi temellerde paylaşıldığı- Lübnan’daki ayaklanma 17 Ekim 2019’da Lübnan’da ekonomik durumun kötüleşmesi ve iletişime yeni vergiler getirilmesi nedeniyle başladı. 

Uzun yıllardır ekonomik zorluklara ve yolsuzluklara karşı biriken öfke, hükümetin WhatsApp gibi iletişim ağlarına vergi getirdiği haberi üzerine Lübnan halkını sokaklara döktü. Kadınlar yine ön saflardaydı.

Mesela “kaderi” farklılaşan Ürdün sarsılırken; Sudan’da Ömer Beşir, Cezayir’de Abdulaziz Buteflika devrildi… 

Afrika’nın en yoksul ülkelerinden Sudan, 2019’da en önemli dönemeçlerinden birini yaşadı. Ekmek fiyatlarına yapılan zamlarla patlak veren protestolar, 1989 darbesiyle başa geçen diktatör Ömer Beşir’i ordu baskısıyla istifaya götürdü. Ancak protestocular, “devrim” sloganlarıyla kuşattığı meydanları terk etmedi.[41]

Sudan’da 2019 Şubat’ında başlayan ayaklanma Beşir’i devirdi. 2 Nisan 2019’da Cezayir’deki protestolarla dönüşüm yaşandı.

Sonra Irak’ı dönüştürmesi muhtemel başkaldırı! 1 Ekim 2019’da Şiî kentlerinde kıvılcım alan ayaklanma hükümeti düşürdü, siyaseti gölgeleyen İran rejimine ciddi mesaj verdi. 

Ve İran… 15 Kasım 2019’da benzine yüzde 50 zam yapılmasının üzerine isyan başladı, kısa sürede tüm eyaletlere yayıldı. İsyanın yaygınlığı ve liderlerin hedeflenmesi Tahran rejiminin çatırdadığını, çanların rejim için çaldığını gösterdi.[42] Benzin fiyatlarının 3 kat artırılmasının ardından patlak veren protestolarda Uluslararası Af Örgütü’ne göre, güvenlik güçlerinin müdahalesinde 304 kişi yaşamını yitirdi.[43]

I.4) “MEZHEP”ÇİLİK Mİ? SOL MU?

 Ortadoğu’da olup bit(mey)enlere dair bir dize soru(n) dillendirmek mümkündür ki, bunlardan birisi de V. İ. Lenin’in, “Şimdiye kadar belki bin tane idealist felsefe tezi ortaya atıldı, bin birincisi de her an çıkabilir,” uyarısı ekseninde ele alınması gereken sol(umuz)un hâlidir.

Burada ilk soru(n): “Nereye gitti bu Ortadoğu solu”dur!

Ortadoğu hep böylesine dinci gericiliğin, Selefî köktendinciliğin esiri değildi! 

Selefî/Vahhabî radikalizm hiç eksik olmadı, kadim coğrafyada, -ama bunun yanında- çok güçlü bir sol damar hep olagelmişti. 

Ancak günümüzde bu sol damardan eser yok! 

Post-modern kimlikçi siyasetlerin ön plana çıktığı, etnik, dinsel, mezhepsel fay hatlarının harekete geçirildiği Ortadoğu’da tüm siyasal, toplumsal yaşam bu “zamanın ruhu”na göre şekilleniyor. Hâliyle de kimlik üzerinden, aidiyetler üzerinden sürdürülen çatışmalar belirleyici oluyor…

Elbette kimlikçi döngüden çıkmak hiç kolay değil. Ancak imkânsız da değil. 

Unutulmamalıdır ki kimlikler üzerinden, dinsel aidiyetler üzerinden verilen kavga da yeni çatışmalara, krizlere gebeyken; söz konusu bakış açısı meselelerin aslının da gözden kaçmasına yol açıyor. 

Bu nedenledir ki Kudüs gibi çok katmanlı bir mesele, dinsel kodlar üzerinden okunurken; büyük bir yanlışa düşülüyor; Yahudilik-İslâmcılık çatışması üzerinden politik bir sorun din meselesine indirgenerek bağlamından koparılıyor.

Oysa Selefî/ Vahabî gericiliğin dört bir tarafı sardığı, radikal İslâmcı gericiliğin bugünlerde hiç olmadığı kadar çoraklaştırdığı Ortadoğu’da bir zamanlar güçlü bir sol gelenek vardı. Yemen’den Mısır’a, Lübnan’dan Filistin’e, Afganistan’dan İran’a, Suriye’den Irak’a uzanan geniş coğrafyada Sovyetler’den de beslenen sol parti ve akımların rüzgârı esiyordu.

O zamanlar da İslâmcılar vardı ama onlar da esen rüzgârın etkisindeydiler. Filistin solu, Lübnan solu, Mısır solu uluslararası Marksist aktörler, teorisyenler çıkarmış topraklardı. Dünyanın dört bir tarafından solcular, Marksistler Filistin’le, Lübnan’la dayanışmak için Ortadoğu’ya akın ediyordu. Enternasyonalist dayanışmanın en güzide örnekleri sergileniyordu. Coğrafyanın her bir köşesinde bu dayanışmanın izlerini görmek mümkündü. Batı Şeria’da, Filistin genelinde, Beyrut’ta, Aden’de, Şam’da, İskenderiye’de ve daha nice kentte…

Bir zamanlar Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da, İran’da güçlü sol, komünist partiler vardı. Afganistan Komünist Partisi’nin gücü sadece Sovyetlerden kaynaklanmıyordu. Güney Asya’nın en büyük komünist hareketlerindendi.

İlario Salucci’nin yıllarca Irak’ta kalarak hazırladığı ‘Irak’ta Solun Tarihi’[44] başlıklı yapıtında bir zamanlar Ortadoğu’nun en devrimci gücü olan Irak Komünist Partisi’nin tarihini, solun seküler laik güçlü damarını muazzam şekilde aktarır.

Kitap esasında “Arap dünyasını modern sınıf mücadelelerinin ve seküler siyasi hareketlerin uğramadığı bir ‘Ortaçağ coğrafyası’ olarak okuyan, Türkiye gibi bu coğrafyaya komşu ve ortak bir geçmişe sahip bir ülkenin/bölgenin insanlarının bile veri kabul ettiği önyargıları yıkması itibariyle” oldukça önemlidir.

Bölgenin en seküler siyasi geleneklerine sahip ülkelerinin Mısır’ın, Irak’ın, Suriye’nin, İran’ın, Afganistan’ın solunun öncülük yaptığı sınıf mücadeleleri iktidarları sarsıyordu. Suriye bugün dahi çok parçalı yapısına rağmen çok sayıda sol sosyalist partiye sahip. Her renkten sol sosyalist partiye rastlamak mümkün. O görkemli İran solundan bahsetmeye dahi gerek yok.

Peki, nereye gitti bu sol? Esasında bir yere gittiği de yok. Hâlâ varlar ve oradalar. Ancak güçsüzler, dağınıklar ve ABD emperyalizmi ve dincilerin el ele vermesi nedeniyle kafalarını çıkarabilecek durumda değiller. ABD emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş konseptinde ektiği dinci gericilik palazlandı, dört bir tarafı sarıp sarmaladı.

“Yeşil kuşak Projesi”nden “Ilımlı İslâm”a uzanan hatta, İslâmcılar ABD emperyalizmin öncü müfrezesi olarak kullanıldı. İslâmcılar, ABD-İngiliz emperyalizminin ayak oyunlarıyla sola karşı beslendi, korundu, kollandı. Bölge adım adım gericileştirildi.

Peki ne oldu? ABD emperyalizminin ortaya sürdüğü İslâmcı projeler adeta birer Frankeştayn’a dönüştüler. Bugün bu canavarlar sadece bölgeyi Ortaçağ karanlığına sürüklemekle kalmadı, kendisini var eden sahiplerini vurmaya de başladı. IŞİD’ler, El Kaide’ler, El Nusra’lar, Horasanlar, Eş Şebaplar, İhvancılar bu iklimin eseriyken;[45] -III. Büyük Bunalımın devreye soktuğu dinamiklerle-kesilen sol damarlar yeniden filizleniyor.

Emperyalist güçlerin, bölgesel işbirlikçilerinin, yerel despotların işine gelen bu kimlikçi döngüden şu an için çıkmak elbette ki kolay değil. Ama imkânsız da değil. Kimlikler üzerinden, dinsel aidiyetler üzerinden yeni çatışmalar örgütlenirken başarılı olamıyorlar. Siyasal İslâmcı projeler iflas etti, emperyalist müdahalelerle gerçekleştirilmek istenen dönüşümler tutmadı.

Ve tüm bu yıkımların arasında sol yeniden kendisinden bahsettirmeyi başardı. Üstelik sadece Irak’ta değil Suriye’de, Lübnan’da “direniş ekseni” yeniden ayağa kalktı.

Irak Komünist Partisi bütün eksikliklerine, Saddam ve işgal dönemindeki yanlışlarına rağmen ayağa kalkmayı başardı. Yolsuzluklara bulaşmış bezirgânlara karşı bıkan umutsuz, yorgun halk kitleleri İbadi hükümetinin yoksulluk, yolsuzluk ve adaletsizlik üreten politikalarına karşı harekete geçirilerek kitlesel eylemler düzenlendi. Etnik, dinsel, mezhepsel farklılıkları bir tarafa bırakıldı.

Post modern neo-liberal kimlikçi bakış açısının toplumları nasıl zehirlediğinin en hazin coğrafyası Ortadoğu. Etnik, dinsel, mezhepsel kodlar üzerinden dizayn edilen bölüşümün bölgede nasıl bir kangrene yol açtığını görmek açısından Irak ve Lübnan muazzam iki örnek;[46] elbette diğerleri de!

Burada şu “mezhep” meselesine ilişkin bir parantez açmakta yarar var!

Ortaya çıkış nedenleri birbirinden farklı olan çok sayıda İslâmcı örgüt Ortadoğu’da cirit atıyor; bunu görmezden gelemeyiz; ancak abartmamalıyız da!

Aslında Ortadoğu’da bir mezhep(ler) “savaşı” değil, gerici jeopolitik söz konusu!

Mesela farklı El Kaide’ler var. Bu cümle tuhaf gelebilir ama tek bir El Kaide yok. Örneğin 2004’de Irak’ta yaygınlık kazanan El Kaide, “merkez” ile resmi bağları korurken, birçok yönden Usame Bin Ladin’in fikirlerine ters düştüğü için bağımsız bir politika izledi. Benzeri bir gelişme Mağrip El Kaidesi ile Afrika El Kaidesi’nde de görüldü. Yazmaya sayfalar yetmez bu örgütü. Bu kadar bir anımsatmayla yetineyim.

Öte yandan Hizbullah Esad’ı destekleyen örgüttür. 1982’de, iç savaş sırasında Şeyh Seyid’in Muhammed Hüseyin Fadlallah’ı tarafından kuruldu. Hizbullah günümüzde kendisini Lübnan’ın savunma sisteminin bir parçası olarak tanımlıyor. Suriye krizinin başlamasıyla birlikte Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın yanında yer alıyor. Hizbullah, İslâmi devrimi ihraç etme fikirleriyle bağlantılı bir örgüt olarak değerlendirildi. Örgütün liderliğini El-Seyyid Hasan Nasrallah yapıyor. Ayrıca Hizbullah’ın en büyük destekçisi İran ve İran da bu desteği reddetmiyor.[47]

Bu çerçevede gerici Arap rejimleri varlıklarını sürdürmek için İslâm’ın tarihsel bölünmüşlüğünü hep canlı tuttular.[48] ABD’nin Ortadoğu’ya müdahaleleri de “İslâmcı terör”ü geliştirdi.[49]

Bu arada “11 Eylül terör travmasında, Amerika’nın Afganistan, Ortadoğu’da kendi istihbarat örgütlerine kurdurduğu, bölge içindeki çıkarları adına kullandığı siyasal İslâmcı terör örgütlerinin rolleri hâlâ sorgulanmadığını… Ancak siyasal İslâmcı terör örgütleriyle kendi topraklarında savaşım gerekçeli Irak-Afganistan işgalleri, bölge ülkelerinin diktatörlükleri ile birlikte ülkemizde de ırkçı-dinci, siyasal İslâmcı ittifaklar eşliğinde dolaylı, doğrudan desteklendiği”[50] nasıl unutturulabilir ki?!

O hâlde “Hayattaki amacım tanrıyı tahtından indirmek ve kapitalizmi yıkmaktır,”[51] diyen Karl Marx’ın, “Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece insanın çevresinde dönen aldatıcı bir güneşten başka bir şey oluşturmuyor… Din insan aklının anlayamadığı olaylarla baş etmedeki zafiyetidir… İnsanların mutluluğunun ilk gereği, dinin ilgasıdır,” vurgusu eşliğinde egemen(ler)in yönetmek için yoksullara, yoksulları yönetmek için ise dine ihtiyaçları olduğunu asla unutmamalıyız. Cehaletin ve yoksulluğun üzerinde yükselen her iktidar yoksullara bu dünyada kırıntıdan başka bir şey vaat edemediği için ancak öbür dünyayı vaat edebiliyor. Bu yalan yerle yeksan edilmeden egemen(ler)in oyunu bozulamaz![52]

  1. AYRIM: 6 ÖRNEK 

 Ortadoğu’da ele aldığımız konuya ilişkin olarak 6 sıcak örneğe yani İran, Irak, Lübnan, Sudan, Ürdün, Cezayir’e göz atarsak…

 II.1) İRAN

 İran’ın 1979’unda devrimi “çalan” radikal İslâmcıların geliştirdiği devlet aygıtı kaçınılmaz olarak yolsuzluk, rüşvet, baskı gibi pek çok soru(n) doğuruyor. “Ülkenin idaresi üzerinde nihai belirleyiciliğin dini mercilerde olacak biçimde kurgulanması da halkın sözünü ve yetkisini imkânsız kılıyor”ken;[53] İran halkı sokaklara indi.

Kolay mı? İran’da farklı kimliklerin kendisini özgürce ifade edemediği, kadınların en ağır koşullarda cinsiyetçi saldırıya maruz kaldığı, toplumsal ve kamusal alanda geri plana atılmış koşullarda yaşıyorlar.

Teokratik, otoriter, baskıcı İran rejiminin yükselttiği korku duvarlarının yıkılması, halkların ölü toprağını üzerinden atması kıymetlidir.

Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen devletlerin iç işlerine pervasızca müdahale eden İran mollarşisi siyasi ve askeri politikalarıyla “küçük ABD” versiyonu gibidir. Yayılmacı politikalarıyla Ortadoğu dünyasında güçlü, oyun kurucu ve bozucu devletlerden birisidir.

Devlet sınırları dışında Lübnan ve Yemen’e kadar olan geniş bir coğrafyayı “lebensraum”u, hegemonik alanı olarak belirleyen İran’ın ne kadar saldırgan ve yayılmacı olduğunu herkesin malumudur.

ABD-Batı ülkeleri ambargo uygulamasıyla bağıntılı ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar yaşayan İran’da 1979 Devrimi’nden bu yana birçok halk protestosu olmuştur. Fiyat artışları, işsizlik ve kötü ekonomik koşullara karşı gösteriler ülkede hiç eksik olmadı.

Ülke içindeki hayat pahalılığı, ağır vergiler halkın belini büktü; mutsuz etti. Bütün bunlar itirazlara yol açtı. Ancak mollarşi toplumsal ayaklanmalar ortaya çıktığı andan itibaren bunların emperyalistlerin işi olduğu retoriğine sarıldı!

Söz konusu çerçevede ayaklanmaların gerçekleşeceğini tahmin etmek için kahin olmak gerekmiyordu. İranlı sosyologlar, iktisatçılar, entelektüeller büyük çaplı protestolar gerçekleşebileceğine dair uyarılarda bulunmuşlardı. Resmi işsizlik oranı 2017 baharında yüzde 12.6’ya ulaşırken genç işsizliği yüzde 26.4’ü bulmuştu. Asgari ücret, olması gerektiği yerden çok düşük hesaplanan yoksulluk sınırının yüzde 40’ından daha düşük bir noktada bulunuyor. Resmi rakamlara göre İran’da 12 milyon kişi mutlak yoksulluk içinde. İktisatçılar halkın yüzde 6’sının açlık sınırında olduğunu tahmin ediyor.

Kolay mı? İran neo-liberalizmi, neo-liberal politikalarla bir tür İslâmi ideolojinin iç içe geçmesiyle örüldü. Toplumsal huzursuzluğa sebep olup son protestoları tetikleyen, sadece kemer sıkma paketi değil aynı zamanda dini ve ideolojik kurumlar için ayrılan dev bütçeler oldu.[54]

  1. büyük ekonomi sayılan İran, dünyanın 4. büyük petrol ve 2. büyük doğal gaz rezervlerine sahipken;[55] 80 milyonluk ülkede işsizlik yüzde 12.5 seviyelerinde. Bu da haklı olarak hoşnutsuzluğu artırıyor.[56]

Ayrıca halkın yüzde 80’i geçimini sağlayamazken;[57] İran Meclisi Bütçe Programlandırma Komisyonu üyesi Hüseyin Elî Deligani’ye göre, 6 ayda gıda maddelerinde yüzde 9 oranında fiyat artışı oldu.[58]

15 Kasım 2019’da benzin fiyatının yüzde 300 oranında artırılması bardağı taşıran son damla oldu ve halk 100’ü aşkın kentte sokaklara çıktı; Ahvaz’dan başlayan eylemler İsfahan, Tebriz, Tahran, Şiraz, Kermanşah, Raşt ve Behbahan gibi kentlere yaygınlaşıp, kitleselleşti.[59]

Akaryakıt zamlarına karşı sokağa çıkan halk, polisin sert müdahalesi ile karşılaştı.[60] Eylemlerde yaşamını yitirenlerin sayısı 12’ye yükselirken, İran Merkez Bankası’na ait bir bina ateşe verilecekti; İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ise halkın yüzde 75’inin ekonomik nedenlerle “baskı altında” olduğunu söylüyordu.[61]

Gerçekten de yıllardır başta Tahran olmak üzere birçok kentte, sayıları 6 bini bulan batık finans şirketlerine yatırımlarını kaptıran mağdurlar, küçük çaplı da olsa gösteriler düzenleyip sert sloganlarla seslerini yükseltiyorlardı. İran’da bu şekilde mağdur edilen birkaç milyon kişi olduğu tahmin edilirken; gösterilere katılanların büyük çoğunluğunu yine bu kişiler oluşturuyor. Ancak bu kez toplumun yoksul tabakası ve muhalif siyasi grupların da bunlara katıldığı görülüyor. 

Göstericilerin ana hedefini, ülkedeki hayat şartları, yoksulluk ve işsizliğe itiraz oluştururken; “Paralarımızı Suriye, Gazze ve Lübnan’da harcamayın” diye itiraz ediyor, “Halk dilenecek duruma düştü” diye haykırıyor. 

Halkın gösterilerde attığı diğer sloganlar ise şöyle: “Suriye’yi bırak da bizim hâlimize bir bak”, “Ne Gazze, Ne Lübnan, canım İran’a feda olsun”, “Kahrolsun Hizbullah”, “İslâm cumhuriyeti istemiyoruz”, “İstiklal, özgürlük, İran Cumhuriyeti” ve “Halk dilenciliğe başladı.”[62]

Örneğin Meşhed’de “Yoksulluğa hayır” sloganıyla başlayan eylemde, rejim güçlerinin saldırıları sonrası “Diktatörlüğe ölüm” sloganlarının atılması, eylemlerin radikalleşmesi ve sisteme dönük olmasının ilk işareti oldu ve eylemler kısa sürede ülke sathına yayıldı.

Rejimi şaşkına çeviren eylemlerin öncülüğünü de gençler ve kadınlar yapıyor. 2017 nüfus sayımına göre, 79 milyon 700 bin nüfusa sahip İran’da genel nüfus içerisinde büyük bir orana tekabül ediyor. İran İçişleri Bakanı Yardımcısı Hüseyin Zolfeqalî, eylemlere katıldıkları gerekçesiyle gözaltına alınanların yüzde 90’ının 25 yaşın altındaki kişiler olduğunu söyledi. 

Tahran’daki eylemlerde daha önce yükselen sloganlar olan “Diktatörlüğe ölüm”, “Ruhani’ye ölüm”, “Hamaney’e ölüm” ve “Kahrolsun İslâm Cumhuriyeti” sloganlarının bir adım ötesine geçerek “Hamaneye katil, velayeti feqi batıl” ve “Reformistler, muhafazakârlar artık devriniz bitti” sloganlarına dönüşmesi dikkat çekti.[63] 

Konuya ilişkin olarak ‘Fox News’, İranlı yöneticilerin ülkede süren protestolar sırasında yaptıkları bir toplantının tutanaklarını ele geçirdiğini, konuşan isimlerin panikte olduğunu ve “Dini liderler ve liderlik olay yerine en kısa zamanda gelmeli ve işlerin daha kötüye gitmesini engellemeli. Allah yardımcımız olsun, bu çok karmaşık bir durum ve önceki durumlardan farklı” ifadelerinin geçtiği duyurdu.[64]

Özetle: İran’daki protestolarda sokaktakilerin öfkesi her ne kadar rejime karşı dönse de eylemlerin başlangıç noktası ekonomik nedenler olduğu[65] doğru, ama eylemlerin sadece ne işsizlikle ne de ekonomiyle ilgili olduğuna dikkat çeken Arif Keskin’in, “Halk köklü rejim değişikliği istiyor. Bunu ‘ABD, İsrail yaptı’ demek basitliktir. Bu halkın isteklerinin üzerini örtmektir,”[66] saptaması göz ardı edilmemeli.

Eylemlerle ilgili olarak ABD başta olmak üzere “yabancı güçleri” suçlayan yönetimden Hasan Ruhani, protestoların nedeninin sadece ekonomik olmadığı görüşünü vurgulayıp, “Bunu sadece ekonomik taleplerle gerekçeli diye nitelemek hem yanlış hem de İran halkına hakaret olur… İnsanların ekonomik, siyasi ve sosyal talepleri vardı,” ifadesini kullandı.[67]

Evet İran’da inkârı mümkün olmayan soru(n)lar var; bunların başında da mollarşik rejim gerçeği yatıyor!

Bu noktada İran PEN Başkanı Yazar Bahram Rahmani, “İran’da halk hareketi yeni bir ivme kazanabilir,” vurgusuyla halkın ekonomik güçlükler ve geçim sıkıntısı içinde yaşadığının ve yoksullaşanların sayılarında belirgin bir artış görüldüğünün altını çizerek ekliyor:

“Bir işçi bir aylık maaşıyla ancak bir kilo et satın alabiliyor. Bu yıl 3 milyon çocuk yoksulluktan dolayı okula başlayamadı. İran’da her şey paralı olduğu gibi okullar da paralı. Halkın çocuklarına giysi, kitap ve defter alacak ekonomik gücü yok.”[68]

Bunun yanında zamlara, yoksulluğa ve kötü ekonomik koşullara karşı başlayan protestolarla ilgili “Bu eylemler Türkiye’deki Gezi eylemleri gibi bir birikimin dışa vurumu”[69] saptamasıyla İran Halkın Fedaileri Örgütü merkez komite sözcüsü, “İşçilerin özelleştirmelere karşı olan eylemleri, öğretmen ve emeklilerin İran meclisi önündeki pahalılığa karşı eylemi, kadınların özgürlük talepleri için yaptığı eylemler, Tahran Üniversitesi’ndeki öğrenci eylemleri bu birikimi yaratan başlıca olaylardı,” diyordu.[70]

Tüm bunlara karşın[71] İran’da başkaldırı açısından hiçbir şeyin kolay (ve kesin) olmadığı da açık. 

Çünkü “İşçi sınıfının, eğitim düzeyi düşük, geleneksel kesiminin siyasal İslâmın 40 yıllık devlet şekillenmesinin ve dini ideolojisinin etkisi altında, muhafazakâr bir dünya görüşüyle yaşadığını, olaylara da bu görüşünün bilişsel haritası içinde tepki verdiğini, henüz bu haritayı kıramadığını söylemek olanaklı.”[72]

Ve bir şey daha: İran’da olup bitenler konusunda soldaki sessizlik! “Kimi ‘analistler’in, ‘İran, ABD ve İsrail’in hedefi, halk isyanı İran’ı zayıflatıyor, öyleyse ABD ve İsrail’e hizmet ediyor’ tarzı endişe ve şüpheleri, halk isyanlarına hep küresel egemenler arası çatışmalar perspektifinden bakıyor. Ama özellikle solun sorunlara toplumun iç çelişkilerinden ve bu çelişkilerin çözümü için mücadele eden canlı bireyler ve sınıflardan doğru bakması halk isyanları karşısındaki ilk refleksi olmalıdır. İran halkının gerici-sömürücü İran molla rejimine karşı başkaldırısı ve isyanı meşrudur. Sokağa çıkan her bireyin, bin bir isyan nedeni vardır. Hepsinin de kaynağı, İslâmcı-baskıcı rejim ve koruduğu etatizm-neo-liberalizm kırması kapitalizmdir.”[73]

Bu nedenle de İran’daki her itiraz kıymetlidir.

 II.2) IRAK

 Mustafa Zeyn’in, “Irak halkının söz hakkı yok”[74] diye betimlediği tabloda ABD işgali ülkede 1 milyondan fazla insanın ölümüne, 5 milyon çocuğun yetim kalmasına, 6 milyon kişinin mülteci olmasına yol açarken; işgal süresince hiçbir şekilde “kitle imha silahı”na rastlanamamıştı!

Yalana yaslanan işgalci emperyalist yıkım ile -‘El Cezire’ye göre-, “Ocak 2004-Ocak 2010 arası savaşta 285 bin kişi hedef olmuş, bunların en az 109 bini öldürülmüş, ölenlerin 66 bini sivil”di.

Britanya merkezli ‘Irak Ceset Sayımı’, 15 bin Iraklı sivil ölümü daha saptadığını, kendi hesaplarında 122 bin sivil öldüğünü belirtti.

Tıp dergisi ‘The Lancet’ ise 2006’da yayımladığı araştırmada üç yılda 655 bin Iraklının öldüğü açıklamıştı.[75]

‘Uluslararası Kızılhaç Komitesi’ ise, ABD işgalinin ardından Irak’ta on binlerce kişinin hâlâ kayıp olduğunu duyurdu.[76]

Ayrıca Irak’ta 20 Mart 2003’te başlayan işgalin “muharip” kısmı 31 Ağustos 2010’da resmen sona erdiğinde ABD Başkanı Barack Obama, “tarihi” anla ilgili konuşmasında “görev tamamlandı” demekten kaçınırken;[77] en az 100 bin Iraklı sivilin yanı sıra 4 bin 416 Amerikan askeri ve 135 gazetecinin canına mal olup milyonlarca insanı mülteci bırakan işgalin yol açtığı siyasi istikrarsızlık ve şiddet döngüsü sürüyordu.[78]

‘WikiLeaks’de Irak savaşına dair açıkladığı belgelerde, ABD askerlerinin Iraklıların esirlere işkencelerini görmezden geldiği, kontrol noktalarında yüzlerce sivili öldürdüğü ortaya seriyordu.[79]

Özetle yaşanan kaosla beraber bölgede birçok Irak’lı yaşadığı savaş travması nedeniyle zor günler geçirmiş, bunların birçoğu intihar etmişti. Milyonlarca insan katledilmiş, bölgede tecavüz ve işkencelerin olağan bir şekilde yaşanmasına zemin hazırlanmıştı.[80]

Söz konusu zeminde Irak’taki yoksulluk ve yolsuzluğa karşı başlayıp, -ABD ve İran’a yönelik tepkileri de içererek- kitleselleşen protestolar devreye girdi. Nüfusun dörtte biri 1.90 dolarla geçinmek zorunda olduğu halk “rejim değişikliği” talebinde ısrarcı. 

‘Dünya Şeffaflık Örgütü’nün verilerine göre 180 ülke arasında 168’inci sırada yer alan Irak’ta, 2003’ten beri 450 milyar dolarlık kamu fonu “kayıp”. Ülkede ciddi boyutlara ulaşmış olan yolsuzluk nedeniyle toplumda bir huzursuzluk söz konusu. 

‘Irak Dürüstlük Komisyonu’ndan Hassan el Yasiri açıklamasında, 15 eski bakan, 122 üst düzey bürokrat ve 1668 memurun yolsuzluk yaptığını, Irak’ın 2014 bütçesinden 45 milyar dolara ilişkin kayıtlarda eksiklik olduğunu, devlet hazinesinden 766 milyon doları ise tamamen kayıp olduğunu ifade etmişti.[81]

Elektrik, su, sağlık, ulaşım gibi temel kamu hizmetleri yetersiz iken; nüfusunun yaklaşık yüzde 75’i 35 yaşın altında olan Irak’ta genç işsizlik oranı yüzde 25’leri bulmuş durumda. OPEC’in (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) 2018 Bülteni’ne göre, Venezüella, Suudi Arabistan ve İran’dan sonra Irak, petrol rezervi bakımından dünyada dördüncü sırada yer alıyor. Buna karşın, Dünya Bankası’nın 2014 verilerine göre 40 milyon nüfuslu Irak’ta 7 milyon civarında kişi de yoksulluk sınırının altında yaşıyor. 

Güvenlik sorunları ve ekonomik istikrarsızlık nedeniyle 10 bin fabrika kapatıldı, bu da yaklaşık 500 bin kişinin daha işsiz kalmasına yol açtı.[82]

Söz konusu soru(n)lar ile Irak’ta 1 Ekim 2019 sonrasında yolsuzluk, altyapı yetersizliği, işsizlik ve ülkenin içişlerine yönelik dış müdahaleler gibi gerekçelerle hükümet karşıtı gösteriler düzenlendi.[83]

İşsizlik, yolsuzluk ve kamu hizmetlerinin yetersizliğine karşı 1 Ekim 2019’da sokaklara dökülen ve güvenlik güçlerinin saldırıları sonucu 400’den fazla insanını yitiren Iraklılar, ABD askerlerinin ülkeden çıkarılması gündemine de ilgi gösterirken “İnsanca yaşam” talebinde ısrarcıydılar. 

Iraklıların dile getirdiği hükümet değişikliği talebini yeniden güçlü bir şekilde ifade etmek için 14 Ocak 2020’de birçok kentte sokaklara inildi. Bağdat, Vasıt, Basra, Babil, Divaniye, Müsenna, Kerbela, Necef, Zikar ve Misan kentlerinde yapılan gösterilerde, Irak bayraklarıyla cadde ve meydanlara çıkan yurttaşlar “Hükümet istifa”, “Kahrolsun ABD”[84] sloganları attılar.[85]

Irak Yüksek Bağımsız İnsan Hakları Komiserliği’nin göre, farklı kentlerdeki işsizlik, yolsuzluk ve kamu hizmeti yetersizliği nedeniyle başlayan eylemlerde en az 460 kişi hayatını kaybetti, 19 bin kişi de yaralandı.[86]

Özetle: “Şiî Hilali” denilen coğrafyanın tamamı artık geniş bir yangın yeri ve bu yangın daha da büyüyecek…

 II.3) LÜBNAN

 “Tarihi, sosyolojisi, halkın motivasyonları, idari sistemi ve siyasi iç dengeleri dahil oldukça karmaşık bir ülke”[87] olan Lübnan da söz konusu yangından doğrudan etkileniyor. 

Sokaklarından “İnsanlar aç kalırsa yöneticilerini yiyecekler,”[88] sloganlarının yükseldiği Lübnan’da krizden çıkamayan düzene karşı isyan sürüyor; Nalan Yazgan’ın, “Lübnan bugünlerde telaşlı. Tabii halkın derdi başka siyasilerinki başka. Halk bütün siyasiler ile kavgalı ve hepsine karşı gösteri yapıyor. Siyasiler ise iktidar pastasından pay kapmanın derdinde,”[89] notunu düştüğü dizaynda…

Ayrıca Lübnan Komünist Partisi Merkez Komite Üyesi Habib Fares’in, “Rejim uçurumun eşiğine geldi… Gerçek bir Lübnan Baharı’nın başlangıcına tanıklık etmemiz şaşırtıcı olmayacaktır,”[90] öngörüsünü doğrulayan güzergâhta “Lübnan yeni oyun sahası”[91] hâlâ…[92]

Bunun böyle olmasında -gerçek soru(n)ları perdeleyen!- “mezhepçilik” önemli bir negatif!

Hediye Levent’in ifadesiyle, “Lübnan, herkesin rahatsız olduğu bir kısırdöngü içinde… Mezhepçi sistemden herkes rahatsız ki bu sistem sayesinde güçlerini koruyan hareketler bile ancak kendini ve topluluğunu koruma eğilimi sistemi besleyen en önemli faktör. Bu faktörün ortadan kalkması için de halk içindeki bölünmenin en aza indirilmesi, iç savaş döneminden kalma mezhepler ve dinler arası yargıların törpülenmesi gerekiyor. Herkes değişim istiyor ancak değişimin hiç de kolay olmayacağını herkes biliyor.”[93]

Ancak bu negatifi tartışmalı kılan ekonomik kriz, ezilenleri birleştiriyor.

Suriyeli yazar Yezin Zerriq, “Halk ayaklanmasının sebeplerinden biri olarak oligarşi sistemiyle mezhepçiliği gördüğü”nü ifade ederken, “Bu oligarşi; eş, dost ve akrabayı taallukat olmak üzere toplam 30 aile kadardır,” diye ekliyordu.

Muhammed Seyyid Risas ise, “Mezhepler değil, açlık önemli” ifadesini kullanan protestocuların durumunu sınıfsal bir mücadelenin emaresi olarak gördüğü”nün altını çiziyordu.[94]

Lübnan Amerikan Üniversitesi Tarih Profesörü Selim Deringil de durumu şöyle aktarıyordu: “Lübnan tarihinin en büyük halk hareketini yaşıyor. On binlerce insan sokakta. Eylemciler yolları kesiyor. Bankalar iki hafta kapandı. Lübnan felç olmuş durumda. Eylemcilerin başlıca sloganı ‘Hepiniz yani hepiniz!/ Kullun yani Kullun!’ tüm egemen sınıfın önderlerine yönelik bu haykırışın anlamı ‘Hepinizden yani hepinizden usandık! Defolun gidin!’

Lübnan ekonomisi çökmüş durumda. Ülkenin dış borcu Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 150’sinin üstünde. Sıradan Lübnan vatandaşı çok zor geçiniyor. Bu durumla alay edercesine çok büyük çapta yolsuzluklarla zenginleşmiş bir egemen sınıf Lübnan’ı yönetmeye (daha doğrusu yönetmemeye) devam ediyor. Ülkede programlı elektrik kesintileri sıradan hâle gelmiş. Tipik bir Lübnan kara mizah örneği olan bir deyişe göre, ‘Biz Lübnanlıların en iyi başardığı şey elektrik kesintisidir’. Çöpler kimin çöp toplama işinden nemalanacağı konusunda yönetici elitin anlaşamaması nedeniyle dağ gibi birikiyor. Lübnan’ın Ortadoğu’da su kaynakları bakımından kendi kendine yeten tek ülke olmasına rağmen Beyrut’ta hemen herkes tankerle su satın almak durumunda.

Neden? Çünkü dağda eriyen karları toplayacak barajların inşaatından kimin nemalanacağı kavgası yaşanıyor. Lübnan lirası dolara karşı sabitlenmiş ise de şu anda ülkede dolar kıtlığı yaşanıyor ve bankalara hücum söz konusu. Bardağı taşıran son damla ise 14 Ekim’de devlet Whatsapp’a vergi getirmeye karar verdi ve insanlar bunun üzerine sokağa döküldü. Tabii ki konu Whatsapp meselesi değildi, çok daha derin ve uzun erimli bir ‘Artık yeter!’ hareketi adeta bir anda kendiliğinden doğdu.

Bütün bunların ışığında Lübnan’da bugünlerde olanlara baktığımız zaman ne görüyoruz? Birkaç bakımdan bu hareket bir ‘ilk’. İlk kez Lübnan’ın tüm etnik gruplarının kitlesel katılımıyla egemen sınıfa karşı bir başkaldırı hareketi yaşanıyor. İlk kez Sünnî, Hıristiyan, Dürzî, Ortodoks, Şiî halk, egemen sınıfın yüzüne karşı ‘Hepiniz Gidin!’ yani, ‘kim olursanız olun, Marunî, Dürzî, Sünnî, Şiî, Ortodoks, hepiniz!’ diye bağırıyor. Televizyon kanallarının meydanlarda mikrofon uzattığı vatandaşlar, ‘Biz Sünnî, Hıristiyan, Şiî veya Dürzî olarak burada bulunmuyoruz, Lübnan vatandaşı olarak haklarımızı istiyoruz!’ diyerek feryat ediyorlar.”[95]

Hâlen devam etmekte olan protestolar ise kitleselliği, sınıfsal çeşitliliği ve ülkenin dört bir tarafına yayılmasıyla 2015’ten farklı olsa da hedefte yine siyasetçiler var. Esasen en dikkate değer gelişme, Beyrut’ta aralıksız devam eden gösterilerden ziyade, belli siyasi partilerin hâkimiyetindeki kentlerde, bu siyasi partilere ve liderlerine karşı derin bir öfkenin dışa vuruluyor olması… Protestocuların talepleri hükümetin istifa etmesinden çok daha öte: meclisin ve tüm partilerin feshedilmesi, geçici bir teknokratlar hükümeti eliyle mezhepçi olmayan, laik bir anayasa hazırlanarak seçimlere gidilmesi ve halktan çalınan milyarlarca doların geri alınması. Meydanlarda açık ara en fazla duyulan “Thawra” (Devrim) sloganının somut içeriği üç aşağı beş yukarı bu.[96]

Kolay mı? ‘Lydia Assouad’ tarafından hazırlanan ‘Dünya Eşitsizlik Veri Tabanı’ araştırmasına göre, Lübnanlıların yaklaşık yüzde 36’sının çok yoksul, yetişkin nüfusunun yüzde 1 ila 10’unun gelirin ortalama olarak yüzde 25 ila 55’ine sahip olduğunu gösteriyor.[97]

Ayrıca ‘Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün ‘Yolsuzluk Algısı Endeksi’ne göre 180 ülke arasında 138. sırada yer alan Lübnan, dünyada yolsuzluğun en yaygın ve neredeyse kurumsal olduğu ülkelerden bir tanesi…[98]

Özetlersek: Halkı sokaklara iten şey, tüm biçimleriyle, yoksulluktur. İşsizlik 2018’de yüzde 27’ydi; yine 2018’de halkın üçte biri kesin bir yoksulluk içinde yaşıyordu.[99]

Bu hâlin ardında bir tarih yatıyordu. Lübnan’ın uzun iç savaşı (1975-1990) bittiğinden beri ülke ekonomisi ve siyaset kurumu dış borç ile ayakta tutuldu; bunun sonucunda kamu borcu sürdürülemez seviyelere ulaştı. Ülkeye gelen sıcak para bir noktada kesilecekti ve beklenen 2019’da oldu.

Söz konusu “ani duraksama” ülkeyi üç başlı bir krizle karşı karşıya bıraktı. İlk olarak, Lübnan’ın cari dengesindeki açık, GSYH’sinin yüzde 25’ine dayandı ve ithalat pazarı en temel ihtiyaçları karşılamayacak kadar küçük. İkincisi ise borç: Lübnan’da kamu borcu GSYH’nin yüzde 150’si seviyesinde ve bütçe açığı milli gelirin yüzde 10’u kadardı. Lübnan’da, 2019’un ilk çeyreği itibarıyla kamu borcu 86.2 milyar dolara ulaşmıştı.[100]

Bankacılık sektörü de kriz yaşıyordu. Yurtdışından sıcak para getiren başlıca bankaların borç stokunun aşağı yukarı yarısı devlete verilmiş borçlardan oluşuyordu ve devletin bunları ödeme gücü yoktu.

Tüm bu değişkenlerle birlikte, Lübnan belirsizliğin içine gömülmüş bulunuyor. Kredi ve ihracat yokluğu çeken şirketler işten çıkarmalara başladı. Daralma, Lübnan’a büyük buhranı getirmiş vaziyetteydi.

Lübnan’ın “rantiye” ekonomi-politiği için başlıca gelir kaynağı petrol değil, ülkeye paralarını yüksek faiz ve sabit kur için getiren gurbetçi Lübnanlılardı. “Hollanda hastalığını” her yerde görmek mümkün. Gelir adaletsizliği artıyor ve 2000-2015 yılları arasında yüzde 50 değer kazanan yabancı paralar ticari sektörleri zora sokuyor. İhraç edecek mal ve hizmetlerin yokluğunda Lübnan eğitimli insanlar için tam bir ümitsizlik kaynağı hâline geldi.

Fakat en önemlisi de şu ki, ülkeyi yöneten mezhepçi elitler üretimden ziyade hamilik düzeni vasıtasıyla zengin oldular. Hem kamu kaynaklarını, hem özel sektörün parasını kendileri ve dostları için harcadılar. Bu düzen sayesinde Lübnan karmaşık bir coğrafyada istikrarlı kalmayı başardı fakat Lübnanlıların temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz kaldı. Ülkede elektrik altyapısı dahi tutarsız ve güvensiz. Makroekonomik tabloda ise tamamen görmezden gelinen derin sorunlar var.

Yaşanan finansal kriz, siyasi ayaklanmaya sebep oldu. Sokağa dökülen devrim yanlıları mezhepçiliği reddediyor ve yolsuzlukların son bulmasını talep ediyor. Buna rağmen rejimin şu ana kadarki ekonomik müdahaleleri elitlere yarayacak cinsten oldu. Yani kriz yoksulların ve orta sınıfın sırtına yüklenerek “çözülebilir”, bu da mezhepçi siyaset düzenini daha da derinleştirebilir.

Örneğin, devlet sermaye kontrolleri getirmeyi reddediyor ve yöneticileri arasında popüler siyasetçiler bulunan bankaların nakit yönetimi kendilerine bırakılıyor. Bu sayede elitler paralarını yurtdışına kaçırırken ortalama yurttaşlar mevduat hesaplarına zor erişiyor.

Dahası, merkez bankası mevduat faizlerini düşürdü fakat tahviller hâlâ yüksek faiz getiriyor ve bankaların kârları artıyor. Yükü çoğunlukla kamu bankalarının omzunda olan dış borç artmaya devam ediyor. Ayrıca kamu varlıklarının elitler ile bağlantılı şirketlere “ölü fiyatına” satılacağına dair emareler var.

Tüm bunlar olurken kura hiç el sürülmedi. Elitler ucuz dolarları kapıyor, yurttaşlar gerçek piyasada hızla değerini yitiren para biriminin acısını çekiyor. Memurların maaşlarını ödemek için para basıldığında devalüasyon daha da hızlanacak. Aslına bakarsanız dolar mevduatlarının (bunlar toplam mevduatların yüzde 80’i) faiz ödemelerini yerli para birimiyle yapmaya başlandı ve bu da borç stokunu şişirecekti.

Ekonomide beklenenler yaşanırsa, maaşları ve birikimleri değersizleşen orta sınıf yurttaşlar perişan olacak. Eğitimli genç yurttaşlar ülkeden daha da hızlı kaçacak ve sistemin bel bağladığı diaspora zarar görecekti. Mezhepçi düzen bu koşullar altında hayatta kalmayı başarsa da yönettiği nüfus oldukça yoksul olacaktı![101]

Evet krizin vurduğu Lübnan’da isyan büyürken Lübnan ekonomisi de tamamen çakıldı. 1 doların 1500 Lübnan lirasına sabitlendiği ülkede artık 1 dolar 2 bin 500 Lübnan lirası. Bankalar birliği kırmızı alarm seviyesinde olduklarını duyurdu.[102]

‘InfoPro Research’ araştırma şirketine göre, ekonomik kriz ve hükümetin vergi politikalarına karşı toplumsal gösterilerin başladığı 17 Ekim 2019’dan bu yana 160 bin Lübnanlı işini kaybetti. Dünya Bankası böyle giderse ülkedeki yoksulların nüfusa oranının üçte birden yaklaşık yüzde 50’ye yükseleceği uyarısı yaptı. Bankalar, yurt dışı havaleleri askıya aldı ve müşterilerin hesaplarındaki dövizleri çekmelerine kısıtlamalar getirdi.[103]

Bu arada 17 Ekim 2019’da başlayan ve kimilerinin “Ekim Devrimi” olarak da adlandırdığı gösteriler sadece Beyrut’ta parlamento binası önünde olmuyor. Beyrut, Trablusşam, Sayda ve Bekaa Vadisi’ndeki ana otoyollar da dâhil olmak üzere ülke genelindeki yollar (yakılan) lastiklerle kapatılıyor.

“Öfke Haftası” ilan eden göstericiler, barışçıl başladıkları protestoların işe yaramadığından ve seslerini duyuramadıklarından yakınıyorlar. “Bizi ciddiye almaları için eğer şiddete başvurmamız gerekiyorsa, buna da hazırız diyen Jana Hatoum artık bıçağın kemiğe dayandığını ve halkın tahammülünün kalmadığına dikkat çekiyor ve “Taleplerimizin yerine getirilmesi için siyasilerin anladığı dilden konuşacağız” diye ekliyor.

‘Uluslararası İnsan Hakları İzleme Örgütü’ (HRW) yaklaşık 100 ülkeyi kapsayan 30 yıllık insan hakları uygulamalarını yayınladığı raporda Lübnan’ı, Etiyopya, Hindistan, Pakistan, Zimbabve, Nijerya ve Bolivya ile birlikte “aşırı risk” ülkesi olarak nitelendirdi.

Gösteri sırasında güvenlik güçleri ile protestocular arasında arbede yaşanırken, Lübnan Kızılhaçı, çatışmalarda yaralı sayısının 220’ye çıktığını açıkladı. Açıklamada, 80 yaralının hastaneye kaldırıldığı ifade edildi.[104]

Olayların asıl başlama nedeni olan ekonomik kriz ise büyüyerek çöküşe doğru ivmesini artıyor. Lübnan Merkez Bankası yıllardır sürdürdüğü sabit kur uygulamasına devam etmeye çalışsa da Lübnan lirası, Amerikan doları karşısında yaklaşık olarak yüzde 40 değer kaybetti.

Bankadaki kendi hesaplarından paralarını çekemeyen Lübnanlılar için ilk başta haftalık olarak belirlenen 200 dolar sınırı bazı bankalar tarafından aylık sınır olarak açıklandı.

Parlamento önünde yaşanan olaylardan sonra hem kuzeyde Sünnîlerin kalesi olarak nitelendirilen Trablusşam’dan hem de güneyde Şiîlerin güçlü olduğu Nebatiye’den Beyrut’taki göstericilere destek geldi. Dayanışma için sokağa çıkan Lübnanlılar ekonomik krizin tetiklediği bu gösterilerin nasıl mezhepler üstü bir hâl aldığını da göstermiş oldular.[105]

Yolsuzluklara, neo-liberal politikalara ve kapitalist sömürü düzenine karşı Lübnan’da başlayan direnişte bankaların günlük çekilecek para miktarına sınırlama getirmesi sonucu 28 Aralık 2019’da Lübnan Komünist Partisi Öğrenci ve Gençlik Örgütü üyelerinin BLC bankasının işgali[106] ile pek çok banka önünde eylemler yapıldı.[107]

Cumhurbaşkanı Michel Aun’un önceden kaydedilmiş söyleşisinde protestoculara evlerine dönmeleri gerektiğini, yoksa ülkenin bir “felakete” doğru gittiğini belirtip, halka, “iktidardaki iyi insanları sevmiyorlarsa ülke dışına göç edebileceklerini” söylemesi bardağı taşıran damla oldu. Cumhurbaşkanının tartışmalı konuşmasının ardından protestocular, Beyrut, Trablus, Sayda, Sur başta olmak üzere pek çok bölgede sokaklara döküldü. Bazıları çöp tenekelerini devirerek, bazıları lastik yakarak, bazıları da yere oturarak yolları kapattı. Duvarlara “Bu ülke bizim, hiçbir yere gitmiyoruz” yazdılar.[108]

Tüm bu veriler ışığında Lübnan kolay, kolay durulacağa benzemiyor!

 II.4) ÜRDÜN

 Yakıta yönelik zamlar nedeniyle ülke genelinde geniş çaplı protestolara sahne olan Ürdün’de, konutların ısınmasında yaklaşık yüzde 50, petrolde yüzde 12 oranındaki artışın ardından başkent Amman başta olmak üzere pek çok yerde çok sayıda eylemci meydanlara çıktığında,[109] “Arap Baharı” günleriydi!

Hareketli günlerdi; mesela, Ürdün Kralı Abdullah, muhaliflerin reform talebiyle 5 Ekim 2012’de yapacağını duyurduğu gösterilerden bir gün önce, 4 Ekim 2012’de parlamentoyu feshetti ve erken seçim çağrısı yaparak[110] itirazın önünü kesme manevrasına sarıldı.

Kimi gözlemcilerin “Arap Baharı Ürdün’e uğruyor” yorumları dikkat çekiyorken;[111] ülkenin “Arap Baharı isyanlarıyla karşı karşıya kalacağı” mesajı veriyordu.[112]

“Arap Baharı”nın artçılarıyla sarsılan Ürdün’de insanlar artık reform sözleri duymak değil, uygulandığını görmek istiyordu.[113]

‘Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) 2016’da 723 milyon dolar tutarında üç yıllık yardım alan Ürdün’de bir yılda ekmek, yakıt ve elektrik gibi temel malların fiyatlarında artış yaşanırken; hükümet gelir vergisinde en az yüzde 5 oranında, şirketler için ise yüzde 20 ile 40 arasında artış öngören bir tasarıyı parlamentoya sunmuştu. Resmi verilere göre ülkedeki işsizlik oranı yüzde 18,5. Halkın yüzde 20’si de yoksulluk sınırında yaşıyordu.[114]

Ve de Ürdün ekonomisi dış borçlarını ödemekte zorlanmaya başlayarak bir borç krizine girip, IMF’den yardım istemek zorunda kalmıştı. IMF 2016’da Ürdün’e çeşitli ürünlere devlet desteğinin azaltılması, vergilerin indirilmesi gibi mali önlemlerle, ekonominin yabancı yatımcılara daha cazip hâle getirilmesi, kaynakların, yerel gereksinimlerden alınarak, borç ödemeye yönlendirilmesi koşuluyla kredi açmayı kabul etmişti.[115]

Bunun üzerine Ürdün, tarihinin en kitlesel halk hareketlerinden birine sahne oldu. Hareketin sebebi hem vergilere hem temel tüketim maddelerine yapılan zamlardı. 

IMF’nin uyguladığı program çerçevesinde hükümet bu adımları hayata geçirmek istedi. Lakin hükümetin bu adımı, Ürdün halkı tarafından sokakta protesto edildi. Sokak olaylarında ve grevlerde 15 sendikadan oluşan ve 2013’te oluşturulan “Meclis” önemli bir rol oynadı.[116]

Özetle söz konusu sarsıntılarla dolu 40 yılda Ürdün’de siyaset hep bu şekilde gelişti. Protestolara, reformlara ve görevden alınan hükümetlere rağmen sorunlar temelde aynı kaldı. Yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik ve yetersiz kamu hizmetleri… Halkın çoğunluğunu oluşturan orta ve dar gelirlilerin iki yakası bir araya gelmedi.

Ürdün’deki ekonomik gelişmeler ve dış mali yardımlar işçilerin yaşama koşullarındaki erozyonu durduramadı. Hayat pahalılığı sürekli artarken ücretler aynı oranda artmadı. Zengin ve fakir arasındaki uçurum göz göre göre arttı.

Eski Başbakan Hani Mulki’nin IMF ile imzaladığı anlaşma “Mayıs-Haziran Eylemleri”ni tetiklemişti. ‘Arap Barometresi’ raporu Ürdünlülerin giderek yoksullaştığını ortaya koyuyordu. Nüfusun yüzde 64’ü geçinemiyor veya çok zor geçiniyordu. Aynı araştırmaya göre nüfusun sadece yüzde 65’i hükümete güveniyor ve yüzde 79’u ülkenin en önemli sorununun yolsuzluk olduğunu düşünüyor. Yeni Başbakan Ömer el Razzaz vergide adaleti ve halka diyalog kurmayı içeren bir reform sözü verdi. Sağlık, su ve ulaşım başta olmak üzere kamu hizmetlerini geliştireceğini vaat etti. 

Ürdün’de işsiz ve öfkeli gençler, göçmen işçiler ve bağımsız sendikalar çeliğe su veriyorlar. Fabrikalar ve şehir meydanları Ürdün tarihinin yeni bir dönemine hazırlanıyor.[117]

 II.5) SUDAN 

 Sudan’da devasa bir “Ekmek İsyanı”[118] yaşandı.

Bunun öncesi vardı. Sudan’da eylemler yeni başlamış değildi. 19 Aralık 2018’den beri Sudanlılar ayakta ve El Beşir’in istifasını istiyor. Çünkü Kasım 2018’de Sudan parası yüzde 90 değer kaybetti ve enflasyon yüzde 70’e yükseldi. Benzinden başlayarak her şeye zam geldi. Fakat özellikle ekmeğe yapılan üç kat zam bardağı taşırdı ve halk 19 Aralık’ta ülkenin kuzeydoğusundaki Attaba’da ayaklandı. O tarihten bu yana Sudanlılar her türlü şiddete ve baskıya rağmen El Beşir’i protesto etmeyi sürdürüyordu.[119]

Bunların gerisinde de Sudan’ın bütün insanlığa ders olacak nitelikte acı bir öyküsü vardı. 1956’da bağımsızlığını kazanmasından sonra parlamenter sistemi esas alan bir yönetim oluşturuldu. 

2.5 milyon kilometrekare toprağı vardı. 35 milyon nüfusun yüzde 90’a yakını Müslüman idi. 600’e yakın kabile vardı. Önde gelen kabilelerin her biri kendini şöyle tarif ediyordu: “Peygamber soyundan geliyoruz…” 

Bu da “Yönetimde biz olmalıyız” deme hakkını onlara veriyordu. 400 kadar yerel dilin konuşulduğu Sudan’ın altı da zengindi üstü de. Altında petrol vardı, üstünde de su. 6 bin 600 kilometre ile dünyanın en uzun ırmağı olan Nil, bu topraklarda doğuyor. Mavi Nil ve Beyaz Nil, Sudan’ın başkenti Hartum’da birleşiyor. O birleşme yeri filin hortumuna benzediği için buraya Hartum adı veriliyordu. 

1980’li yıllarda en güçlü siyasi hareket Ensar Grubu idi. Ümmet Partisi ve İslâmi Cephe güçlü hareketler arasındaydı.

Sudan’ı dokuz yıl boyunca baskıcı ve yolsuzluklara batmış bir rejimle yöneten Numeyri, 6 Nisan 1985’te kansız bir darbeyle devrilmişti. Numeyri rejimi, yolsuzluklara battıkça, toplumsal desteğini kaybettikçe, baskıyı artırarak, şeriat yasaları getirerek, Müslüman Kardeşler’in Sudan kolu olan Ulusal İslâmcı Cephe’nin desteğini alarak iktidarda kalmaya çalışmış, İslâmcı hareket de giderek güçlenmişti. Numeyri kansız bir darbe ile devrildikten sonra yapılan genel seçimlerde İslâmcı Cephe’nin Umma Partisi’nin lideri Sadık al-Mahdi, Demokratik Birlik Partisi ile koalisyon yaparak yeni hükümeti kurmuştu.

Tuğgeneral Ömer el-Beşir, 1989’da işte bu demokratik yollarla seçilmiş hükümeti devirmiş, başbakanlığı ortadan kaldırarak başkanlık rejimine geçmişti. Bu başkanlık rejimi de Sudan’ı 30 yıl, baskı ve terörle, yolsuzluklarla çürüterek bu noktaya getirdi.[120]

2011’de yükselen iç savaş sonucu ülke ikiye bölündü. Petrol kaynakları Güney Sudan’da, petrolü pazarlama, ihraç etme olanakları ise Kuzey Sudan’da kaldı. Hem Güney ve Kuzey Sudan ayrılığa rağmen çatışmaya devam etti, hem de her iki parça kendi içinde çatıştı. 

1983’te başlayan, yükselip alçalan iç savaşın toplam bilançosu korkunç oldu: 2 milyon ölü.

Petrol ve su zengini bereketli topraklarda açlık en büyük sorundu.[121]

Böylesi bir tarihsel zeminde “Arap Baharı”nın teğet geçtiği Sudan da, Cezayir gibi kendi zamanında isyan sayfasını açtı.

Halk sübvansiyonların kaldırılmasına bağlı olarak ekmek, yakıt, tüp ve elektriğe gelen zamlar yüzünden 19 Aralık 2018’te Devlet Başkanı Ömer El Beşir’e karşı ayaklandı.

Uluslararası aktörlerin El Beşir’i zorlamadığı bir dönemde işleri batıran ekonomi oldu.

Güney Sudan’ın ayrılması, Hartum’u yüzde 75 oranında petrol gelirlerinden mahrum etti. Bu toplam döviz gelirinde yüzde 60 kayba tekabül ediyor. Ülkenin borcu 50 milyar dolar. Amerikan yaptırımlarının kaldırılmasına büyük umut bağlanmıştı. Ancak ülkenin kara listede tutulması finansal kaynaklara ulaşmayı engelledi.

Sonunda El Beşir, IMF’nin tavsiyelerine uyarak sübvansiyonları kaldırıp kamusal şirketleri özelleştirme yoluna gitti. Özelleştirilen demiryolları ve limanlarda çalışan on binlerce insan işsiz kaldı. Enflasyon fırladı, cüneyh eridi. Nakit ve yakıt kuyrukları bezdirdi.

Bunlar yetmezmiş gibi iktidardaki Milli Kongre Partisi, Beşir’in 2020’de tekrar aday olabilmesinin önünü açmak için anayasayı değiştirmeye kalkıştı. Ve sonunda isyan patlak verdi.

Doktor, öğretmen, avukat, gazeteci ve işçileri temsil eden Sudan Odalar Birliği’nin çağrısı üzerine başlayan gösteriler yayıldı.[122]

Gerçekten de Nesrine Malik’in ifadesiyle, “Her diktatörün rüşvet, vahşet, cinayet, işkence ve göz altılarla yarattığı büyüyle uzayan görev süresi bir gün son bulur. Bu bir kere oldu mu, analizlerin ötesine geçer… Ekonomik kriz mülksüzleşme hissini yaygınlaştırdı ve nihai olarak politik bir isyanı tetikledi. Öfke de farklı bir biçim aldı.”[123]

Kolay mı? Sudan’ın dış borcu 60 milyar doları aşması yanında; ayrıca yakıt, ekmek unu, yüksek yaşam maliyeti ve enflasyonda süregelen krizler yaşıyordu.[124]

Sudan başkaldırısının başlıca itici gücü olan ekonomik kriz, Beşir’in insanlığa karşı işlediği suçların yaptırımı olarak Birleşmiş Milletler tarafından uygulamaya konulan yatırım ve ticaret sınırlamalarının da bir sonucuydu.[125]

Yani isyanların arkasında başlangıçta ekonomik sıkıntılar yatıyordu. Beşir rejimi ABD ile terörizme karşı işbirliği yapmaya başladıktan, Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmak için başvurduktan sonra, ülkeye yönelik ekonomik ambargo kalktı. Beşir hükümeti de devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, temel mallara verilen fiyat desteklerinin kaldırılması gibi neo-liberal politikalar uygulamaya başladı. Ancak henüz IMF-Dünya Bankası yardımı alamadığından, uluslararası bankalar da Sudan’a kredi verecek kadar güvenmediklerinden, henüz dış kaynak girişi sağlanamadı. Buna karşılık, ticaret serbestleşince, hızla artan ithalat, dövize talep sonucu Sudan parası dolar karşısında yüzde 85 değer kaybetti, enflasyon yüzde 70’e vurdu. Ekonomide döviz kıtlığı ve dövize hücum başladı. Halk bankaların, ATM’lerin önünde uzun kuyruklar oluşturmaya başladı. Günde en fazla 11 dolar çekebiliyorlardı. Sudan halkının yaşam düzeyi hızla aşındı.

Ekmek fiyatlarına, hayat pahalılığına karşı başlayan protesto hareketleri, kısa sürede gelişerek yaygınlaşarak, neo-liberal politikaları, Beşir rejimini hedef alan siyasi bir nitelik kazandı. Çeşitli muhalefet grupları eylemlerini koordine etmeye başladılar.[126]

Böylelikle Sudan’ın 30 yıllık diktatörü, Darfur ve Güney Sudan savaşlarında yüz binlerce sivilin katledilmesinin müsebbibi, Sudan işçi sınıfının ve yoksullarının düşmanı, Müslüman Kardeşler’in (İhvanı Müslimin) müttefiki, Erdoğan ve AKP’nin işbirlikçisi Ömer Beşir, dört buçuk ay devam eden bir halk hareketi, devrimci mücadelenin gücü karşısında devrildi![127]

Sudan’da halk ayaklanması 19 Aralık 2018’de başta ekmek zammı olmak üzere hayat pahalılığı nedeniyle başlamıştı. Sudan Komünist Partisi’nden (SKP) Dr. Fethi Elfad, isyanın nasıl başladığını söyle anlattı: “Ayaklanmayı tetikleyen sert fiyat artışlarıydı. Ben tutuklu bulunduğum sırada Atbara’dan bir yoldaşla tanıştım, bu kent ilk gösterinin yapıldığı kenttir. Bana kitlesel protestoları başlatanın bir pazaryerinde ekmek bulamayan bir grup işçinin kendiliğinden yükselttiği sloganlarla başladığını söyledi. “Ekmek, ekmek” diye haykırmaya başladılar ve birdenbire on kadar kişi yüzlerce kişiye dönüştü ve giderek binlere ulaştı. 

Bu 19 Aralık günü oldu. Sonra göstericiler üç gün daha devam ettiler ve gösteri kitlesel bir protestoya dönüştü, rejimin istifasını isteyen yürüyüşler yapıldı. Atbana, bir demir yolu kenti, işçi sınıfından nüfusuyla tanınıyor, üç gün boyunda bu kent örgütlü kitleler tarafından kontrol edildi. Ardından güvenlik güçlerinin müdahalesi geldi. 22 Aralık’ta, hükümet yeniden kontrolü sağladı fakat o zamana kadar tüm kuzey kentleri ve kasabaları, rejimin devrilmesini talep eden kitlesel protesto eylemlerinin merkezleri hâline gelmişti. O andan sonra gösteriler ülke geneline yayıldı.”

Atbara, Sudan’ın en büyük sendikası olduğu belirtilen demir yolu işçileri sendikasının merkezi. 10 Mart 2019’da Sudan İşçi Sendikaları Restorasyonu İttifakı, Beşir karşıtı protestolara katılacaklarını ilan etti. Rejim tarafından dağıtılan tüm sendikalara, saflarını yeniden düzenlemek ve protestolara katılmak için çağrı yaptı. Açıklamada Beşir rejiminin, özelleştirmeler, zamlar, hastalık izinlerinin kısıtlanması, doğum izninin azaltılması ve benzeri kararlarla işçilere ve işçi haklarına saldırdığı hatırlatıldı. Sendika İttifakı, Sudan Meslek Odaları Birliği (SPA/ MOB), SKP, Sudan İşsizler Birliği gibi örgütlerin ‘Özgürlük ve Değişim Deklarasyonu’nu imzaladı.[128]

 

DEVRİMCİ MUHALEFETİN İSTEKLERİNİ OLUŞTURAN 7 MADDE[129]
Kötülükleriyle bilinen ve 30 yıldır, zor kullanarak emirler veren güvenlik ve istihbarat kurumlarının yönetici kadrolarının görevden alınıp tutuklanmaları.

Güvenlik ve istihbarat kurumlarının görevlerini yerine getirecek şekilde yeniden oluşturulması.

Gölge birlikler, halk savunması ve halk polisi gibi rejimin silahlı milis güçlerinin dağıtılması.

Silahlı çatışmaların olduğu Darfur, Nuba Dağları ve Güney Mavi Nil bölgelerinde vatandaşlara karşı suç işlediği bilinen nizami kuvvetlerdeki ve kurumlardaki yöneticilerin görevden alınarak tutuklanması ve haksızlığa uğrayanları razı edecek şekilde adalete teslim edilmeleri.

Rejimin tüm kurum ve organlarının hâlli, adam öldürme ve mali yolsuzluklara adı karışmış tüm kadrolarının görevden alınıp tutuklanması ve ardından anayasaya uygun bir şekilde yargılanması.

Siyasi tutukluların ve devrimin yanında yer alan askeri tüm tutukluların serbest bırakılması.

Sudan Anayasası’ndaki insan hakları belgesi ve uluslararası sözleşmelerdeki uluslararası insan hakları beyannamelerine aykırı, özgürlükleri kısıtlayan tüm kanunların kaldırıldığının ilan edilmesi.

 

Sudan’ın “Ekmek İsyanı”nda, her kesimden insan sokaklardaydı. Tüm muhalefet cephelerinin yanı sıra, ülkenin Komünist Partisi ve üniversite gençleri de caddeleri doldurdu. Protestoların en başından beri sokaklarda olan iki üniversiteli genç, Ahmed Awad ve Salma Mukthar Dirar. Her ikisi de 30 yıllık diktatörlük dönemini en başından hangi taleplerle yıkmak istediği konusunda emindi: “Ekmek, Adalet ve Özgürlük”…

Sudan Üniversitesi mühendislik fakültesi öğrencisi 22 yaşındaki Ahmed Awad bugüne kadar protestolarda 2 arkadaşının yaşamını yitirdiğini söyleyerek “Arkadaşlarım ve ben bu rejimi de artıklarını da istemiyoruz” diyor. Salma Mukthar Dirar ise, “Neden yüksek sesle kavga ediyoruz biliyor musunuz? İslâmi, muhafazakâr ve ataerkil sistemden bıkmış bir kuşağı zapt edemezsiniz” diye konuşuyor.

SKP Dış İlişkiler Komisyonu üyesi Dr. Mourad Mohamed, “Beşir gidiyor ama biz sokakları terk etmiyoruz, gençler sokakları terk etmiyor. Sudan’da her yaştan insanla bir aradayız. Ordunun kararı bizim için şaşırtıcı oldu ama sokaklardan çekilmeyeceğiz. Tam 30 yıldır Beşir diktatörlüğü altında yönetiliyoruz. Bu çok uzun bir süre insanların öfkesi bir anda dinmeyecek. Beşiri de takipçilerini de kovacağız,”[130] diyordu. 

Ve sonra!

Sudan’da ordu yönetime el koydu. Savunma Bakanı Orgeneral Avad Muhammed Ahmed bin Avf, Beşir’in görevden alındığını ve tutuklandığını açıklayıp, iki yıl sürecek bir geçiş döneminin ardından seçimlere gidileceğini ve yeni bir anayasa hazırlanacağını açıkladı.[131]

Imad K. Harb’ın, “El-Beşir 1989 yılında askeri darbeyle iktidara geldiğinden beri Ahmed bin Avf başkan yardımcısı ve savunma bakanı olarak görev yaptı ve rejimde önemli sorumluluklar üstlendi,”[132] notunu düştüğü Darfur Katliamı sorumlularından Sudan Savunma Bakanı Avad bin Avf askeri darbenin ardından Askeri Geçiş Konseyi Başkanı sıfatıyla yemin etmesinin üzerinden 24 saat geçmeden görevini bıraktığını açıkladı. Devlet televizyonunda canlı yayınlanan konuşmasında Bin Avf, Askeri Geçiş Konseyi Başkanlığı’nı bıraktığını, Orgeneral Abdulfettah el-Burhan’ı yerine seçtiğini, konseyin başkan yardımcısı Kemal Abdulmaruf’un ise görevinden alındığını bildirdi.

Sudan’daki muhalif gruplar, askeri darbenin halkın taleplerini karşılayamayacağını belirterek, sivil yönetim için protestolara devam çağrısı yaptı. Sudan’da halk hareketinin lider örgütü olan Sudan MOB ile SKP, halka sokağı terk etmeme çağrıları yapıp;[133] yayınladığı “Acil Çağrı”da “Kararlı halkımıza, Silahlı Kuvvetler Genel Karargâhı önündeki protesto dağıtılmak ve tüm engeller kaldırılmak isteniyor, lütfen herkes devrimi ve haklarını korumak için acil olarak protesto alanına gitsin,” dedi.[134]

Protestoların başlamasında etkili olan MOB “darbe rejimi” olarak nitelendirdiği askeri yönetimi reddederken, “sivil yönetim kurulana, Beşir yönetiminden kalan isimler gidene kadar mücadeleye devam” çağrısında bulundu. 

Gösterilerde “Hırsızların biri gitti, biri geldi”, “Devrim” sloganları atıldığı bildirildi. SKP de “Siyasal İslâm diktasına karşı ayaklanan kitlelerin onurlu mücadelesine karşı bir saray darbesi gerçekleşmiştir,” değerlendirmesi yaptı.[135]

Bunun üzerine Sudan’da askeri yönetim, başkent Hartum’taki protestoculara sokaklardaki barikatları kaldırmalarını isteyince; protesto hareketinin liderleri 21 Nisan 2019’da El Beşir’i deviren askeri konseyle temasa son verdiklerini duyurdu.[136]

Sonrasında yönetim, askeri konseyi protesto eden sivillere ateş açtı; muhalifler herkesi sokağa davet etti.[137]

Sudan’da güvenlik güçlerinin oturma eylemi yapanlara yönelik başlattığı operasyonda ölenlerin sayısı, Sudan Doktorları Merkez Komitesi’ne göre, 113’e yükseldi.

Eylemciler, 6 Nisan 2019’dan beri Genelkurmay Başkanlığı’nın önündeki meydanı işgal ediyordu. Ancak Sudan Ordusu, eylemcileri meydandan çıkartmak için müdahaleye başladı.

Güvenlik güçleri, Hartum’da Genelkurmay Başkanlığı binasının önünde uzun süredir oturma eylemi yapan sivil geçiş konseyi yanlısı göstericileri dağıtmak için ateş açtı.

Olayın ardından askerlerin makineli tüfekler ve askeri araçlarla Hartum sokaklarında gezdiği belirtildi. Birçok Hartum sakini müdahaleden Acil Destek Güçleri adlı milisleri sorumlu tuttu. Daha önce Janjaweed diye bilinen bu milisler, Darfur ve Batı Sudan’daki çatışmalarda kötü bir ün kazanmıştı.[138]

113 kişinin hayatını kaybettiği katliam sonrası cunta, emekçilere yönelik gözaltı dalgası başlatarak grev ve sivil itaatsizlik eylemlerini engellemeye çalışıyordu.

SKP’nin, ‘Hayır, Sudan Devrimi Bitmedi’ başlıklı çağrısında, “karşı devrim sokakları dağıttı ama devrimci ruhu yok edemedi,” deniliyordu.[139]

Ve nihayet Sudan’da askeri yönetim ile sivil muhalif koalisyon arasında 2019 Nisan’ından beri süren otorite krizini “sonlandıran”, Geçici Sivil Yönetim düzenlemelerini içeren Anayasal Bildiri anlaşması imzalandı.

Sudan’da Askeri Geçiş Konseyi (AGK) ile sivil muhalif koalisyon Özgürlük ve Değişim Bildirgesi Güçleri (ÖDBG) tarafından imzalanan anayasal bildiri, Afrika Birliği ve Etiyopya’nın arabuluculuğunda başkent Hartum’daki Sadaka (Dostluk) Kongre ve Toplantı Merkezi’nde düzenlenen törende, ÖDBG Sözcüsü Ahmed er-Rabi ile AGK Başkan Yardımcısı Orgeneral Muhammed Hamdan Dakalu tarafından imza altına alındı.

Bu anlaşmaya göre, yarın AGK lağvedilip, Devlet Başkanlığı Konseyi oluşturulacak.

Konseyi oluşturacak 6 sivil, 5 asker üye 19 Ağustos’ta yemin ederek görevine başlayacak. 

Barışın sağlanması, eski rejimin sembol isimlerinin yargılanması, yasal reformlar yapılması, devlet kurumlarının, yargı ve ordunun yeniden yapılandırılması ve ekonomik durumun iyileştirilmesi geçiş döneminin en önemli gündem maddeleri arasında yer alıyor.

Ordu karargâhı önünde sivil hükümete geçilmesi talebiyle demokrasi nöbeti tutan sivillere yönelik 3 Haziran’da gerçekleştirilen ve 100’ün üzerinde eylemcinin hayatını kaybettiği olaylarla ilgili bağımsız soruşturma komisyonu kurulacak.

3 yıl 3 ay sürecek geçiş döneminde konseye 21 ay asker, 18 ay bir sivil başkanlık edecekti.[140]

Böylelikle de başkaldırı düzen içinde massediliyordu!

 II.6) CEZAYİR 

 Yıllar önce, 2015 yılında Adam al Sabiri, “Cezayir’in güneydoğusundaki çöl kumları halk eylemlerinin ritmiyle hareket ediyor ve hükümet partisi protestoların bir ‘Arap Baharı’na dönüşebileceği uyarısı yapıyor,”[141] saptamasını yaparken; 2019’daki halk hareketinden söz ediyordu sanki…

1 Mart 2019’da, Cuma namazı sonrası yüzlerce kişi, 20 yıldır iktidardaki mevcut devlet başkanı Abdülaziz Buteflika’nın beşinci kez devlet başkanlığına aday olmasını protesto etmek için sloganlarla yürüyüşe geçti ve göz açıp kapayıncaya kadar onbinlerce kişi bu kalabalığa katıldı. Uluslararası burjuva ana akım medya organlarının bildirdiğine göre, yürüyüşler ve protestolar Cumartesi ve Pazar günü yüz binlerce göstericinin katılımıyla devam etti. Gösteriler Pazar günü gecenin geç saatlerine kadar sürdü. Başkent Cezayir’de günün herhangi bir anında gösteri yapmanın yasak olduğu (başkent haricinde, anlaşılan, sadece Çarşamba günleri izin veriliyor) ve en az 20 yıldır herhangi bir gece gösterisi yapılmadığı göz önüne alındığında, gösterilerin olağanüstü karakteri anlaşılabiliyordu… 

Cezayir ekonomisi korkunç bir kriz içindeydi. Ekonomik kriz, nüfusun yüzde 50’si gibi muazzam bir bölümünü oluşturan 30 yaşın altındaki gençler arasında, yaygın olarak uyuşturucu kullanımına ve Fransa kıyılarına ulaşıp bir yaşam kurmak için ölümcül kaçma girişimlerinin yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla bu aynı zamanda Üçüncü Büyük Depresyon’un doğrudan ürünü olan ulusal bir krizdi.[142]

Gösterilerde bir öğrenci “Hükümete ihtiyacımız var, mafyaya değil. Oyun bitti” yazılı döviz taşıyorken; sokaklar “Hırsızlar, memleketi yediniz”, “Maskaralığa son”, “Halk rejim değişikliği istiyor” sloganlarıyla çınlıyor, sloganlar futbol maçlarını da etkiliyordu.

“Cezayir yozlaşmış rejimden bıktı!”[143] gerçeğiyle müsemma protesto eylemlerinde, “Askeri değil sivil bir devlet”, “Generaller çöpe, Cezayir bağımsızlığa” şeklinde sloganlar atılırken;[144] ülkede 30 yaş altı işsizlik oranı, yüzde 25’i aşmış durumdaydı![145]

Ülkede ekonomik büyüme yüzde 3 sınırının altına inmiş durumdaydı.

İşsizlik genelde yüzde 11, gençler (16-24 yaş) arasında yüzde 30 düzeyinde. İşsizliğin daha da artmasını önleyebilmek için yeni iş olanakları yaratmak gerekiyor. Ancak Boutefilka rejiminin, “karanlık ve kanlı 90’lardan” sonra uzun yıllar toplumsal barışı, Hamid Saidi’nin deyimiyle “hatta vicdanları” satın almasına olanak veren petrol gelirleri hızla düşüyordu.

Cezayir’in hidrokarbon gelirleri, ihracatının yüzde 95’ini kamu maliyesinin gelir kaleminin yüzde 60’ını oluşturuyor. Hidrokarbon rantını canlı bir ekonomik yapı geliştirmek yerine bugüne kadar çarçur eden, kendini zenginleştirmekte kullanan iktidar, şimdi hızla sorunları derinleşmekte olan bir ekonomiyle karşı karşıya.

Döviz rezervlerinin 2013’de 170 milyar Euro düzeyinden, 2018 yılında 75 Euro düzeyine gerilemiş olması da, Buteflika rejiminin manevra alanının hızla daralmakta olduğunu gösteriyordu.

Cezayir parası Dinar’in 2014 sonrası yüzde 40 değer kaybetmesi, enflasyonist baskıları arttırarak bu daralmayı ağırlaştırıyordu. Bu koşullarda, bütçe ve cari açıkların 2019’da GSMH’nın yüzde 10’una ulaşması bekleniyordu.[146]

Nihayetinde altı hafta sokakları meydanları doldurup hep bir ağızdan “git” dediler, güçlerini gösterdiler ve “Adam” (Abdülaziz Buteflika) gitti![147] 

Öncelikle Mısır ve Tunus ile Cezayir örneklerinden, “Adam”ı devirmeye niyetli hareketlerin, toplumsal patlama öncesinde inşa edilmiş siyasi örgütlerinin, kurumlarının, hatta yeni bir toplumsal mutabakat üzerinde yükselen projelerinin olması gerektiği anlaşılıyordu.[148]

Birçok örnek gibi Cezayir’de de eksik olan buydu!

 II.7) BİR “EK”

 İki hafta arayla devrilen 20 yıl boyunca iktidarda olan 82 yaşındaki Cezayir Devlet Başkanı Abdülaziz Buteflika ile 30 yıl boyunca işbaşında olan 75 yaşındaki Sudan Devlet Başkanı Ömer Beşir arasında pek çok benzerlik olmakla birlikte onları deviren halk hareketleri de adeta ikiz kardeşler gibi. Tam 30 yıldır işbaşında olan, temel hak ve özgürlükleri yok sayan, halka sürekli yoksulluk dayatan, yakın çevresini besleyen her iki “tek adam”ın halk ayaklanmalarıyla devrilmesi, diktatörlüğe karşı mücadelenin sürdüğü dünyanın değer ülkelerinde umut yarattı.

Çok güçlü diktatörlerin de bir gün öfkenin sokağa taşmasıyla, halk hareketi karşısında çaresiz kalabildiğini Cezayir ve Sudan’daki gelişmeler ortaya koydu. Ancak aynı gelişmeler rejimin diğer kurumlarının, yükselen halk hareketinin devrime ulaşmasını engellemek için sürekli manevralar yaptığı, eski yüzleri yeni diye pazarladığı, böylece devrimi çalmaya çalıştığını da bir kez daha gösterdi.

“Devrimin çalınması” 2011’deki Arap Ayaklanmaları sonrasında yükselen ve diktatörleri deviren halk hareketlerinin amacına ulaşamadığı süreci tanımlamak için kullanılmıştı. Ayaklanmaların başladığı Tunus’ta 24 yıl boyunca iktidarda olan “tek adam” Zeynel Abidin bin Ali yurt dışına kaçarken yerine onun politikalarını sürdürenler geçmiş ancak ilerici, sol güçler birlik olarak mecliste güçlü temsiliyet kazanmış ve ülke politikalarında etkin duruma gelmeyi başarmışlardı. Ayaklanmaların en kitlesel ve kararlı olduğu Mısır’da ise Tahrir Meydanı’ndan yükselen halk hareketiyle 30 yıl boyunca aralıksız başkanlık koltuğunda oturan Hüsnü Mübarek devrilirken, önce Müslüman Kardeşler, sonra da Abdülfettah Sisi’nin öncülük yaptığı askeri darbe, devrimi çalmıştı.[149]

İyi de, bundan sonra ne olacaktı? Halk hareketinin tarihte açtığı sayfadaki yeni olasılıkları kim nasıl değerlendirecekti? Hareket hâlindeki tarih içinde tatmin edici cevaplar bulmak zor. Cevapları, bizzat halkın sokaklardaki hareketinin, karşısındaki güçlerle çatışması verecek. 

Buna karşılık, “On yıllarca ülkelerini kendi mülkleriymiş gibi yöneten, zenginliklerine el koyan, el koyduklarının bir kısmını adamlarına dağıtan, ekonomiyi, siyaseti, halkın kaderini belirleyen, her şeyi bilen, her şeye kadir, her şeye burnunu sokan, ‘Adamlar’ nasıl gitti” sorusuna cevap vermek daha kolay.

Bu soruya, Cezayir ve Sudan’a şu klasik formülün merceğinden bakarak cevap vermeye çalışabiliriz: “Yönetenler artık eskisi gibi yönetemiyorlar. Yönetilenler de artık eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar”. 

“Yönetenler eskisi gibi yönetemiyorlardı”. Cezayir’de ve Sudan’da devletin başında, güç biriktirme (yükselme) sürecini, popülaritesinin zirvesini çoktan geride bırakmış “Adamlar” vardı. Derin bir ekonomik kriz toplumsal dokuyu seyreltiyor, sınıflar arası dengeleri sarsıyordu. 

Yalnızca yönetenlerin kendi aralarında paylaştıkları pasta küçülmüyor, halkın rızasını satın almalarına olanak veren kaynaklar da hızla eriyordu. Bu durum adeta “bir mumu iki ucundan birden yakmaya” benziyordu. Uluslararası sermayenin, devleti yöneten hırsızların, yerli kapitalistlerin çıkarları arasında bir denge kurmak olanaksızlaşmıştı. Oligarşi (Cezayir), İslâmcı hareket (Sudan) içinde “Ya her şeyi kaybedersek” sorusu yankılanıyor, çatlaklar hızla derinleşiyordu. “Adam”ın yönetimine, ekonomi politikalarına karşı farklı seçenek arayışları başlamıştı. 

“Yönetilenler de artık eskisi gibi yönetilmek istemiyordu”. Her iki ülkede de yaşam koşulları giderek ağırlaşırken, ülkenin nüfusu içindeki oranı sürekli yükselen genç nüfusun, özellikle bunların eğitimli ve işsiz, ya da tatmin edici işler bulamayan kesiminin huzursuzluğu, öfkesi giderek kabarıyordu. Güvenli bir gelecek, kendilerini rahatça ifade edebilecekleri, özgür, demokratik, kültürel yaşam istiyorlardı. “Adamın” ve rejimin özel yaşamlarına burnunu sokmasından bıkmışlardı. Sudan’da özellikle kadınlar her fırsatta kendilerini hedef alan İslâmcı rejime öfkeliydi. Devrimin simgesinin bir kadın olması boşuna değildi. 

Her iki ülkede de bir öfke dalgası birikiyor, patlama noktasına doğru yükseliyordu. Cezayir’de, oligarşi Buteflika’yı beşinci kez devlet başkanı yapmaya kalkınca, Sudan’da temel malların fiyatları aniden artırılınca, yönetilenlerin öfkesi patlayarak sokaklar döküldü. 

Evet, artık “Adam” beceremiyordu, ekonomik kriz vardı, “Adamı” iktidarda tutan ilişkiler zayıflıyordu. Ancak bir çıkarlar zinciri içinde birbirlerine kilitlenmiş olanların bir değişiklik yapmaya ne acelesi, ne cesareti ne de gücü vardı. Hep birlikte tarihin aynı sayfasına takılıp kalmışlardı. 

Halk bu sayfayı çevirdi, tarihte dün olmayan, hatta olması bile hayal edilemeyen olasılıklarla dolu yeni bir sayfa açtı. Evet, “Adamları” kendi adamları vurdu, şimdi belki de türlü jeopolitik hesaplar da devreye giriyor. Ancak ne olursa olsun, sayfayı halkın sokaklardaki gücü, direnci çevirdi. Bu güç, direnç olmasaydı “Adamlar” hâlâ yerlerinde oturuyorlar, çalmaya ve insanlara yaşamı zehir etmeye devam ediyorlardı.[150]

Bu da ezilenlerin önünde aşması gereken, ikinci aslî barikattı!

 III. AYRIM: BİR KAÇ ŞEY DAHA

 Toparlarsak: Öyle ya da böyle, dünya ile Ortadoğu kritik bir süreçten geçiyor. Hiçbir yerde sürdürülemez kapitalizmin lanetli egemenlerden beklenebilecek herhangi bir şey söz konusu değil ve olamaz da!

Artık Walter Benjamin’in, “Kuşağımızın deneyimi: Kapitalizm doğal bir ölümle ölmeyecek,” uyarısındaki üzere tüm emperyalistler ve işbirlikçileriyle mücadele etmeden; barış isteyip, savaşa karşı olmak söylemi de yeterli değildir. Karl Liebknecht’in altını özenle çizdiği gibi, “Gerçek düşman kendi ülkemizdedir”!

“Neyi, nasıl yapacağımız”a ilişkin tüm soru(n)lar artık, -soyut tariflerden ari!-bir sınıfsal perspektifin mücadeleci inşasına mündemiçtir; kişilere değil…[151]

Politik ezen/ ezilen ilişkisinin hiçbir varyantını “es” geçmeden; sınıf(lar) mücadelesinin ekonomik saiklerini önemsemekle mükellefiz. 

Evet “homo ekonomikus”, “ekonomik çıkarları (karnını doyurma, barınma) doğrultusunda, yani biyolojik gereksinimlerine göre, bunları rasyonel biçimde tanıyarak hareket eden” insan anlamına gelir.

Gerçekteyse insanlar, hayvanlardan farklı olarak, konuşan sosyal yaratıklar olarak biyolojik çıkarlarını, gereksinimlerini, her zaman kültür ve ideoloji içinde anlamlandırırlar. Haz ve acı ikilemine de tutsak olmazlar; bu ikileme tutsak oldukça da insanlıktan uzaklaşırlar.

Üstelik insanın “rasyonel” değil, “bölünmüş” bir yaratık olduğunu, rasyonel yanının ağır bastığı durumlarda bile farklı rasyonalite denklemlerine göre hareket ettiğini de biliyoruz. Örneğin açız diye bağırmak yerine kahrolsun seçkinler, enteller diyebilirler. Ekonomi batarken, Yahudi düşmanı kesilebilirler, şeriat isteyebilirler, göçmenleri suçlayabilirler, hatta “konu vatansa gerisi boştur” filan da diyerek birbirlerini boğazlamaya gidebilirler.

Yeniden vurgularsak: İnsan, salt biyolojik bir varlık değildir, ekonomiyi adalet ve inanç bağlamında konuşur. Bunu kavramadan bir seçim kampanyası kurulamayacağı gibi, sapla samanı, “iyi ile kötüyü” ayırmadan (bölmeden) da siyaset yapılamaz.[152]

Tam da bu çerçevede -V. İ. Lenin’in ifadesiyle-, “Teoriye son şeklini veren yığın hareketi”dir. 

“Nasıl” mı? Başkaldıran Fransa’nın duvarlarında şöyle bir (uyarı) slogan var: “Un jour j’irais vivre en theorie parce qu’en théorie tout se passe bien/ Bir gün teoride yaşayacağım, çünkü teoride her şey iyi gidiyor”

Elbette devrimci teorik çaba önemli ve vazgeçilemezdir: Ancak “Teorisisizm”e dönüşmemek kaydıyla; duruşumuz ile teorisisizm arasına belirgin bir sınır olmalıdır.

Ahmet Telli’nin dizelerindeki üzere, “hangi dağ efkârlıysa ordayız./ perişan edilen her şey bizimdir./ yağmur oluyoruz, hangi ırmak kurusa./ gülüşümüz çocuk, adımız eşkıyaya çıkmıştır bizim,” diye haykıran devrimci Marksizm -nihai kertede-; son noktası konulmamış (sınıf mücadelesine bağlı) inşa hâlinde bir tarihtir.

Marcel Proust’un, anımsamanın unutmaya karşı koyan, ona direnç gösteren boyutuna dikkat çekmesi de boşuna değilken, eklemeden geçmeyelim: Geçmişi (“eleştirilerimiz özeleştirimizdir,” mantığıyla) anımsayıp, yerli yerine oturmadan, geleceği bugünden kurup, kazanmak mümkün değildir. 

  N O T L A R

[1] 15 Şubat 2020 tarihinde AKA-DER Maltepe’nin düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma… Kaldıraç, No: 224, Mart 2020…

[2] Karl Marx.

[3] “Türkiye Dahil 47 Ülkede Bu Yıl Ayaklanmalar Yaşanabilir”, 21 Ocak 2020… https://haber.sol.org.tr/dunya/turkiye-dahil-47-ulkede-bu-yil-ayaklanmalar-yasanabilir-278804

[4] https://www.reddit.com/…/global_1_now_owns_twice_as_much_…/…

[5] İbrahim Varlı, “Zengin Siyasileri Yiyeceğiz, Çünkü Açız”, Birgün, 21 Ocak 2020, s.4.

[6] Yeni küresel güç aktörü olan Çin’in ekonomik faaliyet alanı genişliyor. Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar dört bir tarafta ticari hamlelerle ABD’yi geride bırakan Pekin’in son dönemde Ortadoğu’ya yönelik ilgisi gözden kaçmıyor. (Ekin Akyaz, “Çin, Ortadoğu’nun Uzaktan Gelen Yeni Ülkesi”, Birgün, 26 Ekim 2018, s.5.)

[7] Doğan Ergün, “Ortadoğu: Bol Oyunculu Saha”, Cumhuriyet, 13 Nisan 2018, s.6.

[8] Ergin Yıldızoğlu, “Ortadoğu Yangınına Yeni Petrol…”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2017, s.9.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Her Yerde Korku”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2017, s.9.

[10] Ergin Yıldızoğlu, “Uğursuz Miras”, Cumhuriyet, 13 Ocak 2020, s.11.

[11] Nuray Mert, “Katar Krizi”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2017, s.5.

[12] Özgür Doğan, “Ortadoğu Savaşı, Kudüs ve Filistin Sorunu”, 16 Aralık 2017… http://marksist.net/ozgur-dogan/ortadogu-savasi-kudus-ve-filistin-sorunu.htm

[13] “Sungur Savran’dan 5 Soruya 5 Net Yanıt: ‘Emperyalizme Güvenenler Şimdi Utanıyor Olmalı’…”, Birgün, 3 Haziran 2018… https://www.birgun.net/haber-detay/turkiye-de-marksist-birikimin-onde-gelen-isimlerinden-sungur-savran-dan-5-soruya-5-net-yanit-emperyalizme-guvenenler-simdi-utaniyor-olmali-218223.html

[14] Ergin Yıldızoğlu, “Stratejik Zafer – Ateşten Gömlek”, Cumhuriyet, 10 Ekim 2019, s.11.

[15] “İngiliz basınında korkutan yorum! ‘Bu artık bir vekalet savaşı değil’…”, 10 Mayıs 2018… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/ingiliz-basininda-korkutan-yorum-bu-artik-bir-vekalet-savasi-degil-40832125

[16] “Savaşa Neden Olsa Bile İran’ın Saldırganlığını Sonlandırmaya Kararlıyız”, 6 Mayıs 2018… http://www.hurriyet.com.tr/dunya/savasa-neden-olsa-bile-iranin-saldirganligini-sonlandirmaya-kararliyiz-40827792

[17] Ali Karataş-Yusuf Ertaş, “İran’a Saldırı Bölgesel Savaşı Ateşler”, Evrensel, 20 Mayıs 2019, s.10.

[18] Cenk Ağcabay, “Umman Körfezi’ndeki Saldırılar ‘Topyekûn Savaşın’ İşareti midir?”, 15 Haziran 2019… http://sendika63.org/2019/06/umman-korfezindeki-saldirilar-topyekûn-savasin-isareti-midir-551259/

[19] “Yaşananlar III. Emperyalist Paylaşım Savaşıdır”, Devrimci Duruş, No:82, Kasım Aralık 2019, s.19-23.

[20] Ergin Yıldızoğlu, “Yeni Ortadoğu’da, İkilemler ve ‘Gerçek Erkekler’…”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2018, s.9.

[21] Ergin Yıldızoğlu, “Birden Taşlar Yerinden Oynadı…”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2019, s.11.

[22] Mustafa Kemal Erdemol, “Vekiller Gitti Asiller Kapışıyor”, Cumhuriyet, 15 Kasım 2018, s.11.

[23] Fehim Taştekin, “Orta Doğu’da Eksen Arayışlarının Merkezi Suriye”, 11 Aralık 2018… https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-46516387

[24] İbrahim Varlı, “Pax Americana’dan Pax Rusya’ya mı?”, Birgün, 14 Ocak 2020, s.4.

[25] “Fatih Yaşlı: ABD, İran’ın Ekonomisini Zayıflatarak Nüfuzunu Azaltmak İstiyor”, Evrensel, 10 Mayıs 2018, s.11.

[26] Nuray Mert, “Trump’ın Yeni Ortadoğu Siyaseti”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2017, s.5.

[27] Sol Parti Federal Parlamento Grubu Dış Politika Çalışma Grubu Başkanı ve Grup Başkan Yardımcısı Heike Hansel, “İran konusunda ABD’nin hiçbir şekilde ortaya koymadığı sözde deliller kabul edildi. Böylece Ortadoğu’da Trump’ın belirlediği politika da onaylandı. Bu bize göre feci bir durumdur,” dedi. (“Heike Hansel: Almanya’nın Trump’ın Ortadoğu Politikasını Onaylaması Feci Bir Durum”, Evrensel, 18 Ocak 2020, s.9.)

[28] Ceyda Karan, “Trump ile Bibi’nin ‘Nükleer Oyunu’…”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2018, s.9.

[29] “İran Mesaisi Hızlandı… Gözler İsrail-Suudi Arabistan Yakınlaşmasında”, Cumhuriyet, 7 Mart 2018, s.7.

[30] “ABD, Suriye’de Uzun Kalacak”, Hürriyet, 8 Eylül 2018, s.7.

[31] Hüseyin Kalkan, “Ömer Taşpınar: Trump, İran’ı Zayıflatarak Irak’tan Çıkmak İstiyor”, Yeni Yaşam, 11 Ocak 2020, s.4.

[32] Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, Çev: Yelda Türedi, İnkılap Kitabevi, 2005.

[33] Mustafa Balbay, “ABD Ortadoğu’dan Vazgeçemez!”, Cumhuriyet, 19 Eylül 2019, s.9.

[34] “Beyaz Amerika” 11 Ekim’i (1492) bu anakaranın “bulunuşu” diye kutlayadursun, aynı tarih yerliler için “özgürlüklerinin son günü”dür. Kolomb’a gemileri verenler, Koca anakara 100 milyona tırmanan ve 263 ulustan oluşan yerlilerin binlerce yıllık ülkesiydi. Avrupalılar geldikten sonra, sayıları yüzde birine düştü. Kolomb istediği gün altın getiremeyenleri asıyor, kesiyor, yakıyordu. 

Kolomb’un başladığını Avrupa’dan gelen Beyazlar sürdürdüler. Öyle ki, 1900’lerde ABD’deki yerli sayısı 300 bin’e düşmüştü. Ancak, insanın gerçeği saklamak ve yanlışı öğretmek konusunda bir geçmişi var. Bunda Amerikalıların özel bir bastırması ya da yeteneği olduğu söylenebilir. Birtakım yüksek yerli uygarlıkları Avrupalılar yok etti. Galeano’nun “Latin Amerika’nın Kanayan Damarları” kitabı bu acımasızlığı iyi anlatır. Bolívar, Zapata, Castro ve Che halk adına önde gelen kurtuluş savaşçılarıydılar. ABD Albayı Chivington’ın buyruğu ise şudur: “Tümünü öldürün ve derilerini yüzün!” General Sherman’ın da sözü: “Savaşı kadınlarla çocukların olduğu yerli kamplarına değin götürün!” General Custer yazılı antlaşmaları çiğneyen bir görevliydi. 

29 Aralık 1890’da toplarla gelen bir üniformalı Amerikan atlı birliği Oglala Sioux grubunu son üyesine değin bombaladı ve kılıçtan geçirdi. Bu kanlı olayda görev alanlardan yirmisine ABD Kongresi’nin bir de şeref madalyası verdiğini kaç kişi biliyor? (Türkkaya Ataöv, “ABD’ye Uygun Soykırım Tarihi: 29 Aralık”, Cumhuriyet, 29 Ocak 2020, s.2.)

[35] Mustafa K. Erdemol, “Trump Çektiği Savunma Sistemini Satacak”, Birgün, 28 Eylül 2018, s.4.

[36] “ABD’nin Ortadoğu’da Nerede Ne Kadar Askeri Var?”, Yeni Yaşam, 9 Ocak 2020, s.10. (https://www.newsweek.com/where-us-troops-near-iran-1480617

[37] Ahmet Yavuz, “Golan Kararının Çağrıştırdıkları”, Cumhuriyet, 28 Mart 2019, s.2.

[38] Doğan Ergün, “Fiili Adımı Filistin Kabul Etmeyecektir”, Cumhuriyet, 31 Ocak 2020, s.7.

[39] Mustafa K. Erdemol, “İsrail Sağının Büyük Başarısı”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2020, s.7.

[40] “Filistin-İsrail Çatışması Alevlenebilir”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2020, s.7.

[41] Doğan Ergün, “2019’dan Kalanlar… İsyan Dalga Dalga”, Cumhuriyet, 2 Ocak 2020, s.7.

[42] Mehmet Ali Çelebi, “Dünyayı İsyan Ateşi Sardı”, Yeni Yaşam, 31 Aralık 2019, s.4.

[43] Ezgi Kardeş, “2019’dan Kalanlar… Kıvılcımı ‘İletişim Vergisi’ Çaktı”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2020, s.7.

[44] İlario Salucci, Irak’ta Solun Tarihi, Çev: Osman Akınhay, Agora Yayınevi, 2005.

[45] İbrahim Varlı, “Nereye Gitti Bu Ortadoğu Solu?”, Birgün, 12 Aralık 2017, s.4.

[46] İbrahim Varlı, “Ortadoğu Solu Geri Dönüyor”, Birgün, 22 Mayıs 2018, s.4.

[47] Mustafa Kemal Erdemol, “Vekiller Savaşının Eli Kanlı Aktörleri”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2018, s.6.

[48] Mustafa K. Erdemol, “… ‘Kutsalların’ Çatışması: Mezhepçilik”, Birgün, 20 Ekim 2016, s.4.

[49] Mustafa Kemal Erdemol, “Mezhep Değil Jeopolitik”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2018, s.9.

[50] Şükran Soner, “Afganistan, Irak İşgali Onayından Kudüs’e…”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2018, s.11.

[51] Karl Marx, W. Cleon Skousen, The Naked Communist, https://www.goodreads.com/work/quotes/1059225-the-naked-communist

[52] Çünkü; “Kendi suretinde insanı yaratan tanrı değildir, aksine tanrıları kendi suret ve benzeyişlerinde yaratan insanlardır.” (Ludwig Andreas Feuerbach.) 

“Din zamanımızın gücü değil, güçsüzlüğüdür. Tanrıyı kendilerine kılavuz yapanlar boş bir gururu tatmin edecek hâle gelmişlerdir.” (Friedrich Hegel.)

“Ve Tanrı’ya itaat ettiğimizi sanırken aslında insanlara itaat ediyoruz.” (Albert Caraco.) 

“Din ihtiyacı, en çok fakir ve geri ülkelerin ezilen halk yığınlarında kalmıştır. Din tesellisinden daha kolay bulunur ilaç yoktur.” (Hikmet Kıvılcımlı.)

“Her din tahakküm isteğinden doğmuştur.” (Jean Meslier.)

“Her savaş her zaman din ile ilgili olmuştur.” (Antonio Gramsci.)

“Çağlar boyunca, güçlü zayıfı ezdi; kurnaz ve kalpsiz, aptal ve masum olanları tuzağa düşürdü ve köleleştirdi, ve insanlık tarihinde, hiçbir yerde, hiçbir tanrı ezilenlerin yardımına koşmadı.” (Robert Ingersoll.)

“Tanrı varsa, insan köledir; insan özgür olabilirse ve olmak zorundaysa, o zaman tanrı yoktur.” (Mihail Bakunin.)

[53] “Siyasal Kamplaşmamız Işığında İran’daki İsyan”, Yolculuk, No:21, 5 Ocak 2018, s.17.

[54] Saira Raife, “İran’ın Sessiz Karşı Devrimi”, Evrensel, 21 Eylül 2018, s.10.

[55] Yaman Törüner, “Çözüm”, Milliyet, 22 Aralık 2015, s.11.

[56] Özlem Yüzak, “İran Olaylarının Düşündürdükleri…”, Cumhuriyet, 5 Ocak 2018, s.9.

[57] Kakşar Oremar, “İran’da Kanlı Günler”, Yeni Yaşam, 1 Aralık 2019, s.4.

[58] “İran’da Yoksulluk Arttı”, Yeni Yaşam, 3 Eylül 2018, s.9.

[59] E. Ava, “İran’da İnternet Yasağı Kalktı, Katliamlar Ortaya Çıktı”, Evrensel, 5 Aralık 2019, s.9.

[60] Geçerken bir örnek: İran’da maaşları ödenmediği için 2018 yılında günlerce gösteri yapan Yedi Tepe Şeker Fabrikası işçileri ile protestolara katılan 7 kişiye 6 yıldan 18 yıla kadar hapis cezası verildi. Eylemlere destek verenler 5 kişi ile 2 işçiye, “ulusal güvenliğe karşı faaliyetler”, “yasa dışı gruplara üyelik” ve “rejime karşı propaganda” gibi suçlardan 6 yıldan 18 yıla kadar hapis kararı verildi. İran’da süren işçi eylemlerinde öne çıkan talepler ise ödenmeyen maaşlarının ödenmesi, yasa dışı olan 9 saati aşan çalışma saatlerinin azaltılması, sağlık sigortası ve asgari ücretin artırılması. (“İran’da Hakkını Arayan İşçilere Hapis Cezası Verildi”, Evrensel, 9 Eylül 2019, s.9.)

[61] “Zam İsyanı Tırmanıyor”, Birgün, 18 Kasım 2019, s.4.

[62] Abdolsalam Salimipoor, “İran’da Büyük Kriz… “Demir Yumruğumuzu Gösteririz”, 31 Aralık 2017… http://www.hurriyet.com.tr/iranda-buyuk-kriz-batik-finans-sirketleri-mi-sebep-oldu-40695723

[63] Ersin Çaksu-Karwan Hewram, “İran’da Bir Haftayı Geride Bırakan Eylemlerde Neler Yaşandı?”, ANF, 3 Ocak 2018.

[64] “ABD Kanalından İran İddiası: ‘Allah Yardımcımız Olsun’…”, Hürriyet, 2 Ocak 2018… http://www.hurriyet.com.tr/abd-kanalindan-iran-iddiasi-allah-yardimcimiz-olsun-40697623

[65] “İran’da Protestoların Kaynağı Kemer Sıkma Politikaları mı?”, 1 Ocak 2018… http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-42533086

[66] Yasin Kobulan, “Arif Keskin: İran’daki Ayaklanmanın Siyasi Talebi; Köklü Rejim Değişikliği”, Özgürlükçü Demokrasi, 5 Ocak 2018, s.10.

[67] “Ruhani’den Ters Köşe”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2018… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/901205/

[68] Mustafa Kuseyri, “İranlı Yazar Rahmani: İran’da Halk Hareketi Yeni Bir İvme Kazanacak”, Evrensel, 14 Ocak 2020, s.4.

[69] Ana akım medyadan bir hezeyanı eklemeden geçmeyelim: “İran’da zamları protesto için başlayan gösteriler yalan haberlerin ve dış güçlerin müdahalesi ile kısa süre içerisinde ülke geneline yayılan kanlı eyleme dönüştü. Yaşananlar Gezi provokasyonunu hatırlattı.” (“Gezi Provokasyonu Şimdi İran’da Sahnede”, Sabah, 3 Ocak 2018, s.12.)

[70] Anıl Ataş, “Benzin Zammı Sadece Kıvılcım”, Birgün, 6 Aralık 2019, s.5.

[71] 1941’de kurulan komünist TUDEH Partisi kısa zamanda 78 ilde örgütlenmiş, 50 bin üyesiyle önemli bir kitle partisi hâline gelmişti. Parlamentoda 6 temsilcisi, hükümette de üç bakanı bulunan TUDEH Partisi, 1 Mayıs ve Anayasa günü kutlamalarında 50 bine yakın insanla miting yapabilecek güce ulaşmıştı. TUDEH’in yan kuruluşu olan Birleşik Sendikalar Merkez Konseyi’nin 1946’da petrol iş kolunda yaptığı genel grev sonucu taleplerini işverene kabul ettirmişti. Bu grev Anglo-Iranian Oil şirketi yöneticilerini paniğe sürükledi. İngiltere’nin Abadan Konsolosu endişesini “Rafinerinin ve petrol sahalarının güvenliğiyle İngiliz personelin güvenliği TUDEH’in iyi niyetine ve iradesine bağlıdır” sözleriyle dile getirecekti. (Miyase İlknur, “İran Yürüyor: Küçük ve Büyük Hicret”, Cumhuriyet, 7 Ocak 2018, s.10.)

[72] Ergin Yıldızoğlu, “İran’ı Düşünürken”, Cumhuriyet, 4 Ocak 2018, s.9.

[73] Güray Öz, “İran’ı Anlamak Kolay Değil”, Cumhuriyet, 3 Ocak 2018, s.6.

[74] Mustafa Zeyn, “Irak Halkının Söz Hakkı Yok”, Hayat, 23 Ekim 2010.

[75] “400 Bin Belgede Tam 109 Bin Ölü”, Radikal, 24 Ekim 2010, s.32.

[76] “Irak’ta On Binlerce Kişi Kayıp”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2010, s.11.

[77] “Saddam’ın kimyasal silahları var, hepimizi öldürecek” yalanıyla 2003’te alçakça işgal edilen Irak üzerine yeni bir “savaş raporu” (Boston Tufts Üniversitesi’nden Barry Levy ve Albert-Einstein Tıp Koleji’nden Victor Sidel’in araştırması…) yayımlandı. 

Tıp dergisi The Lancet’teki ayrıntılı araştırmaya göre, savaşta 190.000’e yakın insan öldürüldü, öldü. 5 milyon Iraklı yerinden yurdundan oldu… Binlerce Iraklı yaralandı, hastalandı. Ülkenin bütün altyapısı paramparça oldu! Ülkenin bizzat kendisi dahil!

Iraklılar için bu ölüm sayısı mutlak değil. Geleceğe yönelik sonuçları itibarıyla da potansiyel olarak yüz binlerce ölümü bu sayıya katanlar var. Tüm sağlık altyapısının çökertilmesi nedeniyle, tedavi edilemedikleri için ve benzer nedenlerle savaşın etkileriyle ölen ve hâlâ ölmekte olan Iraklılar var… Bir de 10 yıldır ülkede esen terörün kurbanları…

Savaşın ABD’ye bedeli 2.2 trilyon dolar! Gelecek 40 yılı hesap etmişler, faiziyle birlikte 6 trilyon doları bulmuşlar… 4.487 Amerikalı asker öldü, 31.000 asker de yaralandı… 

Yazarlar anımsatıyor: O zamanki Bush Kongre’ye verdiği raporda “Bu işi en çok 60 milyar dolara bitiririz…” diyordu! (Orhan Bursalı, “Irak Savaş Raporu, Kader Ağını Örüyor”, Cumhuriyet, 18 Mart 2013, s.6.)

[78] “Obama Irak’ta Yeni Sayfa Açıyor”, Radikal, 1 Eylül 2010, s.13.

[79] “ABD ‘Moral Liderliği’ İçin Yeni Darbe”, Radikal, 24 Ekim 2010, s.32.

[80] “Irak’a Kaos ve Yıkım Getirdi”, Birgün, 21 Mart 2018, s.4.

[81] Ali Karataş-Yusuf Ertaş, “Irak’ta Yolsuzluk ve Yoksulluğa İsyan”, Evrensel, 17 Ağustos 2015, s.10.

[82] “Irak’ta Dinmeyen Öfke: Halk Rejimin Devrilmesini İstiyor”, Evrensel, 23 Ocak 2020, s.9.

[83] “Irak’ta İç Savaş Çıkabilir”, Yeni Yaşam, 21 Ocak 2020, s.9.

[84] Bağdat’ta ABD Büyükelçiliği binasının bulunduğu korunaklı Yeşil Bölge yakınlarına 5 füze düştü. Düşen 5 füzenin birinin, büyükelçilik binasına isabet ettiği bildirildi. (“Irak: ABD Elçiliğine Yine Füze Saldırısı”, Cumhuriyet, 28 Ocak 2020, s.7.)

[85] “ABD-İran Gerilimi Sürerken Halkların Gündemi Ortak: İnsanca Yaşamak İstiyoruz”, Birgün, 16 Ocak 2020, s.4.

[86] “Iraklılar Hükümeti Sokakta Uyardı”, Evrensel, 20 Ocak 2020, s.9.

[87] Hediye Levent, “Ya Hep ya Hiç ya da Hiçbiri”, Evrensel, 26 Nisan 2018, s.11.

[88] “Lübnan’da Devrim Sloganları: İnsanlar Aç Kalırsa Yöneticilerini Yiyecekler”, 19 Ocak 2020… https://sendika63.org/2020/01/lubnanda-devrim-sloganlari-insanlar-ac-kalirsa-yoneticilerini-yiyecekler-574738

[89] Nalan Yazgan, “ABD-İran Gerilimi Lübnan’ı Nasıl Etkiliyor?”, Cumhuriyet, 15 Ocak 2020, s.7.

[90] Elif Görgü, “Habib Fares: Lübnan’da Egemenlerin Balayı Uzun Sürmeyecek”, Evrensel, 7 Kasım 2016, s.11.

[91] Ömür Şahin Keyif, “James Petras: ABD İstediğini Alamadı, Lübnan Yeni Oyun Sahası”, Birgün, 15 Kasım 2017, s.5.

[92] “Lübnan’ın Bab Al-Tabbaneh semtinde Ortadoğu’daki çatışmanın toplumsal etkilerini izlemek mümkün. Çatışma sırasında görev alırsa 3 dolar kazanan çocuklar, mermiler arasında İnternet kafeye koşuyor. ‘Bir çocuğa 20 dolar verip bir savaş başlatabilirsiniz’ diyor Derviş. Halası da ekliyor: ‘Politikacılar birbirlerine bir mesaj göndermek istediklerinde burada çatışma finanse ediyorlar’…” (Oriol Andrés Gallart, “Bilgisayar Oyunları, Yoksulluk ve Çatışma”, Evrensel, 21 Ocak 2015, s.10.)

[93] Hediye Levent, “Kavuran Seçim Rüzgârları”, Evrensel, 24 Mayıs 2018, s.11.

[94] Faik Bulut, “Lübnan’daki Halk İsyanının Arka Planı”… https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/01/23/lubnandaki-halk-isyaninin-arka-plani/

[95] Selim Deringil, “Lübnan Ayaklanması: Hepiniz Defolun!”, 23 Aralık 2019… https://marksist.org/icerik/Dunya/13325/Lubnan-ayaklanmasi-Hepiniz-defolun!

[96] Ümit Fırat Açıkgöz, “Lübnan’da Mezhepçiliğin Sonbaharı”, Birgün, 30 Ekim 2019, s.5.

[97] Nalan Yazgan, “Lübnan ‘Bağımsızlığını’ Kazanabilecek mi?”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2019, s.9.

[98] Ümit Fırat Açıkgöz, “Lübnan’da Mezhepçiliğin Sonbaharı”, Birgün, 30 Ekim 2019, s.5.

[99] Cena Yasmin Nahal, “Lübnan İntifadası ya da Anti-Kapitalist Bir Kitlesel Hareketin Gelişimi”, 4 Şubat 2020… https://umutgazetesi16.org/arsivler/24979

[100] “Ekonomik Krizin Vurduğu Lübnan’da İsyan Büyüyor”, Birgün, 19 Ekim 2019, s.5.

[101] Ishac Diwan, “Lübnan’da Kusursuz Fırtına”, Birgün, 13 Ocak 2020, s.5.

[102] Hediye Levent, “Lübnan’da Neler Oluyor?”, Evrensel, 27 Ocak 2020, s.9.

[103] “Lübnanlıların ‘Öfke Haftası’: Artık Barışçıl Değiliz, Çünkü Bizi Duymuyorlar”, Evrensel, 22 Ocak 2020, s.9.

[104] “Lübnan’da Meclis Binası Etrafında Protestolar: Polis Saldırdı, 220 Yaralı”, Evrensel, 20 Ocak 2020, s.9.

[105] Nalan Yazgan, “Siyasilerin Anladığı Dilden Konuşacağız”, Birgün, 25 Ocak 2020, s.5.

[106] Lübnan’da halkın WhatsApp’a yapılan vergi zammı ile başlayan ve neo-liberal politikalara, yolsuzluklara ve kapitalist sömürü düzenine isyana dönüşen eylemler sürüyor. Lübnan Komünist Partisi Öğrenci ve Gençlik Örgütü üyeleri, bir banka şubesini işgal etti. Halk isyanı, Lübnan siyasetinde tam bir krize neden olurken ekonomik olarak da Lübnan’ı sarsmış, bankalardan günlük çekilecek para miktarına sınırlama getirilmişti. Bu nedenle, halk paralarını çekemedikleri için faturalarını ödeyemezken, ödenmeyen faturalar nedeniyle, elektrik, su gibi temel hizmetler kesilmeye başlamıştı. (“LKP Üyesi Öğrenciler ve Gençler Banka Şubesini İşgal Etti”, 29 Aralık 2019… http://direnisteyiz27.org/lubnan-komunist-partisi-uyesi-ogrenciler-ve-gencler-banka-subesini-isgal-etti/)

[107] “Lübnan’da Banka İşgali Devam Ediyor: Sermaye Rejimi Devrilsin!”, 31 Aralık 2019… http://direnisteyiz27.org/lubnanda-banka-isgali-devam-ediyorsermaye-rejimi-devrilsin

[108] Nalan Yazgan, “Lübnan’da Öfke Dinmiyor”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2019, s.7.

[109] “Yakıt Zammı Ürdün’ü Karıştırdı”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2012, s.13.

[110]  “Kral’dan Bir Açılım Daha”, Taraf, 6 Ekim 2012, s.2.

[111] “… ‘Bahar’ Amman’ın Kapısında”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2012, s.12.

[112] “Kardeşler, Kral Abdullah’a Süre Verdi”, Cumhuriyet, 26 Eylül 2012, s.12.

[113] “Ürdün’de Halk Reform Sözlerine Artık Kanmıyor”, Milliyet, 21 Eylül 2012, s.25.

[114] “Ürdün’de Protestolar Sonucu Başbakan Mulki İstifa Etti”, Evrensel, 5 Haziran 2018, s.11.

[115] Ergin Yıldızoğlu, “Bu Sırada Ürdün’de”, Cumhuriyet, 18 Haziran 2018, s.9.

[116] “Ürdün Halkı IMF Hükümetine Karşı Ayakta”, Evrensel, 11 Haziran 2018, s.10.

[117] Kıvanç Eliaçık, “Ürdün: İşçiler Çeliğe Su Veriyor”, Evrensel, 8 Ocak 2020, s.4.

[118] “Sudan’da ‘Ekmek İsyanı’!”, Kızıl Bayrak, No:2018/03, 19 Ocak 2018, s.16.

[119] Mehmet Ali Güller, “Diktatörlerin Sonu: Ya Devrim ya Darbe”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2019, s.12.

[120] Ergin Yıldızoğlu, “O ‘Adam’ Gitti, Bu ‘Adam’ da Gidiyor”, Cumhuriyet, 11 Nisan 2019, s.11.

[121] Mustafa Balbay, “Sudan: Her Şey Petrol ve Sudan!”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2019, s.9.

[122] Fehim Taştekin, “Sudan, 30 Yıldır Görevde Olan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’le Vedalaşıyor mu?”, 10 Nisan 2019… http://direnisteyiz25.org/sudan-30-yildir-gorevde-olan-devlet-baskani-omer-el-besirle-vedalasiyor-mu-fehim-tastekin/

[123] Nesrine Malik, “Sudan’ın Kahramanları: Her Diktatörün Görev Süresi Bir Gün Son Bulur”, Yeni Yaşam, 21 Nisan 2019, s.10.

[124] “Sudan’da Geçiş Dönemi: Başarı Şansı ve Belirsizlikler”, Evrensel, 30 Ağustos 2019, s.9.

[125] Zafer Yörük, “Sudan’da Kanlı Bayram”, Yeni Yaşam, 9 Haziran 2019, s.7.

[126] Ergin Yıldızoğlu, “Sudan’da Bahar”, Cumhuriyet, 7 Ocak 2019, s.11.

[127] Sungur Savran, “Sudan Devriminin İlk Zaferi: Halk ‘Düzenli Geçiş’i Aşabilecek mi?”, 11 Nisan 2019… https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/sudan-devriminin-ilk-zaferi-halk-duzenli-gecisi-asabilecek-mi

[128] “Sudanlılar Darbeye Karşı Sabahladı: Devrim Yeni Başlıyor”, 12 Nisan 2019… https://www.evrensel.net/haber/377387/sudanlilar-darbeye-karsi-sabahladi-devrim-yeni-basliyor

[129] “Sudan’da Halk Ayaklanmasının Çatı Örgütünden 7 Talep ve Cuntaya Uyarı”, Evrensel, 15 Nisan 2019, s.9.

[130] Ekin Akyaz, “Sudanlılar Kavgaya Devam Edecek”, 12 Nisan 2019… https://www.birgun.net/haber-detay/sudanlilar-kavgaya-devam-edecek.html

[131] “Sudan’da Darbe: Ordu Yönetime El Koydu, Devlet Başkanı Ömer El Beşir’i Görevden Alıp Tutukladı”, 11 Nisan 2019… https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-47893272

[132] Imad K. Harb, “İki Ülkedeki Değişimi Askerler Yönetemez”, Birgün, 15 Nisan 2019, s.5.

[133] “Sudan’da Rejim Karşıtı Hareket Darbeyle Sonuçlandı, Beşir Tutuklandı”, 11 Nisan 2019… https://www.evrensel.net/haber/377302/sudanda-rejim-karsiti-hareket-darbeyle-sonuclandi-besir-tutuklandi

[134] “Sudan’da Halk Yönetimin Sivil Hükümete Bırakılması İçin Sokaklarda”, Evrensel, 16 Nisan 2019, s.9.

[135] “Sudan’da Sivil İktidar İçin Eylemler Sürüyor”, Cumhuriyet, 13 Nisan 2019, s.7.

[136] “Sudan’da Darbe: Ordu, Sivil Yönetim Çağrısı Yapan Eylemcilerden Barikatları Kaldırmalarını İstedi”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2019, s.7.

[137] “Ordu El Beşir’in Yolunda: 8 Ölü”, Yeni Yaşam, 4 Haziran 2019, s.9.

[138] “Sudan’da Ölü Sayısı ‘113’e Yükseldi’…”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2019, s.13.

[139] Yusuf Ertaş, “Sudan’da Genel Greve Karşı Gözaltı Dalgası”, Evrensel, 10 Haziran 2019, s.9.

[140]  “Sudan’da Anayasal Bildiri Anlaşması İmzalandı”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2019, s.7.

[141] Adam al Sabiri, “Cezayir’de Hükümetin ‘Gecikmiş Bahar’ Korkusu”, Evrensel, 21 Ocak 2015, s.10.

[142] Sungur Savran, “Cezayir: Zombi Devlete Meydan Okumak”, 5 Mart 2019… https://www.gercekgazetesi.net/uluslararasi/cezayir-zombi-devlete-meydan-okumak

[143] “Cezayir Yozlaşmış Rejimden Bıktı!”, Evrensel, 11 Mart 2019, s.9.

[144] “Cezayirli Öğrenciler, Generalin Ölümüne Rağmen Sokaklarda”, 24 Aralık 2019… http://direnisteyiz27.org/cezayirli-ogrenciler-generalin-olumune-ragmen-sokaklarda

[145] “Cezayir’de On Binlerce Kişi Neden Sokaklarda?”, 4 Mart 2019… https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-47434962

[146] Ergin Yıldızoğlu, “Cezayir Protestoları: Rejim ve Halk ‘Tehlikeli Bir Yol Ayrımında’…”, 6 Mart 2019… https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-47460421

[147] Ülkede bir bütün olarak toplumsal muhalefet zayıf olsa da sol, sosyalist muhalefet azımsanmayacak durumda. Sosyalist Güçler Cephesi (FFS), İşçi Partisi (PT), Kültür ve Demokrasi Birliği ilk akla gelen partilerden. FFS’nin Parlamento’da 27 sandalyesi var. Sol parti ve yapılar Buteflika’ya karşı olayların merkezindeydi. (İbrahim Varlı, “Cezayir’de Neler Oluyor?”, Birgün, 12 Mart 2019, s.4.) 

[148] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Adam’ Gitti”, Cumhuriyet, 8 Nisan 2019, s.11.

[149] Yücel Özdemir, “Sudan ve Cezayir Dersleri: Zorbalar Kalmaz, Gider!”, Evrensel, 15 Nisan 2019, s.10.

[150] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Adamlar’ Nasıl Gitti?”, Cumhuriyet, 15 Nisan 2019, s.11.

[151] Abdullah Öcalan’ın avukatı Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Emran Emekçi, Ortadoğu sorunlarının Demokratik Modernite ile çözülebileceğine işaret edip, “Bu sistem sistem, hegemon güçlerin oyununu bozmaya yönelik” vurgusuyla ekliyor: “Sayın Öcalan, ‘Eğer ben bu komployla İmralı tecridinde değil de Ortadoğu’da kalmış olsaydım, Irak’ın ve Suriye’nin durumu böyle olmazdı. Çünkü Ortadoğu sorunlarına çözüm getirecek tek paradigmayı biz temsil ediyorduk’ diyor.” (“Önerilen Sistem Demokratik Modernite”, Yeni Yaşam, 14 Ocak 2020, s.6.)

[152] Ergin Yıldızoğlu, “Dost Acı Söyler”, Cumhuriyet, 16 Ocak 2020, s.11.

İlginizi Çekebilir

Müslüm Yücel: Siyaset ve mafya arasında şartlı ötenazi: Çakıcı ve Peker
Günay Aslan: Korona sonrası Kürtler

Öne Çıkanlar