“Yaşam, en beklenmedik anda şaşırtıcı, güzel sürprizler hazırlar insana.”[1]
Soru(n)lar(ımız)ın kavranabilmesi için bir girizgâh, saptamalar dizini gerekli.
Ergin Yıldızoğlu’nun, “Türkiye’de, siyasal İslâmın yaklaşık 17 yıldır ilerleyen “pasif karşıdevrimle restorasyon” sürecinde önemli eşik aşıldı”;[2] Güray Öz’ün, “Rejim değişti devlet dönüşüyor”;[3] Hatay Barosu Başkanı Ekrem Dönmez’in, “Hukuk devleti sınırları çoktan terk etti”;[4] Ahmet İnsel’in, “Kalıcı OHAL devleti,”[5] betimlemeleriyle müsemma hâl(imiz) iktisadî, siyasî ve beşerî boyutları vahim; alarm sinyalleri veriyor.
İKTİSADÎ SORU(N)LAR…
İktisadî mesele mi?
Siz bakmayın, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın, tüm dünya ekonomilerinin tarihi büyük bir kriz yaşadığını, ancak Türkiye’nin bu durumdan en az etkilenen ülkelerden biri olacağını söylediğine![6]
Kazın ayağı hiç de böyle değil…
Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Şişman şunlara dikkat çekiyor:
“2020’de dünyada pandeminin getirdiği yüzde 4 civarı küçülme beklentisi, ülkemizdeki başkanlık sistemi uygulaması, 2018’den bu yana artan dış politik gerginlik ve jeopolitik sorunlar. Kamu garantili altyapı yatırımlarında gerçekleşen yükümlülüklerin bütçede giderek artan yükünü de sayalım. Kredi piyasalarındaki önemli sorunlar, icra dosyalarının yaklaşık 23 milyona (486 bin 286 kişi kara listede) ulaşması ve esas olarak neo-liberal modeldeki tıkanma temel nedenler olarak gösterilebilir. Türkiye, yüksek özel sektör borcu, yüksek enflasyon, işsizlik ve yeniden artmakta olan cari açığıyla ve siyasi kutuplaşmasıyla en fazla kırılganlık gösteren ülkelerin başında gelmektedir.”[7]
Yeditepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Veysel Ulusoy da, “Borcu artık borçla bile ödeyemiyoruz,”[8] diyor.
Karşımızda tam anlamıyla bir çürüme görüntüsü var… TL yine bir çöküşün kıyısında, 500 büyük şirketin borçları 2018’de yüzde 35 artmış; faaliyet kârlarının yüzde 89’u borç geri ödemelerine gitmiş. Türkiye’nin kredi riskini ölçen indeksler rekor üzerine rekor kırıyorlar. Merkez Bankası rezervleri açıklanamaz biçimde dalgalanarak gerilemeye devam ediyor. Bu dalgalanmaların tuhaflığı bir yana, rezervlerin gerilemesi doğal. İki binli yılların borçlanarak büyüme modeli çoktan tükenmiş.
Borçlanmaya dayalı büyümeyi sonuna kadar sömüren akıl, şimdi enflasyon yükselir ekonomi daralırken, işsizlik artarken, tüketici ve ekonomi güven indeksleri düşerken, diğer bir deyişle, stagflasyondan depresyona doğru gidiş yaşanırken, emeklilik fonlarına gözünü dikiyor.[9]
Bunlar böyleyken; fakir daha da fakirleşiyor. Türkiye gelir dağılımı eşitsizliğinde Avrupa ikincisi. En yoksul yüzde 40’lık kesimin milli gelirdeki payı yüzde 17…[10]
2.6 milyon emekli 763 liralık sefalet aylığına mahkûm. Emeklilerin yüzde 60’ının aylığı asgari ücretin altında, yüzde 47’si ya çalışıyor ya iş arıyor.[11]
İşçiler 2012’ye göre yüzde 51 daha fazla üretirken birim ücret aynı dönemde sadece yüzde 14.8 arttı. İşçiler daha çok çalıştı, daha çok üretti; ama bu üretim artışından payını alamadı. Sanayide sömürü yoğunlaştı.[12]
Makarna tüketimi yüzde 25 artarken kırmızı et tüketimi 30 azaldı… Türkiye’de 4 kişilik bir aile 2016’da yıllık toplam 37.2 kilo kırmızı et tüketirken bu yıl 28 kilo tüketebildi.[13]
Milyonlar ekonomik krizle mücadele ederken yap-işlet-devret projelerine para aktarılmaya devam ediyor. Osmangazi Köprüsü’nün işletmecisi Otoyol AŞ’ye 1,75 milyar liralık garanti ödemesi yapıldı.[14]
Aldığı ihale bedeli vergiden istisna tutuldu: 22 Ağustos’ta ATV, Ahaber ve Sabah’ın sahibi Kalyon İnşaat, Bursa Yenişehir Demiryolu Hattı yapım işini 9 milyar 449 milyon lira karşılığıyla aldı. 9 Ekim 2020 tarihli Resmi Gazete’de ise ihale bedeli kadar tutarın vergiden istisna tutulduğu ortaya çıktı.[15]
2019’da Cumhurbaşkanlığı’nın yıllık harcaması 2018’e göre 4 kat artışla 3.6 milyar TL oldu.[16]
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) Ağustos 2020 verilerine göre, içinde 1 milyon TL’den daha fazla para bulunan hesap sayısı 1 yılda yüzde 39.5 arttı. Tüm hesapların binde 2’si eden milyoner hesaplar tüm paranın yüzde 55’ini elinde tutuyor.[17]
Hasılı zenginler zenginleşirken; emekçilerin açlığı, işsizliği ile sosyal felaket büyüyor! 16 yılda 5 bin 485 kişi yaşamına son verdi, her 20 kişiden bir depresyonda…
2002-2018 kesitinde geçim sıkıntısı ve iflaslar nedeniyle 5 bin 485 kişi intihar etti. Son 10 yılda TBMM’nin önünde intihar edenlerin sayısı 30’u aştı. 2018’de toplam 3 bin 161 intihar vakası yaşanırken geçim zorluğu nedeniyle intihar edenlerin sayısı 246 oldu.
İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre, 2019’da ülke genelindeki intiharların yüzde 13.8’i “geçim sıkıntısı, borç ve işsizlik” yüzünden yaşandı. Nevşehir’de bir yılda yaşanan intihar vakalarının yüzde 50’si, Hakkâri’de yüzde 40’ı ve Uşak’ta yüzde 33’ü yoksulluk yüzünden meydana geldi
Nevşehir’de intihar edenlerin yüzde 50’sinin nedeninin yoksulluk olduğu bakanlık kayıtlarına geçti. Nevşehir’in ardından yüzde 40’lık oranla Hakkâri ikinci sırada yer aldı. İçişleri Bakanlığı verilerine göre, geçim zorluğu nedeniyle yaşanan intihar oranları şöyle:
Uşak’ta yüzde 33, Osmaniye’de yüzde 30, Kastamonu’da yüzde 27, Kayseri’de yüzde 26, Bitlis, Karaman, Adıyaman, Samsun ve Sinop’ta yüzde 25, Denizli ve Ordu’da yüzde 23, Afyonkarahisar’da yüzde 22, Bolu’da yüzde 20.[18]
Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) raporuna göre, Türkiye nüfusunun yüzde 4.5’i depresyonda. Başka bir deyişle Türkiye’de ortalama her 20 kişiden biri ruhsal çöküntü içerisinde. Resmi verilere göre, son üç yılda psikiyatri kliniklerine başvuranların sayısı 8 milyon olurken, antidepresan kullanımı da son 5 yılda yaklaşık yüzde 27 oranında arttı.
Türkiye’de 3 yılda psikiyatri kliniklerine 7 milyon 953 kişi başvurdu. Başvuranlardan yüzde 69’unu kadınlar, yüzde 31’ini ise erkekler oluşturdu. Türk Tabipleri Birliği (TTB) üyesi Psikiyatr Doç. Dr. Burhanettin Kaya, bu durumun politik bir sorun olduğunun altını çiziyor.[19]
2018 ve 2019’da gerçekleşen konkordato sayısı 2 bine yaklaşırken, aynı dönemde toplam 27 bin şirket kapandı. 2016’dan 2020’ye kadar ise 53 bin şirket iflas etti. Üç yılda takibe düşen ticari kredi tutarı 3 kat artarak 128 milyar TL’ye ulaştı. 10 yılda takipteki KOBİ kredisi tutarı ise on katına çıkarak 62 milyar TL oldu.[20]
POLİTİK BOYUT…
Ya siyasî boyut mu?
11 Ağustos 2018 tarihli ‘The New York Times’, “Türkiye’nin iç karartıcı yakın tarihi, İslâmcı değerlerin demokrasiyle yan yana bir arada var olup var olamayacağı sorusunu bir kez daha gündeme getiriyor. Sadece seçimlerle temsil edilen demokrasi değil, eşitlik ve basın, ifade ve inanç özgürlükleri gibi temel değerlere dayanan liberal demokrasi,”[21] derken; ‘The Economist’in 167 ülkenin değerlendirildiği ‘2018 Demokrasi Endeksi Raporu’nda Türkiye 2017’ye oranla on basamak daha gerileyerek 110. sırada yer aldı. Demokrasi puanı ise 4.88’den 4.37’ye geriledi. Türkiye bu sıralama ile Nijerya, Uganda, Zambiya, Lübnan, Sri Lanka gibi ülkelerin gerisinde kaldı.[22]
Kolay mı? Aynı yılda İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) raporuna göre 2018’in ilk 11 ayında 2 bin 710 kişinin yaşam hakkı ihlâl edildi. Mahpus sayısı 16 yılda 4 kat arttı. İHD yöneticilerine 500’den fazla dava açıldı.[23]
Kayyum atama düzenlemesinin başladığı Eylül 2016’dan bir sonraki yerel seçime kadar 103 belediyeye kayyum atanmıştı. 2019 yerel seçimlerden Ekim 2020’ye HDP’nin kazandığı toplam 65 belediyeden 59’una kayyum atandı.[24]
“Bir pasif devrim” sürecinin hızla totaliter bir devlet biçimine doğru ilerlemekte olduğundan… Totaliter devlet inşa süreci tamamlanmakta[25] olduğundan söz etmek hiç de abartı ol(a)maz.
Mustafa Mert Bildirinci, “Polis devleti perçinleniyor,”[26] derken İstanbul Milletvekili Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu, “bekçi yasasının” birçok maddesinin Anayasaya aykırı olduğunu belirterek, “parti kolluğu” oluşturma tehlikesi içerdiğini belirtiyor.[27]
Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla Ankara’nın ardından İstanbul’da da doğrudan merkeze bağlı takviye hazır kuvvet müdürlüğü yani “özel polis örgütü” kuruluyor. Merkezden talimat alarak yönetilecek ekiplerin, seçim mitingleri, büyük toplumsal olaylar gibi olağanüstü durumlarda görev yapacağı ortaya çıktı.[28]
Özellikle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, Türkiye’de 211 yurttaşa bir polis düştüğünü açıklarken (AB ülkelerinde ise 314 kişiye 1 polis düşüyor!);[29] “Güvenlik görevlileri dışındaki kişilere 2018 Kasım itibarıyla 273 bin 447 silah ruhsatı düzenlenmiştir,” dediği açıklamada, 2018’de 26 bin 261 silah taşıma, 50 bin 924 silah bulundurma olmak üzere toplam 77 bin 185 silah ruhsatı verildi belirttiği[30] bir hâldir sözümü ettiğim…
Elbette eklenmesi gereken şeyler de var. Hatay’ın Samandağ ilçesinde gece saat 22.00 sıralarında dur ihtarına uymadığı öne sürülen 23 yaşındaki Güven Uğurol’un polis tarafından vurularak öldürüldüğü[31] coğrafyamızda “Dur ihtarına uymadığı” gerekçesiyle 2007’den 2020’ye 403 kişi polisin açtığı ateşle öldürüldü.[32]
Kolay mı? İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, “Okul çevresinde uyuşturucu satıcısı görürseniz ayaklarını kırın, suçu bana atın,” dediği gün, Ankara’da bir öğrenci yurduna 200 metre mesafede uyuşturucu sattığı iddia edilen 17 yaşındaki bir çocuğun polis tarafından ayağından vurulabildiği[33] siyasal iklimdir dikkat çekmek istediğim.
Bu kadar da değil! AKP’nin, “Cumhuriyet tarihinin en büyük fişlemesi”ni Meclis’e getirdiği[34] koordinatlarda İçişleri Bakanlığı’na milyonlarca kişinin hangi derneğe üye olduğuna dair bilgileri toplama yetkisi verildi. 114 bin 218 dernekle hemen iletişime geçen İçişleri Bakanlığı; 11.1 milyon dernek üyesinin ad, soyad, T.C. kimlik numarası, meslek, öğrenim durumu, derneğe üyelik tarihi gibi kişisel bilgilerin tamamının “ivedilikle” bildirilmesini istedi.[35]
Bu yetmezmiş gibi AKP’nin trafik cezalarının artırılacağı gerekçesiyle TBMM Başkanlığı’na verdiği 50 maddelik torba yasa önerisinde, terörle mücadele kapsamında ödüllü muhbirliğin kapsamı genişletilirken, suçun ortaya çıkarılması veya delillerin ele geçirilmesine yardımcı olanlara da ödül verilebilmesi öngörülüyordu.[36]
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere, ülke tarihinde görülmemiş derecede güvenlik ve savunma harcaması yapan AKP, 18 yılda yurttaşları “güvenlikçi politikalarla” kuşattı. Bekçilerinin yetkilerini artırmadan önce jandarmayı kendisine bağladı, güvenlik görevlilerine silah kullanma hakkı, polislere ise “süper yetkiler” verdi.[37]
Özetle tüm totaliter rejimlerde olduğu gibi, AKP-MHP iktidarı da yangından mal kaçırırcasına yeni ayrımcı ve baskıcı yasaları meclisten geçirip, coğrafyamızı 83 milyonluk bir cezaevine dönüştürüyor.
“Nasıl” mı?
Mesela; AKP iktidara geldiğinde cezaevlerinde 59 bin kişi vardı. Haziran 2018 verilerine göreyse cezaevlerinde 246 bin kişi var. Yani 4 kat artmış. Türkiye nüfusu 4 kat arttı mı? Hayır. Ve bunların 200 bine yakını adli suçlu. İlk sırada ise 50 binden fazla uyuşturucu suçlusu var. Demek ki neredeyse uyuşturucudan yatanların 2018’deki sayısı, 2002’deki toplam sayıya yakın. Onunla hırsızlık suçları yarışıyor. Ve Avrupa’da cezaevi nüfusunda birinciyiz.
Türkiye’de 2011’de uyuşturucudan ölen yurttaş sayısı 105’ti. 2017’ye gelindiğinde sayı 10 kat artarak 1020’ye yükseldi. Gençlerde uyuşturucu bağımlılığında 17 kat artış var. Diğer yandan bırakın “huzur”un işaretlerini, mutsuzluk yayılıyor. Bir araştırmaya göre Türkiye’de 2008’den beri anti-depresan kullanımı yüzde 160 arttı. Gerginlik, kutuplaştırma siyaseti yükseldikçe; eşitsizlikler derinleştikçe; kadına, çocuğa şiddet ve istismar arttıkça huzursuzluk da tırmanıyor.
Bitmedi. Bakanlıktan kadın sözcüğü kaldırıldı. Siyasal İslâmcı iktidar maneviyat yoluyla “aile” kurumunu güçlendirecekti. Ama son 10 yılda boşanma oranları da yüzde 29 arttı.
Ve bu iktidar devrinde iş cinayetlerinde rekor kırıldı, 2018’e dek 22 bine yakın işçi öl(dürül)dü.[38]
Tüm bunların yanında silahlı milis yapılanma tepkilerinin ardından kapanan Halk Özel Harekât’ın (HÖH) yerine kurulan Milli Seferberlik Hareketi’nde yeni bir detay ortaya çıktı. İlan edilen “seferberlik” kapsamında para yatırılması istenen IBAN numarası Merkez Bankası’na ait olduğu görüldü.[39]
AKP iktidarda olduğu 187 ay boyunca İhale Kanunu’nu 186 kez değiştirdi. Son değişiklikle doğal afet, salgın hastalık gibi öngörülemez durumlarda kullanılması gereken “istediğine ihale verme”nin kapsamı daha da genişletildi.[40] Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütün etkinliklerinde ücretsiz olarak dağıttığı “Peygamberimiz ve Gençlik” kitabını bastırmak için “doğal afet” kapsamında 10 günde ihale tamamladığı ortaya çıktı. Diyanet’in yarım milyon değerindeki ihalesinde “pazarlık usulü” seçilmesinin gerekçesi ise “Doğal afet, salgın hastalık, can ve mal kaybı tehlikesi” ile açıklandı. Diyanet’in ihaleyi devrettiği yüklenici firma olan Özgün Matbaacılık’a ise 8 yılda onlarca devlet ihalesi verildiği tespit edildi.[41]
Ve RTÜK’ün, Türkiye’nin ilk Kürtçe çocuk kanalı Zarok TV’de yayımlanan iki Kürtçe şarkıda, “terör örgütünün amacına hizmet edildiği” gerekçesiyle ceza verilebildiği[42] zeminde ırkçılık…
Türkiye’de ırkçılık olmadığı kanaati yaygındır. Böyle bir soru sorulduğunda büyük bir hoşgörü toplumu olduğumuz, bunun Osmanlı-İslâm geleneğinden kaynaklandığı hemen belirtilir. Bize özgü bir durum değil. Irkçılığın yaygın olduğu her yerde, ırkçı söz ve davranışların sahiplerinin ezici çoğunluğu bunu ırkçılık olsun diye, kasıtlı biçimde yapmazlar. Sergiledikleri ırkçı söz ve davranışlar onlar için doğal olan, ailelerinde gördükleri, okulda öğrendikleri, yöneticilerden işittikleri şeylerdir.
Irkçılığı bilinçli bir siyasal tercih, bir ideoloji gibi benimseyen, kendini ırkçı olarak tanımlayanlar, ırkçıların küçük bir azınlığını oluşturur. Günümüzde ABD’de “white supremacist/ beyaz ırkın üstünlüğü” ideolojisini benimseyenler gibi.
Bu bilinçli, benimsenen ırkçılığı Türkiye’de 1950’lerde Nihal Atsız’ın “Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne inanmış kimsedir,” diye dile getirdiği etnik Türk üstünlüğü iddiasında buluruz.
Söz konusu ülkünün daha yumuşatılmış hâlini benimseyerek yetişmiş, gençliğinde bilinçaltına bu söylem kazınmış hatırı sayılır bir kitle vardır bugün Türkiye’de. Türkçü ideolojinin Kürtlere karşı açık ırkçı bir tavır alan bir kanadı da son otuz yılda yerleşti.[43]
BEŞERÎ GÖRÜNGÜLER…
Beşerî görüngüler mi?
Ozan Çepni’nin aktardığı üzere, “Cihad’ın ibadet sayıldı”ğı[44] bir düzlemdeyiz.
Diyanet, Afrin harekâtı için yayınladığı hutbede cihat çağrısı yaparak, “Silahlı mücadele, cihadın en üst seviyesidir,”[45] diyor.
Ankara Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Mehmet Özhaseki’nin, “Devlete hainlik edenlerin çoğuna bakın… Bu devletin, bu milletin aleyhine çalışan insanlara bakın, çoğu üniversite mezunudur. Allah’a hamdolsun, imam hatip gençliği gayet güzel okuyor, devleti ile de asla bir problemi yok,”[46] dediği bir tablo bu.
Diyanet İşleri Bakanı Ali Erbaş’ın, “Bizim Kur’an kurslarımız, kötülüklerden insanları uzaklaştırmanın merkezleridir. Kur’an kurslarında bir tuğlası olana, cennette bir ev verilecek,” açıklamasını yaptığı…[47]
Yine Prof. Dr. Ali Erbaş, Kur’an ile olmayan çocukların şeytan veya şeytani insanlarla beraber olacağını söylediği…[48]
Okuma yazma bilmeyen çocuklara yönelik 4-6 yaş Kur’an kursları tartışma yaratan Diyanet’in çocuklardan oluşturduğu cemaatlere “çocuk imamlarla” namaz kıldırdığının ortaya çıktığı ve Diyarbakır Yenişehir İlçe Müftülüğü “Çocuk Cemaate Çocuk İmam” projesi başlattığı…[49]
Üsküdar Belediye Meclisi’nin Temmuz 2020 oturumuna sunulan teklifte mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne ait Ahmet Çelebi Mahallesi Sümbülzade sokaktaki Doğancılar Semt Konağı’nın 4-6 yaş arası çocuklara Kur’an Kursu yapılması için protokol yetkisi istendiği…[50]
Diyanet’in, tarikat ve cemaatleri, kurdukları sivil toplum kuruluşlarının dini denetimi adı altında resmileştirmeye çalıştığı…[51]
10 yılda sayıları katlanarak artan imam hatipliler için yeni görev alanı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından başlatılan manevi danışmanlık görevinde, 265 kişinin hastanelerde kadrolu olarak çalıştırılıp; manevi danışmanlığın 38 ilde, 110 sağlık tesisinde yaygınlaştırıldığı…[52]
Diyanet İşleri Başkanlığı turist rehberlerinin, Türkiye’ye gelen turistlere İslâm tebliği yapacağı; turistik camilerde yabancı dilde İslâm, Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed broşürleri dağıtacağı; camilerde çocuklar için imam eşliğinde okuma saatleri düzenleyeceği…[53]
14 Aralık 2019’da Resmi Gazete’de Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu’nun faizsiz finans sektörüne ilişkin kurul kararın giriş kısmında, “Muhasebe, İslâm dininin Farz-ı Kifaye olarak gerekli kıldığı mesleklerden biridir… Adil olma kavramı, Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette geçmektedir… İslâmi bakış açısıyla denetçilerin uyacağı kurallar ise esas olarak İslâm inancının ve fıkhın ilke ve kurallarına dayanır,”[54] denildiği…
Manevi rehberlik adı altında öğrenci yurtlarına ve hastanelere giren Diyanet’in, “Ailede yıkıma yol açabilecek sorunlarla ilgili İslâmi değerlerden beslenen destek çalışmaları yürütmek” için vaizlere ve Kur’an öğreticilere “Aile Bilinci Eğitimleri” vereceği…[55]
Gaziantep Bilim ve Teknoloji Üniversitesi’nin adı “İslâm” ibaresi eklenerek Gaziantep İslâm Bilim ve Teknoloji Üniversitesi olarak değiştirildiği ve “Çırılçıplak yıkanmak mekruhtur”, “Eşcinsellik hastalıktır”, “Teyze kızıyla evlenmek caizdir” gibi açıklamalarıyla gündeme gelen Nihat Hatipoğlu’nun ise, AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından üniversiteye rektör atandığı…[56]
Kütahya Dumlupmar Üniversitesi’nin (DPÜ) ev sahipliğinde gerçekleştirilen ve Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın açılışına video mesaj gönderdiği ‘IV. Uluslararası Bilimler Işığında Yaratılış Kongresi’nde ‘Kur’an-ı Kerim’e göre yeni embriyoloji tarihi’, ‘Hadid Suresi, 25. ayetin biyokimyasal tefsiri’, ‘Said Nursi’nin evrim düşüncesine karşı yazılmış ilk görüşleri’ ve ‘Risale-i Nur’da insanın hayvaniyeti meselesi’ gibi bildirilerin sunulduğu…[57]
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okurken, 2017’de Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim görevlilerine ve öğrencilere silah doğrultan Murat Anıl Varol’un, aynı fakülteye araştırma görevlisi yapıldığı…[58]
Ankara’nın Sincan ilçesindeki Akşemsettin İlkokulu Müdürü’nün, dinen caiz olmadığı gerekçesiyle kadın öğretmenlerin topuklu ayakkabı giymesini yasakladığı…[59]
Kocaeli’nde AKP’li Büyükşehir Belediyesi ile il Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından “Kitap okuma kampanyası” adı altında okullara Sezai Karakoç’un, ‘Diriliş Nesli’nin Amentüsü’ başlıklı ve “Sağcılar Allah topluluğu, solcular şeytan topluluğu,” ifadelerinin yer aldığı kitabın dağıtıldığı…[60]
Zorunlu din dersinden muaf olmak isteyen öğrencinin velisinin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuruda karşısında Adalet Bakanlığı’nın, -AİHM’in zorunlu din dersi uygulaması nedeniyle Türkiye aleyhine verdiği kararlara rağmen!- zorunlu din dersini, AİHM’in İsviçre’ye karşı açılan “yüzme dersinden muafiyet” kararına dayanarak savunduğu…[61]
Milli Eğitim eski Bakanı İsmet Yılmaz’ın, ‘Hz. Muhammed’in Hayatı’ ders kitabındaki Medeni Yasa’ya aykırı evliliğe ilişkin sözleri savunup, kitaptaki “kadının itaati ibadettir” ifadeleri için “Kadının aile içerisindeki konumuna ve sorumluluğuna işaret etmektedir,” diyebildiği…[62]
İzmir’de okullarda dağıtılan 3. sınıf hayat bilgisi kitabında kız çocuklarının okula gönderilmemesi düşünce özgürlüğü sayıldığı…[63]
Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) yeni imam hatip okulları açmak için 2018 yılı bütçesinden ayrılan payın yüzde 68 artırılarak 6.6 milyar TL çıkarıldığı…[64]
MEB’in, imam hatip lisesi ve ortaokullarında okuyan öğrencilerin, “Akademik başarıları ve özgüvenlerini geliştirmek” için ezan okuma yarışması düzenleme kararı aldığı…[65]
MEB’in, 10. Uluslararası Din Görevlileri Sempozyumu’nda öğrencilerin katılımı ve etkinlik afişlerinin okullara asılması isteyip; sempozyumda işlenecek konular arasında “Kur’an kursu ve medreseler, İHL ve ilahiyat öğrencilerinde dava bilinci oluşturmak” başlığının yer aldığı…[66]
İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürlüğü’nün toplu ibadete açılacak camilere ilişkin valiliklere gönderdiği resmi yazı doğrultusunda cuma namazlarının cami bahçeleri dışında, okul bahçelerinde kılınması için namaz kılınacak okulların belirlendiği ve okul bahçelerinde 29 Mayıs 2020’de kılınan cuma namazı öncesi ve sonrası temizlik ve dezenfeksiyon, ses sisteminin kurulması, minberin oluşturulması görevinin okul müdürlüklerine verildiği ve ayrıca erkek öğretmenlerin ise cumaya gelen yurttaşlara kolonya ve mendil dağıtımında görevlendirildiği…[67]
Anadolu İlahiyat Akademisi, eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun danışmanlığında, 2020 Nisan’ında ‘Değerlerden Pratiğe Ortak Bir Fıkıh-Hukuk Politikası’ başlıklı Çalıştay’ın gerekçesinde, “pozitif hukuk yapılarının ülkenin ve dünyanın ahlâk krizini aşmaya yetmemesi” olarak gösteriliyorken; “Tarihsel, kültürel, sistemsel pek çok yönü olan bu krizin özünde bir ahlâk krizi olduğunu fark etmek zor değildir. Pozitif hukuk yapılarının ülkemizin -ve dünyanın- içinde bulunduğu ahlâk krizini aşmaya yetmediği ortadadır. Ahlâk krizi aşılmadıkça hukuk yapılarının verimli ve adaletli olamayacağı da ortadadır,” denildiği…[68]
Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin Nilüfer’deki ek binası genel cerrahi polikliniğinde görevli Operatör Doktor A.T’nin, kendisine muayene gelen hastalara reçete yerine “Senin için dualık” diyerek dua listesi verdiğinin ortaya çıktığı…[69]
Anayasa Hukuku Profesörü Kemal Gözler’in, yayımladığı makalede Resmi Gazetede Kur’an’dan ayetler yayımlayarak Türkiye’ye “İslâm hukuku”nun getirilemeyeceğini ifade ettiği…[70]
Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı 1500 araç kapasiteli Otoparkın 55 araçlık bölümünün, pembe tabelalarla ayrılıp; bu alanın “Kadınlara ait park yeri” olduğu belirtildiği ve daha önce kadınlara özel “pembe otobüs” uygulamasıyla kadınların tepkisine neden olan belediyenin, bu alana erkeklerin araçlarını park etmesini yasakladığı…[71]
AKP’li İpsala Belediye Başkanı Mehmet Kerman’ın gerçekleştirdiği halka açık toplantıdaki oturma düzeninin harem-selamlık olarak ayarlandığı…[72]
Çorum İl Sağlık Müdürlüğü’nün, çalışanlara verilen yemek hizmetini ramazan nedeniyle kaldırıp, “Ramazan ayı içerisinde yemek servis hizmetlerinden yararlanmak isteyen personel sayısının yetersiz olması nedeniyle, kamu yararı düşünülerek yemekhane yönetim kurulunun 07.05.2018 tarih ve 2018/3 sayılı kararıyla ramazan ayında yemek servis hizmeti verilmemesi kararlaştırılmıştır,”[73] diyebildiği…
Sağlık Bakanlığı’nın düzenlediği hacamat, akupunktur gibi bilim dışı uygulamaları gündeme taşıyan I. Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Kongresi İstanbul’da düzenlendiği…[74]
Sakarya Üniversitesi’nde öğrenim gören Betül Ceylan’ın (20), kaldığı yurtta şort giydiği için ifadesinin alındığı…[75]
Eşcinsel olan 34 yaşındaki polis memuru O.G.’nin, meslekten ihraç edildiği…[76]
Ve daha binlercesi beşeri hâl(imiz)e dair somut verilerdir…
Türkiye Batı’dan kopup, Avrasya’ya doğru gidiyorken;[77] Ergin Yıldızoğlu’nun, “Tabutun kapağındaki son çivi”[78] çakılmakta olduğundan söz ettiği; “AKP liderliğindeki siyasal İslâmın, toplumun, rızasını alabildiği kesiminin sınırlarına dayandığını, dahası, bu sınırların gerilemeye başladığını göster”en[79] durum(umuz), “Trajik, komik ve absürd”[80] öğelerden oluşmaktadır.
Çok tehlikeli bir durumdur sözü edilen! Şimdi, ülkede iki açıdan çok tehlikeli durumlar var. Birincisi; bir hegemonya çöktü, iktidar bloku, rejim dağılıyor. Ancak, henüz yeni bir karşıt hegemonya odağı, iktidara aday “tarihsel blok” yok. Böyle kırılma dönemlerinde, Antonio Gramsci’den ödünç alırsak, “türlü canavarlar” kolaylıkla boy gösterebilirler. İkincisi, “ya devlet başa ya kuzgun leşe… Acilen bir şeyler yapmazsak galiba daha çok kuzgun leşe” ruh hâlinde bir siyasi merkez, muhalefetin momentumunu kırmak, karşıt dalgayı söndürmek için kimi maceralara kalkışabilir (ilk anda akla Suriye, Doğu Akdeniz geliyor).[81]
Kolay mı? 26 Haziran 2020’da ‘Washington Institute’deki panelde Alan Makovsky, “Türkiye’de ekonominin ve politikanın dengesiz bir döneme girdiğini” vurguluyor, “Türkiye’nin tarihini düşününce, bu dengesizliğin yasadışı işler için bir formül oluşturmasından” korktuğunu söylüyordu.
Alan Makovsky, 1990’lardan beri ABD dışişleri ve istihbarat çevrelerine Ortadoğu ve Türkiye konularında danışmanlık yapan, Washington Institute’ün kurucularından çok deneyimli bir “siyasetçi”; sözlerini dikkate almakta fayda var.[82]
Bir değişimin değil; alt üst oluşun kıyısındayız…
Hiç şüphe yok: Tarih biz(ler)e, uzun erimde, acılarla dolu bir süreçte değişimin esas, kendini sistemler üstü gören totalitarizmin -dirense de!- yenilmeye mahkûm olduğunu anlatır. Bunun “bekleyin, değişimin üstün geldiğini göreceksiniz” anlamına gelmediğini söylemeye herhâlde gerek yoktur…
Şimdi sorulara geçersek…
“CUMHURBAŞKANI HÜKÜMET SİSTEMİ” İHTİYACI!
“Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi,” tekelci sermaye açısından “Devlet benim/ L’état c’est moi” diyen tekçilik/ merkezileşme gereksiniminin ekonomi-politik yanıtıdır.
Eski Anayasa Mahkemesi üyesi Prof. Dr. Fazıl Sağlam’ın ‘Devlet Güçlerinin OHAL KHK’leri ve 2017 Anayasa Değişikliğinden Sonraki Görünümü’ başlıklı makalesinde belirttiği gibi, “Yürütme gücü Cumhurbaşkanı’na verilmiş, yasama Cumhurbaşkanı’nın vesayeti altına alınmıştır. Yargı ise yoğunlaştırılmış yürütme gücüne bağımlı duruma getirilmiş, hak ve özgürlükleri koruyucu bir gücü ve etkisi kalmamıştır.”
Bunun Fazıl Sağlam’ın belirttiği gibi, bir “anayasasızlaştırma” girişimi olduğu da söylenebilir.[83]
“Yasama, yürütme, yargı tekliğine dayanan tablo”[84] nihai kertede Fransa Kralı XIV. Louis’nin, ‘Devlet benim/ L’état c’est moi,” ifadesinde somutlanan hâldir. Tıpkı 16 Mart 2016’da 22. Muhtarlar Toplantısı’nda, “Tayyip Erdoğan gitsin demek, bizim tüm siyasetimizi, tüm çalışmalarımızı, üzerine bina ettiğimiz milletimizin, bayrağımızın, vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın demektir,” diyen Cumhurbaşkanı sıfatlı R. T. Erdoğan’ın konuşmasında “Devlet benim (bana ait)”, “Devlet, benim!”, “Ben, devletim!” demek istediği gibi…[85]
Aydın Engin’in, “Sultan I. Tayyip Han”[86] betimlemesini devreye sokan hâlin resmî adı “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olsa da karşımıza çıkarılan, mevcut sistemi darmadağın ederek gelen, kişiye özel bir “elbise”dir.
TBMM kürsüsünde okuduğu metinde “laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalma” yemini de eden Cumhurbaşkanı Erdoğan için, bu yeminden sadece bir saat sonraki Saray töreninde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş tarafından göreve başlama duası edildi. Hitabına noktayı koyar koymaz, Erbaş’ın özel takdimle gelişi “spontane” bir gelişme olmayacağına göre, “Allah’tan muvaffakiyet ihsanı ve nusret lütfû” istenen, bir bölümü Arapça zikredilen dua eşliğinde…[87]
Anayasa profesörü, milletvekili İbrahim Kaboğlu’nun, “Cumhurbaşkanı kararnameleri (CBK) yoluyla yapılabilecek düzenleme alanı çok geniş ve yürütmenin yetki alanını aşıyor,”[88] notunu düştüğü tabloda Anayasa’daki “Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması hâlinde, kanun hükümleri uygulanır” hükmünü aşmak isteyen AKP, anayasada açıkça yasayla düzenleneceği öngörülen alanlar dışındaki tüm yasaları kaldırıp, Erdoğan’ın anayasal engele takılmadan istediği gibi kararname çıkarması hedefliyor.[89]
Denilebilir ki Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yeni bir evre başladı. Aslında çok yeni değil. Halkoylamasıyla cumhurbaşkanı seçilmesini takiben, Tayyip Erdoğan başkanlık rejiminin fiilen başladığını ilan etmişti. Fiilen 2014’te başlayan, anayasayı yer yer ihlâl etmekten çekinmeyerek yerleştirilen rejim değişikliği, dört yıl sonra resmiyete kavuştu.
Söz konusu rejimin nasıl bir siyasal, iktisadi, sosyal ve kültürel politikayı merkezine aldığı bir “sır” değilken; otoriterlik dozunun her yıl arttığı totalitarizme yönelen bir siyasal güçten söz ediyoruz. Bu gücün merkezinde bir kişi var. Başkanlık rejimine geçilmesi için hem partisini, hem toplumu yıllardır zorlayan, şahsıyla doğrudan bağlantılı bir rejim değişikliğini en sonunda dayatma imkânı bulan bir kişinin kurduğu bir rejim resmen yürürlüğe girdi.
Resmi adı “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” olan yeni rejimin temel niteliği, bütün güçlerin bir mevkide, bir kişinin elinde toplanması. Diğer özelliği, baskı ortamında ve büyük bir eşitsizlik koşullarında yapılan ama rekabetçi niteliğini koruyan seçimlere meşruiyetini dayandırması. Üçüncü niteliği, destekçi seçmen topluluğunun parti ve ideolojiden ziyade bir kişiye olan bağlılığının rejimin can damarını teşkil etmesi. Popülizmin ve İslâmcı-milliyetçi karması bir ideolojinin desteğinde seçimle meşruiyeti tazelenen bir otokrasi bu. Türkiye’nin yeni rejimine baskın rengini, bütünü anlamlandıran niteliğini veren bu. Bunun adı Erdoğanizmdir…
Yürürlüğe giren rejimin, muhafazakârlık, Türk milliyetçiliği, İslâmcılık ve aferizm karışımından oluşan melez niteliği, bir kişinin şahsıyla doğrudan bağlantılı olduğu için, onun ismini taşıyacaktır. Rejimin baskın ve baskıcı karakteri iktidarın kişileştirilmesinden güç ve ilham alıyor. Erdoğanizm, Cumhuriyet tarihinde, Kemalizmden sonra, bir kişiyle tamamen bütünleşmiş ikinci otoriter rejimdir. Otoriterliği dışında, Kemalizmle başka benzerliği, kendi makbul vatandaşını yaratma, bunu yayma ve güçlendirme politikası olarak hırslı bir sosyal mühendislik projesi içermesidir. Ayrıca Batı karşıtlığıyla ifadesini bulan yeni kültürel kodlar ve medeniyet referanslarını değiştirme iradesi tamamlıyor.
Erdoğanizmin milletini yeni rejimin fetvacısı bir ideolog, “Cumhurbaşkanı Erdoğan sevdalısı, öz değerlerini kaybetmemiş” kişiler olarak ifade etmişti. Bu milletin ve devletin bütünleşmesinin yeni vücut bulmuş hâli olarak Tayyip Erdoğan, “dindar, muhafazakâr, milliyetçi, sadık” milletin adamı olarak tanımlanıyor Erdoğanizmin ideologları tarafından. Bunu kamunun sunduğu imkânları yandaş kişi ve şirketlere öncelikle tahsis eden, 1920’lerin Türkiye’sindeki tabirle aferizm veya neo-patrimonyalizm tamamlıyor.
Erdoğanizmin dayandığı toplumsal desteğin göreli kırılganlığı ve karşısındaki toplumsal direnç, onu Kemalist tek parti rejiminden çok daha hoyrat olmaya, kaba güç ve açık baskı yollarına daha yaygın biçimde başvurmaya, liyakati tamamen ortadan kaldırarak, devlet kurumlarını açık ve yaygın bir despotik kişi yönetiminin aygıtları hâline getirmeye sürüklüyor. “Erdoğanizm, İslâmcı-milliyetçi bir despotik muhafazakârlıkla damgalı yeni yerli ve milli siyasal rejimimizin sıfatıdır,”[90] Ahmet İnsel’in ifadesiyle…
Konuya ilişkin olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 25 Kasım 2019 tarihli VI. Din Şûrası’ndaki konuşması Erdoğanizm için bir milatken;[91] AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda düzenlenen 2019-2020 Adli Yıl Açılış törenindeki konuşmasında, Cumhurbaşkanına kuvvetler ayrılığı konusunda yöneltilen ithamların çoğunun temelsiz olduğunu belirtip, “Ülkemizdeki demokratik sistemde Cumhurbaşkanına açılan alan, üstünlük bağlamında değil, tüm kurumların ahenk içinde çalışmasını gözetme noktasındadır. Yargı üzerinden, milletten ve hukuktan aldığı yetkiyle görevini yapan yürütme erki ile onun temsilcisi olan Cumhurbaşkanına saldırmak, aslında doğrudan siyasal alanı hedef almaktır. Kuvvetler ayrımındaki yerinin ötesinde, tamamen ideolojik ve bağnaz bir tahayyülle yargı bağımsızlığı sözünü gündemde tutanlar, en çok demokrasiye, cumhuriyete, milli iradeye zarar veriyor,”[92] diyebilmişti…
Erdoğanizmi betimleyici bir diyaloğu Aydın Engin, “AKP Reisi’nin kendini yasa tanımazlıkla ve diktatörce davranmakla eleştirenlere bir cevabı var. Güçlü olduğunu sandığı bir cevap: – Diktatör olsam böyle konuşabilir miydin?”[93] diye aktarırken; 20 Ocak 2019’da Ordu’daki konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Partimizin genel merkezinde şu ana kadar önümüze konulan bütün adaylarda GBT denilen güvenlik soruşturmalarını gerek Milli İstihbarat, gerek Emniyet İstihbarat, tepeden tırnağa hepsini inceledik,” diyordu.[94]
Bu minvalde Cumhurbaşkanlığı genelgesi ile özelleştirme uygulamaları Cumhurbaşkanı’nın tekeline bırakıldı. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu’nda toplanan kaynakların dağıtımına cumhurbaşkanı karar verecek. Köprü, otoyol, havalimanı yapımında yap-işlet-devret modeli için sözleşmeleri hangi idarenin yapacağını Cumhurbaşkanı belirleyecek. Şehir Hastaneleri projeleri cumhurbaşkanının onayına sunulacak…[95]
Ayrıca Anayasa ile korunan “herkes bilgi edinme hakkına sahiptir” hükmü, Başkanlık sistemi ile birlikte rafa kaldırıldı. Başbakanlık bünyesinde hizmet veren, kurumlara yapılan bilgi edinme başvurularına yönelik itirazları değerlendiren Bilgi Edinme ve Değerlendirme Kurulu’nun akıbeti unutuldu. Kurulun OHAL KHK’lerini bilgi edinme hakkından muaf tutan ilke kararına yapılan itiraz dilekçesi ise adresi olmadığı gerekçesiyle kurula iletilemedi…[96]
Sonra da Cumhurbaşkanlığı’nın ortak olması ile birlikte örtülü ödenek yıldan yıla katlandı. 2014’te 1 milyar 78 milyon TL olan örtülü ödenek toplamı, Cumhurbaşkanlığı’nın ortak olduğu 2015 yılında 1 milyar 773 milyon liraya çıktı. 2016 yılında 1 milyar 616 milyon lira örtülü ödenekten harcandı. 2017 yılında ise 1.9 milyar liralık harcama “örtüldü.” 2 Temmuz’daki uyum KHK’si ile örtülü ödenek düzenlemesi de yeni sisteme “uyduruldu.” Örtülü ödeneğin sadece Cumhurbaşkanlığı bütçesine konulması benimsendi. Ödeneğin kullanım yeri, giderin kimin tarafından yapılacağı, hesapların tutulma ve kapatılma yöntemi gibi teknik ayrıntıların da sadece Cumhurbaşkanı tarafından belirlenmesinin önü açıldı. Örtülü ödenekten ne kadar harcama yapıldığı, harcama yapıldıktan sonra açıklanıyor. Yasaya göre örtülü ödenek tutarının genel bütçeye konulan başlangıç ödeneğinin toplamının binde 5’ini geçmemesi gerekiyor. Cumhurbaşkanlığı bütçesine konulacak “gizli hizmet gideri” adı altındaki örtülü ödenekten MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Milli Güvenlik Kurulu ve Ticaret Bakanlığı da harcama yapabiliyor…[97]
“Tekçilik” böyle bir şey! (Hatta daha da ötesi…)
DÖNÜŞÜM GÜZERGÂHI
MHP’nin ne olduğu ayan beyan ortada da, liberallerin “yetmez ama evet” sanrılarıyla desteklediği AKP’ye dair geç(me)mişle ilintili birkaç noktaya değinmeden geçmeyelim…
12 Eylül’ü Kenan Evren ve onun askeri yönetiminden ibaret saymak büyük yanlıştır. 12 Eylül, Nisan 1979’da başladı ve hâlâ sürmektedir. Bu çerçeve içinde, 12 Eylül bir milat olarak AKP’nin de ideolojik doğum günüdür.
Bir kere 12 Eylül askerden ibaret bir rejim değildir; iktisadi ve siyasi boyutu da vardır. 12 Eylül rejiminin askeri temsilcisi Kenan Evren, siyasi temsilcisi Turgut Özal ve iktisadi temsilcisi Feyyaz Berker’in şahsında TÜSİAD’dır.
Ve 12 Eylül’ün düğmesine Nisan 1979’da TÜSİAD basmıştır. TÜSİAD’ın Ecevit hükümetini hedef alan dört ilanı, bu hükümetin devrilmesine ve 12 Kasım 1979’da Süleyman Demirel hükümetinin kurulmasına yol açmıştır. Ve Süleyman Demirel’e de iki ay sonra 24 Ocak 1980 Kararları aldırılmıştır.
12 Eylül, 24 Ocak’ın sopasıyken; “Nedir 24 Ocak Kararları?”
“Dünya ekonomisiyle bütünleşme” alt başlığında Türkiye’yi “serbest piyasa ekonomisi”ne geçirmek, ABD emperyalizminin müdahalesine açmak ve Cumhuriyet ekonomisini yağmalamaktır. Kararların mimarı da Turgut Özal ve ekibidir.
İşte 12 Eylül askeri darbesi, 24 Ocak Kararları’nın uygulanabilmesinin sopasıdır! Yani 12 Eylül Türkiye’nin ekonomi-politik yapısının “zor kullanarak” değiştirilmesidir. Bu büyük değişim Özal’la başlamış, “son sosyalist devleti yıktık” diyerek kadeh kaldıran Tansu Çiller’le geliştirilmiş ve Erdoğan’la da taçlanmış, zirvesine ulaşmıştır.
Yani Erdoğan’ın 1998’de Kenan Evren’e “Sizin zamanınızda belediye başkanı olsaydım İstanbul’u uçururdum” demesi sıradan bir iltifat değil, bir sisteme övgü ve bağlılıktır. Erdoğan, 12 Eylül’ün hedeflerini gerçekleştirdi.
Yani Erdoğan’ın Evren’e iltifatı da, Gül’ün cumhurbaşkanı olunca Evren’i Çankaya’da ağırlaması da, Arınç’ın Evren’le birlikte açılış yapması da bir bütünün içindedir.[98]
Karşımızda AKP liderliğinin, Türk(iye) kapitalizminin bekası için devreye soktuğu bir ekonomi-politik ve bunun beslediği totaliter toplumsal mühendislik projesi vardır.
Selahattin Demirtaş’ın, “15 Temmuz sonrası ‘şok doktrini’ taktiğiyle sistem ve rejimi değiştirdiler,”[99] diye betimlediği AKP mantık(sızlığ)ına dair verilebilecek en iyi örnek; AKP’nin tek başına iktidarı ilk kez kaybettiği, HDP’nin parti olarak barajı aştığı 7 Haziran 2015 seçimleri ile terör saldırılarının da yaşandığı bir zeminde bu seçimin yenilendiği 1 Kasım 2015 arasında geçen dört aylık sürece ilişkin Ahmet Davutoğlu’nun, “Gelin hafızanızı bir yoklayın. İleride Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman, eminim en kritik dönemlerden, birkaç aydan biri 7 Haziran ile 1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır,”[100] ifadeleriyle altını çizdiği hakikâtir.
Yeni(lenen) rejim açısından kavranması gereken de tam burasıdır…
Ve elbette, rejim değişikliği ile birlikte devletin yeniden yapılandırılması da gündemde…
Ancak devletin genel karakterinde bir değişiklik söz konusu değildir. O her zamanki gibi gelip giden hükümetler aracılığı ile egemen sınıfın, varsa farklı fraksiyonları arasındaki, varsa çatışmaları denetim altında tutmakla yükümlüdür.
Devletin karakterinde bir değişiklikten değil, özellikle ideolojik olarak farklılık gösteren, zaman içinde güçlenmiş, yıllardır aralıksız hükümet etmiş bir fraksiyonun, partinin, devleti kendine göre yeniden biçimlendirmesinden söz ediyoruz. Bu fraksiyon, hareket, parti, hükümet uzun bir süreçte, öteki egemen sınıf fraksiyonlarını, farklı ideolojik ortakları uygun yöntemlerle “ikna” ederek ya da ortadan kaldırarak ya da söylendiği gibi fırsatları değerlendirerek amacına ulaşıyorken;[101] bir totaliter mühendislik projesini de devreye sokuyor.
AKP, 18 yıldır biteviye, “dava”, “hareket” kavramlarına vurgu yaparken, totaliter bir toplumsal mühendislik projesini (buna süreç olarak faşizm de denebilir) adım adım ve moleküler dönüşümlerle yaşama geçiriyor. Bu süreçte siyasal İslâmın iktidarı, toplumun günlük yaşamı içinde derinleşmeye, varoluşunun ekonomik zeminini, bu varoluşu taşıyacak öznellikleri üreterek devam ediyor.
AKP, devletin güçler ayrılığı ilkesine dayanarak hükümet oldu. Sonra AKP, yargıyı, yürütmeyi ve yasamayı başkanın iradesine bağlayarak güçler ayrılığını fiilen yok etti. Devletin şiddet uygulama ayrıcalığına sahip iç güvenlik organları da artık, yargının ya da Meclis’in değil başkanın iradesine tabidir. Bu durum, son olarak, adeta bir “partizan milis” olarak kurulan bekçilik kurumuyla daha da pekişmiştir.
Devletin, iç güvenlik kurumlarının aşırı şiddet uygulaması, vatandaşlarının haklarını ihlâl etmesi durumunda muhalefetin başvurabileceği yasal kanallar fiilen kapalıdır. Muhalefetin eleştirilerini, plan ve programlarını seçmene ulaştırmasına olanak verecek medya kanallarının büyük çoğunluğu da…
Dahası, 18 yıldır siyasal İslâmın iktidarı, “Devletin İdeolojik Aygıtları” (dinci STK’ler, vakıflar, cemaatler), bütçesiyle, kadrolarıyla Diyanet İşleri Bakanlığı üzerinden, muhalefetin sesinin seçmene ulaşmasını engelleyen bir kültürel “filtre” inşa ediyor.
“İktidar, totaliter bir rejimin (süreç olarak faşizmin) inşasını tamamlamaya kararlı adımlarla ilerliyor,”[102] Ergin Yıldızoğlu’nun altını çizdiği gibi…
Ancak bu madalyonun bir yüzü; ötekine gelince: Siyasal İslâmın liderliği, realiteye çarptıkça hırçınlaşıyor. Çünkü rejimin fiyaskoları biriktikçe krizi de derinleşiyor. Çıkış, totaliter fantezilerde aranıyor: “Eğer herkes bizim gibi düşünürse…”
Siyasal İslâmın rejimi yaklaşık 18 yıldır kendini, Gezi olayını saymazsak, hemen hiçbir ciddi muhalefetle karşılaşmadan inşa etmeye devam ediyor. Ancak bu “inşa süreci” bir türlü istikrara kavuşamıyor. Rejim, “inşa sürecinden” bir “yeniden üretim” sürecine bir türlü geçemiyor. Kriz, bu aralıkta derinleşiyor.
Bütün dengeleri hızla bozulan ekonomi finansal bir krize doğru koşuyor. Rejimin ekonomi politikası, umutla halüsinasyon karışımı, adeta “Saldık çayıra Mevlam kayıra” gibi bir şeydir. Dış politikadaki çıkmazlar giderek birikiyor.[103]
Bu hâle siyaset biliminde imkân ve tehditlerin iç içe olduğu “geçiş süreci” deniyor.
YENİ BİR GEZİ Mİ?
Gezi/ Haziran, “sivil toplum”cu”lar ve liberaller ile AB’nin allayıp pulladığı AKP manipülasyonu için söylenecek yalan kalmadığı; AKP meselesinde “Hayır”ın “Evet” ya da “Yetmez ama Evet”ten önce gelindiği tartışılmaz bir gerçek olarak karşımıza dikildi.
Edirne Cezaevi’nden Selahattin Demirtaş’ın, “Gezi Direnişi, farklı toplumsal kesimlerin bir arada mücadele ederek başarabildiğinin en net göstergesidir. İşte tam da bu nedenle iktidar, Gezi ruhundan, Gezi enerjisinden çok korkuyor. Korkmakta da haklıdır,”[104] diye betimlediği (ve farklı farklı ya da yanlış yorumlanan[105]) Gezi/ Haziran hakikâti coğrafyamızda, toplumsal ölçekli siyasal polarizasyon açısından çok önemli bir milattır. Öyle ki Gezi/ Haziran’dan sonra, hiçbir şey öncesi gibi olmamış, olamamış ve olamayacaktı da…
Gezi/ Haziran ile, bir “efsane” değil; “efsaneleştirilmiş” girift bir hakikâttir; ama asla bir “komplo” ya da “tezgâh” değil!
Büyük bir toplumsal sarsıntı ve yarılmaya yol açan Gezi/ Haziran ve devamındaki başkaldırıda bir araya gelenler veya geniş bir sınıfsal ve kimlik yelpazesinden mürekkep başkaldırıydı.
Evet O, bir başkaldırıydı… Bu direniş mücadele tarihimizin miladı değildir elbette. Ancak direniş tarihimizin önemli bir kilometre taşıydı. İktidarın her tür yalanına ve karalamasına karşın halkların yüz akı bir direnişti.
Farklı sınıflardan, farklı sosyal tabakalardan, siyasi eğilimlerden oluşan büyük bir insan kitlesinin oluşturduğu “mücadele birliği” deneyimi ve coğrafyamızda eşi görülmemiş bir birlikti.
“Evinde zorla tuttuğumuz yüzde 50 var!” tehditlerinin savrulduğu; TBMM kürsüsünde, “Ayaklar ne zaman baş olmaya başladı?” denildiği iklimde Gezi/ Haziran çıkışı dayanışmayla, iktidar baskısına direnenlerin heterojen eseriydi. Ve “demokratik bir halk hareketi” olarak nitelenmesi mümkündü.
“Söz ayrıştırır, eylem birleştirir,” diyalektiğini devreye soktu. Birbirine uzak düşmüş-düşürülmüş duruşlar Gezi/ Haziran’da yan yana saf bağladı. Özetle yaşanan insanlara, farklılıklara rağmen yan yana durabilmeyi öğretti.
Milyonların bir araya geldiği; ama hepsinin Gezi/ Haziran’ının başka, herkesin Gezi/ Haziran’ının kendine olduğu tabloda ortak bölen “Başka bir hayat mümkün”dü. Diğer bir deyişle, insanları yan yana getiren ortaklık başka hayata olan inanç ve ihtiyaçtı.
Gezi/ Haziran sosyalist bir başkaldırı değildi, doğrudur. Ancak ön safında daima sosyalistlerin ve özellikle Alevîlerin yer aldığı; bir süre sonra da Kürt siyasal hareketinin de katıldığı büyük bir itirazdı.
“Kent Hakkı”nı kullanan Gezi Direnişi’nin esasını, yerel demokrasiden başlayan, anti-otoriter genel özgürlük talebinin toplumsallaşması oluşturuyordu. Bu yanıyla da Gezi, toplumsallaşan siyasetin nelere kadir olduğunun, olacağının da kanıtıydı…
Yani O eylem içinde özgürlük deneyimiydi; kolektif bir eylemiydi.
Ve Gezi/ Haziran bir dev gibi, bir yanardağ gibi, bir çağlayan gibi tarihin onurlu sayfalarına ezilenlerce kaydedilmişti.
Gezi/ Haziran’dan sonra net seçenek ya “Gezi”nin temsil ettiği “Hürriyet” ya da AKP rejiminin temsil ettiği “İstibdat” olarak şekillendi…
Biraz gerilere dönersek: 2010 referandumda, siyasal İslâm, liberal “yetmez ama evet” sayesinde “evet” oyu aldı. Ancak, bu zafer hem bir şeyin başlangıcı hem de bir başka şeyin sonuydu.
Bir şeyin başlangıcıydı, çünkü artık siyasal İslâm, “toplumsal mühendislik projesinin” önündeki engellerden, devletin, denetleme ve dengeleme araçlarından kurtuluyordu. Şimdi, tek adam rejimine, totaliter devlet biçimine doğru ilerleyişi hızlanabilirdi.
Bir şeyin sonuydu, çünkü bu “zafer”, siyasal İslâmın hegemonya kurma sürecine rıza alma kapasitesinin ulaşabildiği en yüksek noktaydı. Bundan sonra artık hegemonya sürecinde toplumdan alınan rıza giderek eriyecek, süreci ilerletmek için daha fazla baskı, denetim, yalan-dolan, hile, daha fazla risk almayı kabullenmek gerekecekti.
“Gezi Olayı” bu gerçeğin siyasal İslâmın liderliğinin kafasına denk ettiği andı. Artık toplumun en az yüzde ellisini ikna etmek, siyasal İslâmın bütünsel bir kültürel egemenliğini kurmak olanaklı değildi.[106]
Bu bağlamda AKP rejimi, ilk kez “Gezi Olayı” ile başlayan ve 2015 Haziran seçimleriyle sonuçlanan dönemde duvara çarptı. Bu, AKP rejiminin toplumdan rıza alma kapasitesinin sınırındaki duvardı: Siyasal İslâm serbest, adaletli seçimlerde artık bir daha tek başına iktidar olacak oyu alamayacaktı. Haziran-kasım arası kanlı dönem bu duvarın kalıcılığını kanıtlıyordu. Temmuz darbe şeyini ve arkasından yaşanan gelişmeleri de bu dönemin “ucuna” ekleyebiliriz. 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2019 yerel seçimleri gösterdi ki bu çok sağlam bir duvardır.
Kısacası 2013-2015 döneminde yükselen duvarı, AKP rejimi bugüne kadar aşamadı; bu duvara tepki olarak siyasi ve kültürel saldırıyı, bir başka ifadeyle, fiziki, simgesel şiddeti tırmandırdı. Rejim bir şey daha yaptı: Sadakatleri maddi teşviklerle besleyen bir kadrolaşma, 2013-2015 dönemine kıyasla baş döndürücü bir hıza ulaştı. 2016- 2020 döneminde AKP’nin yaklaşık 2 milyon 140 binden fazla yeni kadro yarattığını gösteriyor. Bu sayılara MİT ve Saray personeli dahil değil.[107]
İlahiyatçı Cemil Kılıç’ın, “Şeri bir İslâm devleti kurma arzusu var,”[108] notunu düştüğü güzergâhta “demokrasi” yalanının nihayete erdiği bir düzlemdeyiz.
“Sandık çoğunluğu” değil, çoğunluğa rağmen azınlığın haklarının garanti alınması olarak yorumlanması gereken demokrasi konusunda V. İ. Lenin’in şu uyarısı kulaklara küpe edilmelidir:
“Büyük kelimeleri temkinle kullanmak gerek. Bunları büyük davalara dönüştürmenin güçlükleri de devasadır. Ama bu güçlüklerden laf salatasıyla kaçınmak, ciddi görevlerden hayalci uydurmalarla uzak durmak, bu zorlu görevlere sözüm ona ‘doğal geçişler’ üzerine tatlı uydurmaları gözlere sokmak, tam da bu yüzden affedilmezdir.”[109]
Evet, “demokrasi” de dahil büyük kelimeleri temkinle kullanmak gerekirken; Ergin Yıldızoğlu’nun ifadesiyle, “Dünyanın hâlleri de siyasal İslâmın sağ popülizminin (dinci ‘Yeni Faşizm’in) içinden demokrasi çıkarmaya, hatta demokrasiyi var olduğu yerlerde bile korumaya uygun olmadığı”[110] gerçeğine göz yumamayız! Kaldı ki François Chatelet’in, “Faşizm özüne indirgenmiş liberal devlettir,”[111] uyarısı ortada iken…
Görülmesi gerek: Frederic Bastiat’nın, “Madem insanlar kendi kendilerine karar almakta bu kadar yetersizdirler, öyleyse demokratik seçme hakkı konusundaki bunca ısrar ve gevezelik neden?” ya da Eric J. Hobsbawm’ın “Parlamentolar yönetmek için değil yönetenlerin iktidarını denetlemek için ortaya çıktılar,”[112] dediği tabloya ilişkin Michel Chossudovski de ekler:
“Çağımız kapitalizminde demokrasi illüzyonu ile kitleler yönetilir. Yerleşik toplumsal düzeni tehdit etmediği sürece ‘muhalefet’ , egemen elitlerin çıkarınadır. Amaç muhalefeti bastırmak değil muhalefetin sınırlarını belirlemek, muhalif hareketi şekillendirmek ve kalıba sokmaktır.”
AKP açısından Gezi/ Haziran ile “demokrasi” yalanı karaya oturunca hesaplar alt üst oldu.
Çünkü siyasal İslâmın gerek siyasi liderliğinin gerekse organik entelektüellerinin simgesel evreninde, gelecek beklentilerinde “iktidardan gitmek olasılığı” yoktu.
“Burası demokratik bir ülkedir” fantezisini korumak son derecede zordu. Bu fantezinin bastırıp gizledikleri rejimin gerçeği her fırsatta kendini gösteriyordu.
Bu gerçek, seçim gecesi, daha resmi sonuçlar açıklanmadan “atı alan Üsküdar’ı geçerken”, “ya bu geçişi engellemek isteyenler olursa” korkusuyla birtakım silahlı tipleri sokağa dökerken kendini göstermişti. Daha yakınlarda “beğenmezsek kayyım atarız” açıklamaları da bu gerçeğin (seçmenin iradesi bizi bağlamaz) bir tezahürüdür…
Parlamenter demokratik bir rejimde, hiçbir hükümet/ yönetim, seçimlerde kendisine oy kaybettirmek isteyenleri -muhalefetini- “kaos ittifakı” olarak tanımlayamaz. Muhalefetin görevi ve amacı, hükümeti kurmuş olan partiye oy kaybettirmek, onu düşürerek yerine yeni hükümeti kurmaktır. Ancak bugün Türkiye’deki rejimin gerçeği şudur: Bu rejim ne parlamenterdir ne de demokratik…
AKP yanlısı Sabah’ın yazarı Salih Tuna’nın 21 Kasım 2018 tarihli ‘Tercih mi Zaruret mi?’ başlıklı yazısında, bu gerçek birçok yerde kendini gösteriyor. Yazar, kendi cemaatlerinde âdet olduğu üzere muhalefeti “kaos ittifakı” olarak niteliyor ve devam ediyor:
“Önümüzdeki yerel seçimlerde AKP’yi oy kaybına uğratmak, ‘kaos ittifakının’ yegâne hedefi.” Yazarın, Gezi olayı sırasında yakalandıkları kolektif PTSD (Travma sonrası stres bozukluğu) hastalığı da nüksediyor: “… ‘Sistem değişikliği halktan güvenoyu almadı’ tezviriyle erken seçimi zorlayacaklar, gerekirse sokakları harekete geçirmeye çalışacaklardır… Yıllar yılı zehirledikleri sosyolojileri buna aşeriyor zaten… Söylemeye dilim varmıyor ama söylemesem de olmaz: Bu yolun sonu maalesef iç savaştır!”[113]
Yazara göre Cumhur İttifakı “ölümüne” kurulmuştur. “Şu belediyeyi ben aldım sen aldın; meclis üyesi o oldu bu oldu gibi” sıradan demokratik kaygılar, yazara göre “küçük hesaplardır”, esas olan “Türkiye’nin bekasıdır.” Demek ki, Cumhur İttifakı’na oy kaybettirmeye kalkan muhalefet aslında Türkiye’nin bekasına karşıdır. Demek ki, yazara göre, muhalefet esas olarak vatan hainidir. Eh, muhalefet vatan haini ise, bunun mantıki sonucu, “iç savaşın” kaçınılmaz olarak gündemdeki olasılıkların arasına girmesidir.[114]
Gelinen nokta budur; çözüm de, çözümsüzlük de buradadır ve bu çerçevede Kürt meselesine gelince!
KÜRT MESELESİ
Kürt Meselesi, uluslararası boyutları olan bir Ortadoğu sorunudur. Verili hâliyle de, olmayan bir demokrasinin ya da “anayasal” (yurttaşlık) düzenlemelerin(in) ötesindedir.
Kürt Meselesine dair, Türkiye’nin “demokratik bir anayasaya gereksinimi olduğu”nun ötesinde hiç bir şeyin söylemezken; soruna dair sadede gelmek gerekiyor.
“Demokrasi ile barışı tesis etmek” (hadi “Boş bir laf” demeyelim) karşılıksız bir beklenti.
KADEP lideri Şerafettin Elçi’nin, “Kürt sorunu, özünde demokratikleşme sorunu. Türkiye’nin ayak bağı olan bu sorun, toplumun tüm kesimlerini kucaklayan yeni bir anayasa ile çözülür”[115] veya HAK-PAR Genel Başkanı Bayram Bozyel’in, “Devlet bakımından barışçıl çözüm dışındaki bütün seçenekler tükendi”[116] ya da Serdar Akinan’ın,“1921 Anayasası esas alınırsa sorun çözülür”;[117] sonra da CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “Kürt meselesinde bizi tuzağa düşürmeye çalışıyorlar. Biz bunu demokrasiler ve özgürlükler içinde çözeceğiz,”[118] deyiş(ler)i çözüm değil; ol(a)maz da!
Dengir Mir Mehmet Fırat’ın AKP’nin Genel Başkan Yardımcı olduğu günlerde hatırlanır ise, “Herkesin sınırı var. Tayyip Bey de belki demokrasi ve özgürlüklerde sınıra geldi,”[119] demişti.
Aynı kesitte AKP’li milletvekili Mehmet Metiner, Erdoğan’ın Kürt sorununda çok geri ve antidemokratik bir konumda olduğunu belirtirken, “Ben Tayyip Erdoğan’la demokratik bir Türkiye inşa edilebileceği kanaatinde değilim. Kürt meselesinde de Tayyip Erdoğan’ın çok geri ve antidemokratik bir konumda olduğunu biliyorum ama çok pragmatik bir yaklaşımla Kürt sorununa el atabilir. Ama buna ne kadar cesaret edebilir bilemiyorum. Bir; cesareti el vermez. İki; zaten böyle düşünmez. Yani Erbakan’ın şahsında temsil edilen gelenekçileri Kürt sorununa yaklaşımda Tayyip Erdoğan ve çevresindeki arkadaşlardan çok daha ileri bir konumdadırlar. Türk milliyetçiliği ile birebir örtüşebilecek bir siyasal yaklaşım içindedirler Abdullah Gül ve arkadaşları. Ben hepsini birebir yakından tanıyorum. Bir Mehmet Ağar’ın bir başka gerçekten sicili bozuk insanlarla birlikte yol arkadaşlığı yapıyor olması bile Tayyip Erdoğan’ın aslında Kürt sorununun ne çözümünde ne de demokratikleşme sürecinde çok aktif bir rol oynamayacağı sonucuna götürür,”[120] demişti.
O dönemde Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da, “Kürtler dahil her türlü kimlik için ‘anayasal haklarını vereceğiz… Anayasal haklarını vereceğiz, tanıyacağız, diline saygı duyacağız… Irkçılığı reddediyoruz. Ben Kürdüm diyen bir insanın eğitim, kültür, dil hakkı ne varsa vereceğiz. Etnik kimliğin varlığını kabul edeceğiz. Bu ulufe, bahşiş değil. Tüm haklarına saygı göstereceksiniz,”[121] demişti demesine “Ama”…
Evet, bir de “Ama” var!
Coğrafyamızda adına “demokrasi” denilen şeyin resmî ideolojiyle çevrelenen fiziki sınırları ortadayken; “reform” söylencelerinin kirletilmiş, içi boşaltılmış, anlamı tersyüz edilmiştir.
Bilindiği gibi Fransızca bir sözcük olan “reform”un anlamı “form değiştirme”dir. Türkçe söylemek gerekirse, “Daha iyi duruma getirmek için yapılan değişiklik, iyileştirme” demektir. Bu tanımda altı çizilmesi gereken sözcük, “iyileştirme”dir. Yani yapılan bir değişikliğin “reform” niteliği taşıması için, onun eskisinden daha iyi bir duruma getirilmesi gerekir.
Bu kavram için eskiden “ıslahat” sözcüğü kullanılırken; “reform” sözcüğünün kökeni, XVI. yüzyılda Avrupa’da Katolik Kilisesi’ne karşı başlatılan harekete dayanmaktaydı. Başlangıçta Alman ilahiyatçı Martin Luther’in “Dinde Reform” hareketi için kullanılan bu sözcük, sonraları tüm toplumsal yenileşme girişimlerini niteleyen bir anlam genişliği kazanmıştı. Böylece her alanda yapılan ve toplumları ileriye taşıyan “köklü dönüşümler” genel olarak “reform” diye anılmaya başlamıştı.
Ne var ki emperyalist-kapitalizm çağında bu sözcük de kimlik değiştirilip, gerici/ piyasacı hükümetler eliyle kirletilmiş ve buna da “demokrasi”, “demokratikleşme” denmiştir!
Tamamlıyorum Kürt Meselesi bir “demokrasi”, “demokratikleşme”nin ötesindedir. Bir ideolojik yanılsama aracı olarak “düzen içi çözüm” söylemi, özellikle burjuva akımlar için vazgeçilmezdir. Ancak siyasal süreçler sınıflı toplum gerçeğine uygun akmaya devam edecektir.
Ve nihayet resmî ideolojiyle çevrelenen fiziki sınırların ortadan kaldırılması yolunda emekçilerin, ezilen ulus ile “mücadele birliği”ni “olması gereken” düzeye taşıyacak tek yol sınıf ile kimliği birbirinden soyutlamayıp, birleştiren devrimci hareket(ler)in çözümü olacaktır.
Elbette tüm emperyalistlere ve yalanlarına da itibar etmeden!
Bu da nereden çıktı mı?
“Kürdistan Ortadoğu’nun Polonya’sıdır… “Kürtlerin çektiği acılar, Amerika’yı derinden etkiledi. Ben yaşadığınız acılara büyük saygı duyuyorum. Geleceğin geçmişten çok daha iyi olacağına inanıyorum,” sözü 2002’de ABD Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı iken Joe Biden’ın Kürdistan Parlamentosu’ndaki konuşmasındaki ifadesi.
İsmail Beşikçi’nin, “Çok sağlıklı bir sözdür… Joe Biden’ın, önceki Başkan Donald Trump ile karşılaştırıldığında, Kürdler için önemli bir gelecek vaad ettiği kabul edilebilir,”[122] saptaması; emperyalistlerin ne olduğunu “es” geçen bir yanılgıdan malûldür.
Bu bağlamda Jake Sullivan’ın, “PYD için de ‘ABD destekli Kürt askerleri’ ifadesini kullanması dikkat çekici” bulanlar; “Biden’ın kilit konuma ataması beklenen isim ‘Kürt Açılımı’ istemiş,”[123] türünden karşılıksız beklentilerin labirentine dalsalar da; böylesi bir “tutum” açmazın derinleştirilmesinden başka bir şeye hizmet etmez.
Kaldı ki ‘Jerusalem Post’a röportajında; “Marksizm modaydı… ABD’ye asla düşman olmadık”; “ABD’nin bizimle iletişime geçmesi Kürt sorununa tek çözüm”; “Marksist-Leninizm bir modaydı ve biz de bu fikirlerden etkilendik,” diyen Karayılan’ın, “Amerika’yı hâlâ sizin arzularınıza karşı savaşan emperyalist bir devlet olarak görüyor musunuz?” sorusunu da, ABD ile ilişki kurulmasına karşı olmadıklarını, hatta “ABD ile tüm Kürtler arasındaki muazzam ilişkileri tamamen destekledikleri”[124] biçimindeki yanıtının; “ABD geri döndü ve dünyayı yönetmeye hazır,”[125] diyen Joe Biden’ın temsil ettiği emperyalist gerçeği nereye koyduğu şaibeli bir durum değil ise, nedir ki?
BİRLİK GEREKSİNİMİ
Ve böylesi bir tabloda, üzerine çokça söz edilen birlik gereksinimi konusuna gelince…
Haddimin, konumumun, sınırlarımın bilincindeyim. İş bu nedenle, büyük kelimeleri temkinle kullanan birisi olarak, çözüm için önerilerim değil, kanaatlerim söz konusu olabilir.
İlk ve aslî kanım: Biz(ler)i fırtınalı bir geleceğin beklediği ve soru(n)ların “olağan” (denilen) düzen içinde çözümlenemeyeceği.
Çözüm, Gezi/ Haziran’ın tekrarında değil. Zaten bir daha Gezi/ Haziran da olmayacak!
Soru(n)lar karşısında sıyrılıp gelen Gezi/ Haziran’dan ilham alsa da onu aşacak olan bir yenilenmeyle mümkündür.
Yukarıda değindiğim “tekçilik” koşullarında, totaliter rejim “Durmayalım, düşeriz!” dercesine pedallara asılıyorken; mesela AKP liderliği “Beğenmezsek kayyım atarız,” diyor. Covid-19 vesilesiyle yasakçılığı topyekûn boyutlara taşıyor. Geçmişte birçok kez yararlandığı AİHM’nin kararına “Bizi bağlamaz” diyor. Medya ile sokaklar total kontrolde. Siyasal İslâmın organik entelektüelleri yine iç savaştan söz ediyor.
Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın askeri danışmanı, özel güvenlik örgütü SADAT’ın kurucusu emekli General Adnan Tanrıverdi, yaptığı bir konuşmada Mehdi’nin gelmesini beklediğini açıkladı ve ona göre hazırlanılması gerektiğini savundu…
Mehdi’nin gelişi, bu dünyada, dini anlamda, “iyi” ile “kötü” arasındaki nihai hesaplaşmayı, son büyük savaşı başlatacaktır. Öyleyse General Tanrıverdi böyle bir son büyük savaşı bekliyor, ona hazırlanıyor diye düşündüm.
Basında aktarılanlara göre, Tanrıverdi şöyle demiş: “Sunduğumuz anayasa teklifimizdeki silahlı kuvvetlerin yeniden yapılandırılması ile ilgili tespitlerimizin aşağı yukarı tamamı 15 Temmuz’dan sonra kongreye girmiştir”… “Biz o zaman, harp okulları, askeri okulların tamamı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanmalı dedik, bağlandı. Jandarma Genel Komutanlığı’nın Genelkurmayla İçişleri Bakanlığı’na bağlansın dedik, bağlandı. Yüksek Askeri Şûra’nın yapısı değişsin dedik, Askeri Yüksek Yargı kalksın dedik, o da gerçekleşti. Başkanlık sistemi gelsin dedik, o da geldi. Bu önermelerimizin tamamına yakını 15 Temmuz’dan sonraki yeniden yapılanmada gerçekleşti.”
Böylece, ülkenin rejiminin ve silahlı kuvvetlerinin yeniden şekillenme sürecinin, nihai bir hesaplaşmayı, son büyük savaşı bekleyen birinin önerileri gereğince gerçekleştirildiğini öğrendim.
Söz konusu şekillenme, AKP’de temsil edilen siyasal İslâmın iktidarının devlet biçimini inşa etme sürecine ait olduğuna göre buradan bir mantık yürütmesiyle, generalin ülkenin rejimini ve silahlı kuvvetlerini, siyasal İslâmın karşıtlarıyla, bir gün olması kaçınılmaz, nihai bir hesaplaşmaya hazırlamakta olduğu sonucunu çıkardım.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Şehir ve Güvenlik Sempozyumu’nda yaptığı açıklamalar, bu “hazırlanma” süreciyle uyumlu mesajlar içeriyordu. Birincisi, Cumhurbaşkanı “Artık şehirlerimizin güvenliğini sadece kolluk güçleriyle koruyacak durumda” olmadığımızı düşünüyor, bu zaafı gidermek için “Yeni fikirler geliştirilmeli” diyor. Ben, ”sadece kolluk güçleriyle koruyacak durumda değiliz” ifadesinden yola çıkınca iki olasılığa ulaşıyorum. Ya ordu iç güvenliği de üstlenecek. Ya da kentlerin güvenliğinin sağlanmasında, Tanriverdi’nin şirketindeki personele benzer unsurlardan yararlanılacak. Diğer bir deyişle “milis” (devrim muhafızları) benzeri bir kurumlaşma güvenlik sistemine eklenecek.
AKP’de temsil edilen siyasal İslâmın Gezi/ Haziran olaylarını nasıl bir yaşamsal tehdit olarak algıladığını ve olayların travmasını hâlâ atlatamadığını düşününce, Tanrıverdi’nin beklediği nihai hesaplaşmanın ve ilgili hazırlıkların anlamını, bu tehdit algısına bağlamak kolaylaşıyor.
Toplumda genel olarak rıza alma kapasitesini kaybeden AKP rejimi, kendi çekirdek tabanına dayanmak zorunda kalırken, iktidarını yalnızca devleti değil özel güçleri de kullanarak şiddetle korumaya hazırlanıyor.[126]
Bu gerçeğin altı çizilmeden coğrafyamızın hiçbir meselesini konuşmak, mümkün ve muhtemel değildir.
Kolay mı? Covid-19 salgını, ekonomik kriz, ölümcül etkileriyle birlikte hızlanarak ilerlerken rejim, baroları parçaladı, Ayasofya’yı yeniden fethederek camiye dönüştürdü, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma talebini canlandırdı, Tabipler Odası görevini yaptığı için hedefe konuldu, bu arada ‘Stratejik İletişim’ adı altında bir aktif propaganda ve muhalif seslerle mücadele örgütü kuruldu, altı yıl önceki bir olaya atıfla HDP’nin önde gelen isimleri apar topar tutuklandılar. Kılıçdaroğlu ve Akşener’in tutuklanacağı söylentileri de var.
Peki, ne oluyor? Beckett’in ‘Oyunun Sonu’ yapıtındaki o sözlerle, “Ne olacak. Şeyler kendi seyrini izliyor!”
Rejim, Covid-19 salgını, ekonomik kriz karşısındaki beceriksizliğinden, muhalefetin yararlanamayacak kadar basiretsiz olduğunu fark edince, “siyasal alanın”, “konuşulabilir olanın” sınırlarını “dini hakikât rejimini” egemen kılacak biçimde daraltma sürecinde yeni hamleler yapabileceğini gördü.
“Şeyler (hemen hiçbir engelle karşılaşmadan) kendi seyrini izliyor” Çünkü, ana muhalefet partisi CHP’nin varlığı, “sert” şikâyetin ötesine geçemiyor. Ve de CHP, “kaos ittifakı” olmak bir yana, sandığa durumu tamamen kabullenerek ve adeta, “düzenin içine kurulmuş” bir meşruiyet yaratma makinesi olarak gidiyor…
Sol hareketin durumu da çok farklı değil. Tamam, insanlar bedenlerini direniş çizgisine, sokaklarda polis şiddetinin karşısına koyuyor, emekçilerin ekonomik mücadelesinde yer almaya çalışıyorlar, ama bu çok parçalı hareketler arasında siyasi sonuç yaratacak bir sinerji oluşmuyor.
O zaman da akla şu soru geliyor: İktidarı amaçlamayan, “siyasi alanda” bu yönde fark yaratamayan eylemleri, “Siyasi mücadele” olarak tanımlamak olanaklı mıdır?[127]
Bu soru(n)lar ortadayken; iktidar partisinin ve onun temsil ettiği toplumsal “hareketin ve davanın” bir genel seçimlerden sonra, tüm bunları kaybetmeyi göze alarak muhalefete çekilebileceklerine inanabilmek için çok büyük bir hayal gücü gerekiyor.[128]
Bunlar böyleyken; ekonomik kriz de bir kırılma noktasına hızla yaklaşıyor. Covid-19 salgınının ikinci dalgası gündemde; veriler bulanık ama yönetilemediği açık. Dış politika Doğu Akdeniz’de bir çıkmaza girdi; ekonomiye yükü göreli olarak artıyor. Bunlar çok patlayıcı bir karışım oluşturuyor. AKP Türkiye’si tehlikeli bir döneme giriyor.
Bu tabloda ekonomi yönetimi, dış politika, Covid-19 salgını karşısındaki yetersizlikleri artık saklanamayan bu rejim iflas etmiştir, “kendisi” de bunun farkındadır, siyasal İslâmın AKP’de temsil edilen iktidarının, kültür alanında getirmeye çalıştığı yasaklar, uyguladığı simgesel ve fiziki şiddet işte bu iflasın ürünleridir.
Yalnızca, derinleşen ekonomik kriz, ağırlaşan siyasi-kültürel baskı, kontrolden çıkmış bir Covid-19 salgını altında yaşamaya çalışan halk için değil, bu rejim için de artık istikrar ve huzur yok.
Bu rejimin, egemen sınıfının ekonomik çıkarlarıyla, genel olarak halkın refahının (iş, aş özgürlük), özel olarak da Türkiye kapitalizminin sermaye birikim sürecinin gereksinimleri (üretkenlik, kâr oranları, üretim ve tüketim) arasındaki uçurumun, dolayısıyla krizin derinleşmeye devam etmesi bir yana rejim, geleceğini güvenceye alamadığını dehşetle görüyor.[129]
“İyi de ne yapmalı” mı?
Egemen “varlığı” karşısında Karl Marx’ın, “Şayet şeylerin dış görünüşü ile özü aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz bir şey olurdu,” saptamasını unutmadan mücadeleyi birleştirelim. “Haydi birleşelim,” denilerek olmuyor. Birleşme olsa olsa bir pratik içerisindeki örgütlü ve karşılığı olan güçlerin somut talepler çerçevesinde olabilir. Bunun için de mücadelenin sokakta, gecekondularda, fabrikalarda, atölyelerde, grevlerde, direnişlerde verilmesi gerekiyor. Ötesi lafı güzaf!
O hâlde güç olmak için “birleşme” arayışları yerine; güçlenerek ezilenleri birleştirmeye yönelmek için V. İ. Lenin’in “Liberaller işçilere ‘sizler toplumun sempatisini kazandığınızda güçlü olursunuz’ derken Marksistler işçilere farklı bir şey söylerler, onlara şöyle derler: ‘Güçlü olduğunuzda toplumun sempatisini kazanırsınız,”[130] saptamasına kulak verme zamanıdır.
Tıpkı Friedrich Engels’in, “Emekçi insanlığını, ancak burjuvaziye nefret ve isyanla kurtarabilir. Yaşamın tüm koşullarına karşı çıkma dışında ona insanlığın gereğini yapabileceği hiç bir alan bırakılmadığına göre, çok doğaldır ki, en insanca, en soylu, en sempatiye değer olabileceği olan bu karşı çıkıştır,”[131] uyarısı eşliğinde…
Ve “İnsan düşüncesinin objektif gerçekliğe ulaşması ya da ulaşamaması sorunsalı kuramsal değil pratik bir sorundur. İnsan doğruyu, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya ait olduğunu pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten soyutlanmış bir düşüncenin gerçekliği/gerçek dışılığı tartışması skolastik bir sorundur,” diyen Karl Marx’ın eklediği üzere…
VE NİHAYET
Cahit Sıtkı Tarancı’nın, “Efkâr ettiğimiz şey, memleketin hâlidir;/ Sanmam hemşerim, sanmam bundan acısı olsun,” dizeleriyle diyeceklerimi sonlandırırken; “Hayır!” kimseye sabredin demiyorum!
Sabrın sadece bekleme yeteneği değil, beklerken yaptıklarımız olduğunun altını çizip; Senaca’nın, “Hayat bu; zaman gelir her şey bir anda son olur. Hayat bu; son dediğin an, her şey yeniden can bulur” ve Yaşar Kemal’in, “Ama bilmeliydiniz ki haklı azınlık, haksız çoğunluktan daha güçlüdür,” sözlerini hatırlatarak; Kolombiya/ Bogota’daki bir duvar yazısından aktarıyorum:
“Dejemos el pesimismo para tiempos mejores/ Karamsarlığı daha iyi zamanlara bırakalım”…
“Son sözler” de Eduardo Galeano’nun, “Eğer itilmezse hiçbir diktatör düşmez”; Andery Tarkovski’nin, “Bir damla, bir damla daha iki damla etmez, daha büyük bir damla eder”; François Marie Arouet Voltaire’in, “Hiçbir ordu, zamanı gelmiş bir düşünceye karşı duramaz,” satırlarından…
N O T L A R
[*] Newroz, Aralık 2020…
[1] Frida Kahlo.
[2] Ergin Yıldızoğlu, “Eşiğin Öbür Tarafında…”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2020, s.11.
[3] Güray Öz, “Rejim Değişti Devlet Dönüşüyor”, Cumhuriyet, 18 Temmuz 2018, s.7.
[4] Zehra Özdilek, “Polis ve Bekçi Ordusu Kuruluyor”, Cumhuriyet, 4 Ağustos 2020, s.5.
[5] Ahmet İnsel, “Kalıcı OHAL Devleti”, Cumhuriyet, 6 Şubat 2018, s.11.
[6] “Berat Albayrak: Krizlerden Çok Lobilerle Uğraşıyoruz”, Hürriyet, 13 Ağustos 2020, s.6.
[7] Şehriban Kıraç, “Mehmet Şişman: Bankalar Çıkmaz Sokakta”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2020, s.11.
[8] “Ulusoy: Türkiye Borcu Borçla Bile Ödeyemiyor”, Yeni Yaşam, 7 Ağustos 2020, s.4.
[9] Ergin Yıldızoğlu, “Pouvoir”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2019, s.11.
[10] “Fakir daha da fakirleşti; Türkiye gelir dağılımı eşitsizliğinde Avrupa ikincisi”, 5 Ocak 2020… https://tr.euronews.com/2020/01/05/fakir-daha-da-fakirlesti-turkiye-gelir-dagilimi-esitsizliginde-avrupa-ikincisi
[11] “Emekli Maaşı Değil Sefalet Aylığı”, Birgün, 22 Ekim 2020, s.11.
[12] “Üretim Artıyor Ama İşçi Payını Alamıyor”, Birgün, 8 Ekim 2020, s.14.
[13] Gamze Bal, “Halk Et Değil, Makarna Yiyor”, Cumhuriyet, 2 Kasım 2020, s.9.
[14] Havva Gümüşkaya, “Osmangazi Köprüsü’ne Milyarlık Ödeme”, Birgün, 3 Ekim 2020, s.11.
[15] Ozan Gündoğdu, “Kalyon’a Milyarlık Kıyak”, Birgün, 10 Ekim 2020, s.11.
[16] Nurcan Gökdemir, “Saray’ın Tek Günlük Harcaması 10 Milyon”, Birgün, 2 Ekim 2020, s.8.
[17] “Milyonların Borcu Arttı, Milyonerlerin ise Serveti”, Birgün, 30 Eylül 2020, s.8.
[18] Hüseyin Şimşek, “Kriz Derinleşti, İntiharlar Arttı”, Birgün, 7 Mart 2020, s.11.
[19] Dilara Şimşek, “Geleceksizlik Ruhsal Hastalıkları Artırıyor”, Birgün, 30 Ocak 2020, s.2.
[20] Mahmut Lıcalı, “Sosyal Felaket Büyüyor!”, 5 Mart 2020… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/sosyal-felaket-buyuyor-16-yilda-5-bin-485-kisi-yasamina-son-verdi-20-kisiden-bir-depresyonda-1725141
[21] Aydın Engin, “Hem İslâm Hem Demokrasi mi, Ya İslâm Ya Demokrasi mi?”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2018, s.8.
[22] “Türkiye Uganda’nın Gerisinde”, Yeni Yaşam, 12 Ocak 2019, s.7.
[23] “İnsan Hakları Ayaklar Altında”, Evrensel, 10 Aralık 2018, s.2.
[24] Şükrü Aslan, “Modern Muhafazakârlar ve Kayyum Atamaları”, Birgün, 7 Ekim 2020, s.6.
[25] Ergin Yıldızoğlu, “Sivil Toplum Yıkılmalıdır!”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 2018, s.11.
[26] Mustafa Mert Bildirinci, “… ‘Polis Devleti’ Perçinleniyor”, Birgün, 3 Şubat 2020, s.9.
[27] “Prof. İbrahim Kaboğlu: Parti Kolluğu”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2020, s.5.
[28] Alican Uludağ, “Takviye Hazır Kuvvet Müdürlüğü Kurulması Endişe Yarattı”, Cumhuriyet, 23 Ağustos 2020, s.9.
[29] Hüseyin Şimşek, “En Fazla Polis Bizde!”, Birgün, 13 Aralık 2019, s.7.
[30] “2018 Kasım İtibarıyla 273 Bin 447 Silah Ruhsatı Düzenlendi”, Cumhuriyet, 14 Mayıs 2019, s.18.
[31] Selin Görgüner, “Hatay’da Yargısız İnfaz İsyanı”, Cumhuriyet, 15 Mart 2018, s.8.
[32] “Dur İhtarına Uymadığı İddiasıyla 403 Kişi Öldürüldü”, 24 Mayıs 2020… https://www.demokrathaber.org/guncel/dur-ihtarina-uymadigi-iddiasiyla-403-kisi-olduruldu-h129077.html
[33] Alican Uludağ, “Bakan ‘Kırın’ Dedi Polis Ayağına Sıktı”, Cumhuriyet, 15 Mart 2018, s.8.
[34] Burcu Cansu, “Tarihin En Büyük Fişlemesi”, Birgün, 18 Şubat 2020, s.9.
[35] Sinan Tartanoğlu, “İçişleri, 11.1 Milyon Kişiyi Tek Tek Fişleyecek!”, Cumhuriyet, 28 Ekim 2018, s.4.
[36] Emine Kaplan, “Torbadan Ödüllü Muhbirlik Çıktı”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2018, s.5.
[37] Hüseyin Şimşek, “AKP Dört Bir Yandan ‘Güvenlikle’ Kuşattı”, Birgün, 31 Ocak 2020, s.9.
[38] Deniz Yıldırım, “Siyasal İslâmcılık Kaybetti”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2018, s.4.
[39] Sinan Tartanoğlu, “HÖH’de Merkez Bankası Detayı”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2018, s.8.
[40] Nurcan Gökdemir, “İhale Kanunu 187 Ayda 186 Kere Değiştirildi”, Birgün, 19 Mayıs 2018, s.4.
[41] Ozan Çepni, “Diyanet’ten İhaleye ‘Afet’ Bahanesi”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2018, s.6.
[42] “OHAL Türkiye’sinde RTÜK Dönemi”, Cumhuriyet, 28 Temmuz 2018, s.5.
[43] Ahmet İnsel, “Kindar Nesil Böyle Yetiştirilir”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2018, s.11.
[44] Ozan Çepni, “Cihad İbadet Sayıldı”, Cumhuriyet, 22 Temmuz 2017, s.3.
[45] “Diyanet: Silahlı Mücadele, Cihadın En Üst Seviyesidir”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2018, s.6.
[46] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Ulusal Çıkar’ Diye Başlayıp”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2019, s.11
[47] Ece Piroğlu, “Cennet Vaadi”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2020, s.4.
[48] “Erbaş: Kur’an ile Olmayan Çocuklar Şeytanla…”, Cumhuriyet, 8 Aralık 2018, s.4.
[49] Ozan Çepni, “Çocuk İmam Dönemi”, Cumhuriyet, 1 Şubat 2019, s.9.
[50] Hazal Ocak, “Kreş Çocuklarına Kur’an Kursu”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2018, s.3
[51] Sinan Tartanoğlu, “Tarikat ve Cemaate Resmiyet Formülü”, Cumhuriyet, 17 Kasım 2018, s.3.
[52] Şeyma Paşayiğit, “İmam Psikologlar Artıyor”, Cumhuriyet, 6 Ağustos 2019, s.8.
[53] Sinan Tartanoğlu, “Diyanet Turizme De El Attı”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2018, s.4.
[54] Ozan Gündoğdu, “Körfez’den Sadece Para Gelmiyor”, Birgün, 19 Aralık 2019, s.11.
[55] Mustafa Mert Bildircin, “Aileyi Korumak İçin İslâmi Mücadele!”, Birgün, 14 Şubat 2019, s.4.
[56] Meral Danyıldız, “Akademik Liyakat Yerle Bir Edildi”, 19 Ocak 2019… https://www.birgun.net/haber-detay/akademik-liyakat-yerle-bir-edildi.html
[57] Özdemir İnce, “Cehalet Bilimi, Cehaletin Bilimi (1)”, Cumhuriyet, 2 Kasım 2020, s.3.
[58] “Silah Doğrulttuğu Fakültede Araştırma Görevlisi Yapıldı”, 11 Ocak 2020… http://direnisteyiz27.org/silah-dogrulttugu-fakultede-arastirma-gorevlisi-yapildi
[59] “Sincan’da Okul Müdürü Topuklu Ayakkabı Giymeyi Yasakladı: Dinen Caiz Değil”, 12 Ocak 2019… http://siyasihaber4.org/sincanda-okul-muduru-topuklu-ayakkabi-giymeyi-yasakladi-dinen-caiz-degil
[60] “Okullarda Dağıtılan Kitap: Sağcılar Allah Topluluğu, Solcular Şeytan Topluluğu!”, 20 Ocak 2018… http://haber.sol.org.tr/toplum/okullarda-dagitilan-kitap-sagcilar-allah-toplulugu-solcular-seytan-toplulugu-225709
[61] Kemal Göktaş, “Zorunlu Din Dersine Havuz Savunması”, Cumhuriyet, 5 Nisan 2017, s.3.
[62] Ozan Çepni, “Yılmaz’dan Skandal Yanıt”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2017, s.3.
[63] Metehan Ud, “Kız Çocuğunu Okutmamak Düşünce Özgürlüğü Sayıldı!”, Evrensel, 27 Aralık 2017, s.2.
[64] Hüseyin Şimşek, “Bütçeden İmam Hatiplere Ayrılan Pay Yüzde 68 Arttı”, 8 Kasım 2017… http://www.diken.com.tr/butceden-imam-hatiplere-ayrilan-pay-yuzde-68-artti/
[65] Mustafa Mert Bildircin, “… ‘Akademik Başarı’ İçin Genç Bilaller Ezan Yarışması”, Birgün, 14 Kasım 2019, s.6.
[66] Ozan Çepni, “Ortak Sempozyum”, Cumhuriyet, 24 Temmuz 2019, s.4.
[67] Seyhan Avşar, “Anayasaya Aykırı Olmasına Rağmen Okullarda Namaz Kılınacak”, Cumhuriyet, 29 Mayıs 2020, s.5.
[68] “Şeriat Çalıştayı”, Cumhuriyet, 20 Aralık 2019, s.5.
[69] Burcu Cansu, “TTB’den, Dua Yazan Doktora Soruşturma”, Birgün, 17 Mart 2018, s.6.
[70] Alican Uludağ, “Laik Hukukun Kemirilme Süreci Başladı”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2020, s.11.
[71] Dilek Şen, “Otopark da Pembe”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2018, s.3.
[72] İklim Öngel, “Belediye Toplantısında Harem-Selamlık Düzen!”, Cumhuriyet, 3 Nisan 2018, s.5.
[73] “Çorum İl Sağlık Müdürlüğü Ramazan Nedeniyle Çalışanlara Yemek Vermiyor”, Evrensel, 17 Mayıs 2018, s.2.
[74] “Hacamat ve Sülük İçin Tıp Kongresi”, Birgün, 20 Nisan 2018, s.2.
[75] “Yurtta Şort Giydiğim İçin İfadem Alındı”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2018, s.3.
[76] Seyhan Avşar, “Eşcinsel Polis İhraç Edildi”, Cumhuriyet, 5 Mart 2019, s.3.
[77] Ergin Yıldızoğlu, “Avrasya’ya Doğru Giderken…”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2019, s.11.
[78] Ergin Yıldızoğlu, “Tabutun Kapağındaki Son Çivi”, Cumhuriyet, 26 Şubat 2018, s.9.
[79] Ergin Yıldızoğlu, “Korkular, Yadsımalar”, Cumhuriyet, 12 Mart 2018, s.11.
[80] Ergin Yıldızoğlu, “Quo Vadis ‘Absurdistan?’…”, Cumhuriyet, 22 Ağustos 2019, s.11.
[81] Ergin Yıldızoğlu, “Madalyonun Öteki Yüzü”, Cumhuriyet, 1 Temmuz 2019, s.11.
[82] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Durum’ Üzerine Spekülatif Düşünceler”, Cumhuriyet, 18 Temmuz 2019, s.11.
[83] Ali Sirmen, “En Doğrusu Galiba ‘Reis’ Demek”, Cumhuriyet, 13 Temmuz 2018, s.4.
[84] Güray Öz, “Ne Oldu, Ne Olacak?”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2018, s.7.
[85] Aktaran: Özdemir İnce, “Devlet Benim, Ben Devletim”, Cumhuriyet, 17 Nisan 2020, s.3.
[86] Aydın Engin, “Sultan I. Tayyip Han”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 2018, s.8.
[87] Çiğdem Toker, “Kişiye Özel Elbise”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2018, s.8.
[88] Mahmut Lıcalı, “Kaboğlu: Yıkım Anayasa Yoluyla Gerçekleşti”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2018, s.4.
[89] Emine Kaplan, “Saray’a ‘Ferman’ Yetkisi”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2019, s.4.
[90] Ahmet İnsel, “Erdoğanizm Türkiyesi”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2018, s.9.
[91] Özdemir İnce, “Ulemadan Erdoğan”, Cumhuriyet, 24 Aralık 2019, s.3.
[92] “Erdoğan, Saray’a Gitmeyen Baroları Hedef Aldı”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2019, s.5.
[93] Aydın Engin, “Ya Bir de Diktatör Olsaydı…”, Cumhuriyet, 26 Mart 2018, s.8.
[94] Alican Uludağ, “İstihbarat Devleti”, Cumhuriyet, 22 Ocak 2019, s.5.
[95] Sinan Tartanoğlu, “Saray Yardım da Dağıtacak”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2018, s.12.
[96] Sinan Tartanoğlu, “Yasa Çok Açık: Bilgi Edinme!”, Cumhuriyet, 24 Eylül 2018, s.7.
[97] “Gizli Ödeneğin Tek Sahibi”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2018, s.4.
[98] Mehmet Ali Güller, “12 Eylül: AKP’nin İdeolojik Doğum Günü”, Cumhuriyet, 14 Eylül 2020, s.12.
[99] Enver Aysever, “Selahattin Demirtaş: AKP Seçmeni Bile Öteki”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2020, s.9.
[100] “Eski AKP Milletvekili Adres Gösterdi: Darbeyi Erdoğan ve Arkadaşları Yaptı”, 26 Ağustos 2019… https://odatv.com/darbeyi-erdogan-ve-arkadaslari-yapti-25081956.html
[101] Güray Öz, “Dönülmez Akşamın Ufkundayız…”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2018, s.7.
[102] Ergin Yıldızoğlu, “Muhalefet İktidardan Korkuyor”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2020, s.11.
[103] Ergin Yıldızoğlu, “Rejim ve Realite”, Cumhuriyet, 29 Ekim 2020, s.15.
[104] “Demirtaş’tan Mesaj: Gezi Direnişi Bitmedi, Sonunda Bizler Kazanacağız”, 1 Haziran 2020… https://www.avrupa-postasi.com/politika/demirtas-tan-mesaj-gezi-direnisi-bitmedi-sonunda-bizler-h106984.html
[105] BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “Vatandaşın tepkisini doğru buluyorum. Biz BDP olarak Gezi Parkı direnişçilerinin yanındayız’ diyerek başladığı sözlerini şöyle sürdürdü: ‘Bu eylemde şu an bazı ulusalcı, ırkçı ve milliyetçi kesimler ‘Kürt sorununu nasıl baltalayabiliriz’in içindeler. Bunların farkındayız. (…) Biz Gezi Parkı’nda yaşananların müzakere karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız,” (Kürşat Bumin, “En Doğru Değerlendirme Demirtaş’tan”, Yeni Şafak, 3 Haziran 2013, s.12.) derken; Erol Erdoğan da ekliyordu: “Çözüm sürecinde alınan mesafe önemlidir. Gezi Parkı’yla başlayan gerginlik atmosferinin çözüm sürecini olumsuz etkilememesi gerekir.” (Erol Erdoğan, “Bu Bir Gezi Parkı Sonrası Yazısıdır”, Radikal, 11 Haziran 2013, s.17.)
Bunlar böyleyken Sırrı Süreyya Önder’in şu sözlerini tekrar tekrar okuyarak, düşünülmelidir: “Türkiye yanıyor, dünyanın en büyük isyanlarından biri. DTK’dan tek cümle yok!” (Murat Çakır, “Çözüm Sadece AKP ile mi?”, Gündem, 22 Haziran 2013, s.12.)
[106] Ergin Yıldızoğlu, “Siyasal İslâmın Momentum Korkusu”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2018, s.9.
[107] Ergin Yıldızoğlu, “Rejim Yine Duvara Çarptı”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2020, s.11.
[108] İpek Özbey, “İlahiyatçı Cemil Kılıç: Şeri Bir İslâm Devleti Kurma Arzusu Var”, Cumhuriyet, 23 Aralık 2019, s.9.
[109] V. İ. Lenin, “Iskra’nın Sonuncu Taktiği yahut Ayaklanma İçin Yeni, Uyarıcı Teşvikler Olarak Eğlencelik Seçimler”, Toplu Yapıtlar, Cilt: 11, s.354-372.
[110] Ergin Yıldızoğlu, “Boş Göstergenin Zehirli Cazibesi”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2019, s.11.
[111] Maria Antonietta Macciocchi, Faşizmin Analizi, çev: Cemal Süreya, Payel Yay., 1979.
[112] Eric J. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev: Yavuz Aloğan, Everest Yay., 2006.
[113] Salih Tuna, “Tercih mi Zaruret mi?”, Sabah, 21 Kasım 2018.
[114] Ergin Yıldızoğlu, “Rejimin ‘Gerçeği’…”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2018, s.9.
[115] Hamza Erdoğan, “Kürt Sorunu Bir Demokratikleşme Sorunu, Sivil Anayasa ile Çözülür”, Zaman, 15 Mayıs 2011, s.15.
[116] Özgür Ulusoy, “Toplumu Devlet Zehirledi Panzehiri de Devlet Bulsun”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2011, s.7.
[117] Serdar Akinan, “1921 Anayasası Esas Alınırsa Sorun Çözülür”, Akşam, 21 Mayıs 2011, s.12.
[118] Meriç Tafolar, “Biz Kürt Sorununu Çözeceğiz, Nokta!”, Milliyet, 3 Kasım 2014, s.18.
[119] “Neşe Düzel: Dengir Mir Mehmet Fırat: Tayyip Bey’in Sınırları Var”, Taraf, 28 Kasım 2011, s.11.
[120] “Ses Kaydı Bu Kez AKP’yi Karıştırdı”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2011, s.5.
[121] Önder Yılmaz-Namık Durukan-Abdullah Karakuş-Bahar Atakan, “Kürtlerin Anayasal Haklarını Vereceğiz”, Milliyet, 22 Aralık 2011, s.25.
[122] İsmail Beşikçi, “Kürdistan Ortadoğu’nun Polonya’sıdır”, 26 Kasım 2020… https://www.ilkehaber.com/yazi/kurdistan-ortadogunun-polonyasidir-17259.htm) diye takdir ettiği saptama
[123] “Biden’ın Kilit Konuma Ataması Beklenen İsim ‘Kürt Açılımı’ İstemiş”, 25 Kasım 2020… https://ahvalnews-com.cdn.ampproject.org/c/s/ahvalnews.com/tr/abd-turkiye/bidenin-kilit-konuma-atamasi-beklenen-isim-kurt-acilimi-istemis
[124] “Karayılan İsrail Medyasına Konuştu: ABD’ye Asla Düşman Olmadık, Sovyetlerden Uzak Durduk”, 27 Kasım 2020… https://www.birgun.net/haber/karayilan-israil-medyasina-konustu-abd-ye-asla-dusman-olmadik-sovyetlerden-uzak-durduk-324555
[125] “Joe Biden: ABD Geri Döndü ve Dünyayı Yönetmeye Hazır”, 25 Kasım 2020… https://www.ntv.com.tr/dunya/joe-biden-abd-geri-dondu-ve-dunyayi-yonetmeye-hazir,IKnznBE-JUSsRgNznPOmEQ
[126] Ergin Yıldızoğlu, “Tehlikeli İşler Haftası”, Cumhuriyet, 6 Ocak 2020, s.11.
[127] Ergin Yıldızoğlu, “Ne Oluyor? Ne Oluyor?”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2020, s.11.
[128] Ergin Yıldızoğlu, “İki Soru, Bir Seçenek”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2020, s.13.
[129] Ergin Yıldızoğlu, “Rejim İflas Etti ve Bunun Farkında…”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2020, s.11.
[130] V. İ. Lenin, Collected Works, Volume: 18, Progress Publishers, Moscow, 1977.
[131] Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çev: Oktay Emre, Sosyalist Yay., 1994.