“Erkekler için başka,
kadınlar için başka
bir yasanız olmasın.”[1]
“Edebiyat ortamındaki egemen bakış bana kadın sorunlarıyla ilgilenmem gerektiğini anımsattı,” (s.6) saptamasıyla; “Kadın kendine erkeğin değerleriyle bakıyor” (s.7), “Erkeğin sorumluluk alanı kadının kendi üzerinde egemenlik kurmaya dönüşür,” (s.9) vurgusuyla; “İlkel topluluktan… günümüze dönersek niteliksel olarak kadının yaşantısında pek bir şeyin değişmediğini görürüz” (s.15) uyarısıyla Berrin Taş’ın ‘İnsanileşme Sürecinde Kadın-Erkek Sorunu’[2] çalışması önemli bir yapıt.
Çünkü… Herkesin malumu üzerine “Üç Semavi (Göksel)” dindeki “Adem ile Havva” (Adam ve Eva) efsanesinde de kadın “Yasak Meyve” için erkeğini kandıran, onu da, kendisini de Cennetten kovdurtan yaratıktı…
Bu kadar da değil! Kadın düşmanlığı-ve cinsiyetçilik-konusunda Yunan efsanelerindeki Zeus (Roma’da Jupiter) karakterine de değinmeden geçmemeli…
Kolay mı? Erkek egemenliğinin önde simgelerinden Zeus, dolayısıyla kadın düşmanlığının yani kadını cinsel haz aracı gibi gören erkek zihniyetinin baş temsilcisidir!
Örneğin o yedi kez evlenmiştir, eşleri Metis, Themis, Eurynome, Demeter, Mnemosyne, Leto ve Hera’dır.
Cinsel tacizci ve tecavüzcüdür. Altın ışık hâline bürünüp Danae’ye, satir kılığına girip Antiope’ye, alev olup Aegina’ya, kuğu olup Leda’ya, beyaz boğa olup Europe’ye (Avrupa’ya) tecavüz etmiştir.
Sayısız aşk maceralarının ve tasallutlarının kurbanları arasında Alkmene, Anaxithea, Kallisto, Karme, Kassiopeya, Dia, Dione, Elara, Elektra (bu Elektra, Agamenon’un kızı Elektra değil), Hesione, Io, Maya, Neara, Niobe, Okyanus Pluto’su, Protogenya, Semele, Styx, Tavgete, Thalia, Tymbris ve daha nice nimfa’lar (su perileri) ve ölümlü kadınlar vardır.
Bu kadarı yetmezmiş gibi “baş tanrı”nın iğfal ve kız kaçırma öyküleri, zamanına ait heykel, kabartma, çömlek-vazo desen ve resimlerinden Michelangelo gibi büyük ressamların tablolarına değin klasik sanata geçmiştir.
Bu da demektir ki, “Adamın sağırlığı kadını susturmuştu,”[3] ifadesindeki erkek kültü, insanlığın sınıflı topluma geçtiği, tarihin başladığı çağdan beri bin yıllardır süregelmiştir.
Sınıflı toplum(lar)da şuna şüphe yok: “Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çerçevelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır (…) Bunu şöyle yalınlaştırabiliriz. Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendini bir nesneye -özellikle görsel bir nesneye- seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.”[4]
Bu da kadının “mal/ işgücü” sayılması ve alınıp satılmasına “evlilik” denilmesidir; kadın(lar)ın aleyhine tecelli eden cinsiyet ayrımcılığıdır. Onların şiddet türlerinin tümüne maruz bırakılmasıdır ki, tam da bunun için “İtaatsizliği cezalandırmak ve özgürlüğü disiplin altına almak için, aile geleneği, kadınları aşağılayan, çocuklara yalan söylemeyi öğreten ve korku hastalığını yayan bir terör kültürünü sürdürmektedir,” diye uyarır Eduardo Galeano!
* * * * *
Simone de Beauvoir’ın, “İnsan kadın olarak dünyaya gelmez, zamanla kadın olur,” vurgusu kadın(lık) hâli ya da meselesini “özetler”ken; kadınlara yönelik “ayrımcılık” kapitalizmle başlamadı. Binlerce, on binlerce yıl geriye giden bir sorundur söz konusu olan. Kadınlara yönelik ayrımcılık, kadının ikinci sınıf sayılmasının, eksik sayılmasının tarihi, sınıflı toplumun tarihiyle yaşıttır… Yani kadınların başı, bin yıllardır erkek egemen, patriyarkal baskı ve zulümle derttedir…
Gore Vidal’ın, “İnsanlık düşmanı üç din ortaya çıktı: Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâm. Bunlar gök tanrı dinleri. Tamamen ataerkiller (Tanrı her şeye gücü yeten baba) ve bu yüzden gök tanrı ve onun dünyalı delegelerinin etkisinde kalan ülkelerde 2000 yıldır kadın düşmanlığı var”…
Teslime Nesrin’in, “Hiçbir din kadın erkek arasında eşitliği övmüyor, öğütlemiyor. Tüm dinler kadınlara düşman. Hepsi kadına baskıyı teşvik ediyor, hepsi kadınların erkeklerle aynı haklardan yararlanmasını engelliyor. Hiçbir biçimde kadının özgürlüğüyle bağdaşmayacak ataerkil sistemlerin ilelebet sürmesini istiyor”…
İlhan Arsel’in “İslâm dünyasının yazar ve düşünürleri, şeriat verilerine sarılmış olarak, kadının ‘aklen ve dinen’ eksik yaratıldığını, nikah denilen şeyin kadın için kölelik olduğunu ve kadının dinsel görevinin erkeğin hizmetini görmek ve onu cennetlere hazırlamak olduğunu, tek bir ağız şeklinde söyler olmuşlardır,” ifadelerindeki üzere sınıflı “Toplum, erkeğin cinsel deneyimini, onun gelişiminin doğal gereği sayarken, kadının benzer deneyimine korkunç bir musibet, namusunu ve bir insanda bulunan bütün iyi ve güzel faziletleri kaybetmesi gözüyle bakar. Toplumdaki bu çifte ahlâk standardı, fahişeliğin doğuşunda ve sürdürülmesinde hiç de azımsanmayacak bir role sahiptir.”[5]
Yeri gelmişken anımsatmadan geçmemeli: Kadını sözde kutsallaştıran yaygaraların belirleyicisi, patriyarkal baskıdır.
Çünkü Shere Hite’ın, “Ekonomik özgürlükleri olmadıkça, kadınların özgürlüğünden söz edilemez”; Karl Marx’ın, “Özel mülkiyetin egemen olduğu yerde, insanların ilişkisi ve kadın erkek ilişkisi bir ticarete dönüşür”; Mary Wollstonecraft’ın, “Para için evlenmek legal fahişeliktir,” satırlarının altını çizdiği üzere kadın erkeğin basit eklentisi, gölgesi değilken; o, “erkek efendi”sinin lütfundan bağımsız, özgün var oluşunun farkına varıp; asalakça, bağımlı ve çaresiz bir hizmetkârmış gibi sürdürdüğü bir yaşama yani tapulu bir mülkmüş gibi sahiplenilmeye “Hayır” demelidir ki, kadın tam da burada kadın olabilecektir; “Kadın tanrının, devletin, kocasının, ailesinin bir kulu olmaya karşı çıkmalıdır,” haykırışındaki gibi Emma Goldman’ın!
Bu zorunludur. Çünkü kölelerin köleleri konumundaki kadın(lar) için bir şey(ler) daha:
Kadın haklarının en ileri olduğu varsayılan Avrupa Birliği’nde kadın erkek eşitliği indeksi, 2022’de yalnızca 0.6 puan arttı, kısacası yerinde saydı. Ne yazık ki bu küresel açıdan, en “olumlu” gelişmeydi. 2022’de, ABD’den Endonezya’ya, Afganistan’dan İran’a, İsrail’e kadın hakları genel bir saldırı altındaydı. Bu saldırıların ortak paydasını, din (Hıristiyanlık, Müslümanlık, Yahudilik) oluşturuyordu…[6]
2017’de Dünya Ekonomik Forumu’nun her yıl açıkladığı ‘Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda Türkiye 144 ülke arasında bir sıra daha geriledi ve 131. oldu…[7]
Türkiye’de işgücüne dahil olmayan 20 milyon 310 bin kadının 11 milyon 56 bini, yani yüzde 54.4’ü ev işleriyle meşgul. Nisan 2019 itibarıyla 15 yaş üstü Türkiye nüfusunun 30 milyon 990 bini kadınlardan, 30 milyon 270 bini erkeklerden oluştu. Bu kadınların da yüzde 46’dan fazlası 15 yaş altı çocuk ya da yaşlı bakımıyla uğraşmak zorunda.
Türkiye’de 2018’de, erkek nüfus 41 milyon 139 bin 980 kişi olurken kadın nüfus 40 milyon 863 bin 902 kişiden oluştu. Bu rakamlara göre Türkiye toplam nüfusundaki kadınların yüzde 13’ten fazlası ev işleriyle meşgul. Ekonomik faaliyete göre istihdam edilen 9 milyon kadının 2 milyonu ücretsiz aile işçisi olarak çalışıyor…[8]
Tüm bunlar ve diğerleri, sınıflı toplumun dayattığı kadın(lık) hâl(ler)ine başkaldırıyı “olmazsa olmaz” kılıyor.
* * * * *
Berrin Taş’ın çalışması “olmazsa olmaz”ın tarihsel derinliklerine inip ekliyor: “Antikçağ’dan Rönesans’a kadar bütün tasvirlerde felsefeyi kadınlar simgeler… bilgelik tanrıçası” (s.18); “Pythagoraşçı Kadınlar” (s.24); “Kynik Okulu-Hipparchia” (s.38); “Kyrene Okulu-Arete ve Lais” (s.39); “Epikürcü Kadınlar-Themista ve Leontion” (s.40); “İskenderiyeli Hypatia (370-415)” (s.42); “Neval El Saddavi… Şeriat” (s.139); “Halide Mesudi… Cezayir” (s.144)…
Bu kadar değil elbette. “Tarih Devam Ediyor…” (s.47) deyip, “Bir cinsin öteki cins üstündeki… bir insanın başka bir insan üstündeki… bir ulusun başka bir ulus üstündeki… bir sınıfın başka bir sınıf üstündeki iktidarı dünya yüzünden silinmedikçe… bilinçlerden kazanmadıkça tarih işte böyle devam ediyor,” (s.70) gerçeğinin de altını çiziyor.
Burada bir parantez açıp, Émile Zola’nın, “Özgürlüğünü ısrarla arayan bir kadının ahlâkı gücü, köleliği benimsemiş binlerce sessiz kadının gücünden daha fazladır,” vurgusuyla birkaç örnek daha aktarmakta fayda var.
Mesela “Lyon ipek işçileri topluluğu hep isyankâr canutlardı; 1831’de ve yine 1834’de ayaklandılar. Michelet’in ifadesiyle ‘Bu dünya onu yapamayacağı için, karanlık ve nemli vadilerinde kendilerine tatlı rüyalar ve görüntülerden ahlâki bir cennet’ kurdular”…[9]
Mesela “Olympe de Gouges’un kafası, kadınların da vatandaş olduklarına inanmayı sürdürmesin diye 1793’te Fransız Devrimi tarafından uçuruldu. (…) Olympe de Gouges’un yoldaşları akıl hastanesine kapatıldılar. Ve onun infazının hemen ardından sıra Manon Roland’a geldi. Manon, İçişleri Bakanı’nın karısıydı, ama bu bile onu kurtaramadı. Onu doğaya aykırı bir biçimde politik etkinliklerin içinde olma eğilimi gerekçesiyle mahkûm ettiler. O, ev işlerini yapmak ve cesur evlatlar yetiştirmek için yaratılmış olan kadının doğasına ihanet etmiş ve burnunu erkeklere ait olan devlet işlerine sokarak ölümcül bir küstahlık sergilemişti”…[10]
Mesela “Hareket etmeyenler, zincirlerini fark edemez”; “Özgürlük her zaman başka türlü düşünenin özgürlüğüdür”; “Sizin ‘düzeniniz’ kumdan zemin üzerine kurulu. Devrim daha yarın ‘gümbürtüyle ayağa kalkacak yeniden’ ve yüreklerinize korku salan borazanlarla ilan edecek: Vardım, varım, var olacağım!” diyen, ya da kendisi için John Berger’e, “İşçileri ve kuşları sevdi. Topal ayağıyla dans etti. Ona ilişkin her şey büyüleyici ve sahicidir. Ölümsüzlerden biri…”;[11] Eduardo Galeano’ya, “Rosa, suya hasret kaldığımız zamanlarda bizim taze su kaynağımız olmayı sürdürmektedir,”[12] dedirten Rosa Luxemburg…
Mesela “Dizlerimiz üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğleriz.” Bu sözler İspanya’nın kadın komünisti (“Tutku Çiçeği”) Dolores Ibárruri…
Mesela Avrupa antifaşist direnişlerinde Nazilerle kahramanca çarpışarak katledilen kadınlardan Rada Vranješeviæ, Diamando Kumbaki, Liri Gero, Vela Peeva, Hanna Sawicka…
Veya Haziran 1941’den 8 Mayıs 1945’e kadar Nazilere karşı anavatan savunmasında yer alan yaklaşık 1 milyon kadın; çoğu elinde silahlarla savaşın ön cephelerindeydi. Örneğin bu kadınlardan özel olarak oluşturulmuş üç kadın pilot timi vardı: 586, 587 ve 588. Gece Bombardıman Hava Alayları. Bu kadın pilotlar Nazilerin öylesine korkulu rüyası olmuştu ki Naziler onlara Gece Cadıları (Almanca: Nachthexen) ismini takmışlardı. Gece Cadıları, Halk Savunma Komitesi’nde görevli kadın pilot Marina Raskova ile Kızıl Yıldız Nişanı verilen Lilya Vladimirovna Litvyak ve Sovyetlerin ilk kadın üsteğmeni Lili… Uçağı 1943’te bir uçuş sırasında kaybolduğunda Lili henüz 21 yaşındaydı.
Ayrıca Nazi faşizmine karşı mücadelede tıpkı Sovyet kadınları gibi en önde yürüyen ve Nazilerin korkulu rüyası olan Bulgaristanlı kadınlardan Sonya kod adlı militan, ya da gerçek adıyla Tsola Dragoyçeva…
Sonra 1943-1945 kesitindeki İtalyan Direnişi’nin kadın savunma birliklerine katılan 70 bin kadın ve 233 bine yakın partizandan 35 bini, yine kadınlar…
Bir de İspanya’da yıllar boyu süren iç savaşın sonrasında komünizmi savunup, tarihe ‘13 Gül’ (Las Trece Rosas) olarak geçen 13 kadın, Franco diktatörlüğü tarafından 5 Ağustos 1939’da Doğu Mezarlığı’nın duvarında (Almudena) kurşuna dizildi. On Üç Gül’ün adları: Carmen Barrero Aguado (24), Martina Barroso García (22), Blanca Brissac Vázquez (29), Pilar Bueno Ibáñez (27), Julia Conesa Conesa (19), Adelina García Casillas (19), Elena Gil Olaya (20), Virtudes González García (18), Ana López Gallego (21), Joaquina López Laffite (23), Dionisia Manzanero Salas (20), Victoria Muñoz García (19) ve Luisa Rodríguez de la Fuente (18) idi…
Ya da Hitler Almanya’sında idam edilen ilk kadın olarak tarihe geçen Lilo Hermann 20 Haziran 1938’de katledilmişti. Onun direnişçi tavrı, cesareti ve kararlılığı bugün hâlâ bir örnek…
Veya Ekim Devrimi’nden sonra kurulan Jenotdel (1919-1930), Komünist Partisi’nin işçi ve köylü kadınlar arasındaki çalışmalarını örgütleyen birimdi…[13]
Daha niceleri “Artık kadınların yaşam tarzında bir devrim gerçekleştirmenin zamanı gelmiştir. Kadınlara yitirdikleri onurlarını geri vermek ve insan soyunun bir parçası olarak dünyanın dönüştürülmesine katkıda bulunmalarını sağlamak için geç bile kalınmıştır,” uyarısını yankılandırıyor, Mary Wollstonecraft’ın…
* * * * *
O hâlde kadın(lar)ın kurtuluşu, Friedrich Engels’in anlattığı gibi toplumsal özgürlükten ayrı ele alınması mümkün olmayandır; aktarıyorum:
“Ana hukukunun devrilmesi, kadın cinsinin dünya-tarihsel yenilgisiydi. Erkek evde de dizginleri ele geçiriyordu, kadın ise değerini yitiriyor, esir ediliyor, erkeğin şehvetinin kölesi, yalnızca bir çocuk üretme aracı hâline geliyordu. (…) Kadınların bu alçalmış statüsü, zamanla süslenmiş ve gizlenmiş, kısmen de daha yumuşak biçimler altında örtülmüştür, ama asla ortadan kaldırılmamıştır”…
“Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir”…
“Famulus, ev kölesi demektir ve familia bir adama ait kölelerin toplamı anlamına gelir”…
“Ev yönetimi, kamusal karakterini yitirdi. Bu iş artık toplumu ilgilendirmiyor; bir özel hizmet hâline geldi; toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın, bir baş-hizmetçi oldu”…
“Modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli, kadının evcil köleliği üzerine kurulmuştur”…
“Kadın cinsel eğlence aracı değildir. Asla böyle aşağılık bir tabakada bulunamaz”…
“Ailede, erkek burjuvadır; kadın da proleter rolü oynar”…
“Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete dönüşümüyle birlikte, ücretli emek de, proletarya da ortadan kalkacaktır; öyleyse, aynı zamanda, belirli bir sayıda kadın için para karşılığı kendini satma zorunluluğu da ortadan kalkacak demektir”…
“Cinsel aşk, sevilen kimsenin de sevmesini gerektirir; bu bakımdan, cinsel aşkta kadın erkeğe eşittir”…
“Yaşamı boyunca hiçbir zaman para karşılığı ya da mevki gücü için kendini bir erkeğe vermemiş, ya da ekonomik sonuçlarını düşünerek sevdiği erkeği geri çevirmemiş bir kadınlar kuşağıyla; para ya da mevki gücüyle bir kadını yüzüstü bırakmamış ya da geçimini düşünerek sırf çıkarı için sevmediği kadına bağlanmamış bir erkekler kuşağı yetiştiği zaman. İşte o zaman kadın erkek ilişkileri ve insan ilişkileri ahlâki yüceliğe ulaşacaktır”…
“Bu nedenle, evlilikte tam özgürlük ancak, kapitalist üretimin ve onun yarattığı mülkiyet ilişkilerinin ilgası sonucu eşlerin seçimi üzerinde hâlâ güçlü bir etkisi bulunan tüm ikincil ekonomik hususların da ortadan kaldırılması ile mümkün olacaktır. İşte o zaman, karşılıklı aşktan başka hiçbir neden kalmayacaktır”…[14]
* * * * *
Açıkça ifade edelim; Friedrich Engels’in satırlarında çerçeve Inessa Armand’ın, “Eğer kadının kurtuluşu komünizm olmadan hayal bile edilemiyorsa, komünizm de kadının tam kurtuluşu gerçekleşmeden hayal dahi edilemez”; Clara Zetkin’in, “Komünizm kadın cinsiyetine tam özgürlük ve tam hak sağlayan biricik toplum düzenidir,”[15] sözleriyle altını çizdikleridir.
“Kadın cinsi yenilgiye uğradı ve ev kölesi oldu”… “Bütün uygar ülkelerde, en ileri olanlarında bile, kadınlar öyle bir konumda bulunuyor ki, onlara ev-köleleri demek hiç de gerekçesiz değildir. Hiç bir kapitalist devlet, en özgürü bile, kadınların tam hak eşitliğini tanımıyor”…[16]
“Kapitalizm altında ne kadar demokrasi olursa olsun, kadın ‘evcil bir köle’, yatak odasına, bebek odasına, mutfağa kilitli bir köle olarak kalacaktır”…[17]
“Gerçekten özgür olabilmek için kadın, bugünkü biçimiyle zaman aşımına uğramış ve engelleyici ailenin yüklediği ağırlığın zincirlerinden kurtulmak zorundadır. Kadın için ailesel sorunun çözümü, ekonomik bağımsızlığın tam olarak elde edilmesi ve siyasal eşitliğin kazanılmasından daha az önemli değildir”…[18]
“Kadınlar yalnızca genel siyasal yaşama doğrudan doğruya katılmaya değil, ama sürekli ve genel bir yurttaşlık ödevini yapmaya da çağırılmadıkları sürece, ne sosyalizm, hatta ne de tam ve sürekli bir demokrasi söz konusu olabilir”…[19]
“Pek çok işçi kadın büyük çapta katılmadıkça hiçbir sosyalist devrim olamaz.” “Bir devrimin başarısı kadınların ona hangi ölçüde katıldığına bağlıdır”…[20] diyen sosyalizmdir.
* * * * *
El özet, Berrin Taş’ın, “Tecavüzler… Yasalar Kimden Yana?” (s.127) sorusu; “İki ucu keskin bir bıçaktır bu. Kadının ‘erkek gibi kadın’ olmakla ‘kadın gibi kadın’ olmak arasında sıkıştırıldığı dil” (s.120) “Erkek Gibi Kadınlar… Erkek Dili…” (s.119) egemenliği gündem(imiz)deyken; Simone de Beauvoir’ın, “Kadınların özgürleşmesi daima toplumsal özgürleşme ile ilişkilidir,” saptaması hâlâ ve tüm zamanlarda gerçekliğini koruyor.
Bu tabloyu değiştirecek olan Virginia Woolf’un, “Bir kadın olarak benim ülkem yok. Bir kadın olarak kendime bir ülke istemiyorum. Bir kadın olarak benim ülkem bu dünya”…
Agatha Christie’nin, “Kadınlar böyledir. Öfkelendikleri zaman güçleri müthiş artar”…
Angela Davis’in, “Olağanüstü durumlar dışında benim bildiğim iki baskı var: Rengimizden dolayı karşılaştığımız baskılar, yani ırkçılık. Ve ekonomik sınıfımızdan dolayı karşılaştığımız baskı yani sömürü. Bu ikisine karşı çıkmadan, kadın haklarını korumak söz konusu olamaz”…
Aleksandra Kollontay’ın, “Kadını ezen koşullarla, onu bir ev kadını veya bir anne olarak özgürleştirebilmek için bir mücadeleye girişmemiz gerekiyor. Ve bu kadınlara yönelik en iyi yaklaşımdır-bu yalnızca sözle değil, aynı zamanda eylemle ajitasyondur”…
Berrin Taş’ın, “Bizler bugün burada kadın haklarından… barıştan… eşitlikten… adaletten söz edebiliyorsak bunun insanlığın savaşlardan… gözyaşlarından geçerek bugüne getirdiği kazanımlarına borçluyuz. Bugün bize düşen geçmişin kazanımlarının sorumluluğunu taşımaktır,” (s.162) cümlelerindeki duruştur…
N O T L A R
[*] İnsancıl Dergisi, Yıl: 34, No:407, Haziran 2024…
[1] Oscar Wilde, Önemsiz Bir Kadın, çev: Pınar Dua Deveci, İş Bankası Kültür Yay., 2016.
[2] Berrin Taş, İnsanileşme Sürecinde Kadın-Erkek Sorunu, İnsancıl Yay., Aralık 2023, 176 sahife.
[3] Ursula K. Le Guin, Tehanu Yerdeniz Üçlemesi 4, Çev: Çiğdem Erkal İpek, Metis Yay., 2011, s.137.
[4] John Berger, Görme Biçimleri, çev: Yurdanur Salman, Metis Yay., 1999, s.46-47.
[5] Emma Goldman, Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir, çev: Necmi Bayram, Agora Kitaplığı, 2006, s.62.
[6] Ergin Yıldızoğlu, “Kadınlar İçin Kötü Bir Yıl Oldu”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2022, s.9.
[7] Özlem Yüzak, “İzlanda 1’inci, Ruanda 4’üncü, Türkiye 131’inci”, Cumhuriyet, 6 Kasım 2017, s.9.
[8] Şehriban Kıraç, “11 Milyon Kadın Ev İşine Mahkûm”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2019, s.11.
[9] Eric J. Hobsbawm, Devrim Çağı 1789-1848, çev: Bahadır Sina Şener, Dost Kitabevi, 2000, s.189.
[10] Eduardo Galeano, Kadınlar, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2016.
[11] John Berger, Rosa Luxemburg Kitabı-Seçme Yazılar, çev: Tunç Tayanç, Dipnot Yay., 2013.
[12] Eduardo Galeano, Rosa Luxemburg Kitabı-Seçme Yazılar, Çev: Tunç Tayanç, Dipnot Yay., 2013.
[13] Burcu Özdemir, Sovyetler Birliği’nde Komünist Kadın Hareketi (1919-1930), Yordam Kitap, 2021.
[14] Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1967.
[15] Clara Zetkin, Lenin’in Bütün Dünya Kadınlarına Vasiyetleri, çev:Atilla Temiz, Sorun Yay., 2010, s.69.
[16] V. İ. Lenin, Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Kadın ve Aile, çev: Öner Ünalan, Sol Yay., 2008.
[17] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979, s.77.
[18] Aleksandra Kollontai, Marksizm ve Cinsel Devrim, çev: Aysem Göztok, Bilgi Yayınevi, 1974.
[19] V. İ. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1969.
[20] V. İ. Lenin, Karl Marx-Friedrich Engels-V. İ. Lenin, Kadın ve Aile, çev: Öner Ünalan, Sol Yay., 2008.