“ve kuytularda, dağlarda, alanlarda akıtılan ve akıp gelen kanlarda, bir sabah büyük büyük ateşler yanınca, eller temizlenecektir , bir tören olacaktıri ölülerimiz toplanacaktır.”[1]
Auschwitz, Treblinka, Hiroşima, Nagazaki, Srebrenica vd’leri ile Charlie Hebdo… Ya da Dersim, Madımak, Roboskî Katliam(lar)ı… Veya 1 Mayıs 1977 Taksim’i… Bana hep Behçet Aysan’ın, “Yok başka bir cehennem yaşıyorsunuz, yaşıyoruz işte,” dizelerindeki isyanı anımsatır; tıpkı 33’lerin Suruç’u gibi!
Bunlar ve benzerleri beni hep utandırıp öfkelendirir; yüreğimin başı ezilir adeta…
Evet, evet utanırım elbette; ancak aynı zamanda “kandan kına yakılır mı?” sorusunu dillendirip; “elbet bir bildiği var bu çocukların,/ kolay değil öyle genç ölmek,” saptamasını dillendiren Hasan Hüseyin Korkmazgil’den mülhem öfke duyarım utanmaz katliamcı katillere…
Olup bit(mey)enin tarihini yaşa(tılı)rken Gülten Akın’ın dizelerindeki, “zulmü yönetimlerine başat kılıyorlar/ akrep tutuyorlar, çıyan besliyorlar/ başlarını ölüm yastığına yaslıyorlar/ tükenmiş çareleri.//
ince yüzlerinizdeki ışığı/ söndüre söndüre/ dal bedenlerinizi öldüre öldüre/ besleniyorlar/ tükenmiş çareleri/
oysa/ akan bir ırmağı kim durdurabilir?” vurgusu üzere tatlıya bağlanacaktır bu acı hikâye…
Aslında Çağdaş Aydın… Koray Çapoğlu… Cebrail Günebakan… Hatice Ezgi Sadet… Uğur Özkan… Nartan Kılıç… Veysel Özdemir… Nazegül Boyraz… Kasım Deprem… Alper Sapan… Cemil Yıldız… Okan Pirinç… Ferdane Kılıç… Yunus Emre Şen… Alican Vural… Osman Çiçek… Mücahit Erol… Medalı Barutçu… Aydan Ezgi Salcı… Nazlı Akyürek… Serhat Devrim… Ece Dinç… Emrullah Akhamur… Murat Yurtğul… Erdal Bozkurt… İsmet Şeker… Süleyman Aksu… Büşra Mete… Duygu Tuna… Polen Ünlü… Nuray Koçan… Vatan Budak… Mert Cömert… yani 33’ler için de durum budur; ama bu kadar da değildir.
Bana her anımsayışımda Nâzım Hikmet’in, “Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da/ Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,/ Bütün iş Tahir’le Zühre olabilmekte/ Yani yürekte,” dizelerini terennüm ettiren Onlar coğrafyamızdaki milatlar içinde bir milattırlar.
Ayrıca “Mekân(lar)ı cennet olsun” diyenlerden değilim; “Toprak incitmesin… Umutları devrim olsun” derim…
Benim içimi yakan Onlarla, yüreğim yangın yeridir.
Kalbimde acı, içimde öfke, boğazımda çözülmeyen bir düğüm vardır.
Hayır! Her şeyin çok pahalı, insan hayatının çok ucuz olduğu bir coğrafyada yaşa(tıl)dığımızı unutuyor falan değilim…
Resimlerine baktıkça “Utanıyorum/z! Suçluyum/z!” demeden edemediğim Onlar konusunda “Tahammülün sınırlarında” derler ya, tam öyle bir yerdeyim… “Bıçak kemikte,” denilen bu olsa gerek!
Masum insanların gülüşlerinin soldurulduğu Suruç’ta katledilenler için “Yaşamak şakaya gelmez”ken; büyük bir ciddiyetle yaşadı Onlar “Zulme inat yaşasın hayat,” kararlığıyla…
Onlara kasteden karanlığı boğana dek; ağla sevgili yurdum…
ONLARA DAİR
“Çarptıkça yüreğimiz
Savunacağız biz
Güneşi, havayı, suyu ve insanı.”[2]
Metin Demirtaş’ın, “Yolu yok kalbim/ Sağ çıkacağız bu acılardan/ Çünkü umutsuzluk yasak/ Yılgın türküler söylemek de/ Çünkü yürüyor umudun ordusu/ Umutsuzluğu kurşuna dizerek,” dizelerindeki kararlılık geleneğinin taşıyıcı olan 33’ler Ernest Hemingway’in, “Hayata kendimizden ne katıyorsak, hayattan da onu alırız”; Blaise Pascal’ın, “Her seçim bir vazgeçiştir”; Can Yücel’in, “Çalmadık, çırpmadık. Yediysek cebimizden, harcadıysak ömrümüzden,” saptamalarındaki vurguydular.
Sayıdan ibaret değillerdi, olmadılar da…
Katledildiler! Katledenler ise, hâlâ hesap vermediler…
İçim(iz) içimi(zi) yiyor; nasıl olmasın?
Suruç fotoğraflarına bakın. Umudun, ışığın karelerini kanla söndürmek istediği karanlığın sahipleri!
Sorarım siz(ler)e: Memleket baştan ayağa azapla kıvranırken; olup bit(mey)enlerle çileden çıkmamak mümkün mü?
Her şey allak bullak; yıkımın eşiğindeyiz.
Adaletin “A”sı yokken; haksızlık kol geziyor; coğrafyanın hâli berbat
“Çoğunluk” olanları görmemek için baş çeviriyor ya da gözlerini kapatıyor.
Bir ilişki kalmadı gerçekle söz arasında; hatta Onlara, “Hümanist görünümlü teröristler”(?!) diyenler bile oldu…
Oysa Onlar Kemal Burkay’ın, “Belki şehre bir film gelir,” dizelerindeki umudun çocuklarıydılar…
Ailenin tek çocuğu Koray Çapoğlu Trabzon’lu…
Bir eylemde gözaltına alınırken bir polis memuru tarafından ağzı yırtılıncaya kadar çekilerek “etkisiz hâle”(?) getirilen Cebrail Günebakan Dersim-Karakoçan’lıydı…
Anadolu Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencisi Alper Sapan Karadeniz’liydi…
18 yaşındaki Okan Pirinç Antakya’lı…
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sanat tarihi öğrencisi Hatice Ezgi Sadet Sivas’lı…
Van’lı Yunus Emre Şen’in lakabı ‘Keke’ydi. DTCF’de öğrenciydi. Sonrasında öğrenciliği bırakip, devrimci faaliyet yürüttüğü Adana’ya gitmişti…
Anadolu Üniversitesi AÖF Maliye’de okuyan Uğur Özkan Cizre’liydi…
İsmet Şeker Sivas’lı…
28 yaşındaki İngilizce öğretmeni Süleyman Aksu Hakkâri Yüksekovalı…
Mücahit Erol Muş’lu…
27 yaşındaki Çağdaş Aydın Dersim’liydi; eğitimini -biri Antakya’da, diğeri de Edirne’de- tamamlamıştı. Babası Feti, “Oğlum iki üniversite bitirdi,” derdi genellikle…
Onlar içindi Yaşar Miraç’ın kaleme aldıkları dizelerdeki üzere:[3]
“ağıt değil yas değil/ bir eylemi bölüşen/ bir şiir yazıyorum/ suruç’ta ölenlerin/ adlarından oluşan:/ otuzüç goncalı özgürlük gülü
süleyman bir gül aldı/ gülü nazlı’ya verdi
erdal nuray ‘bu güle/ bir ad bulalım’ dedi
mert seslendi öteden/ ‘adı özgürlük olsun’
vatan ‘gelin bu gülü/ suruç’a götürelim’
hatice ‘hep birlikte/ bir bahçeye dikelim’
polen ‘güzel güneşli/ bir yer bulalım önce’
nartan ‘eşip toprağı/ hazırlayalım’ dedi
büşra gülü okşayıp/ deniz’le kokladılar
ferdane tüle sardı/ incitmeden kökünü
veysel bir çapa buldu/ murat küçük bir kürek
suruç’taki bahçenin/ en güneşli yerinde
çapayla eşti kasım/ toprağı bir güzelce
yunus, ece ve Alper/ çömeldiler toprağa
gülü yerleştirdiler/ hep birlikte özenle
duygu toprak ekledi/ medali kök bastırdı
uğur serhat cansuyu/ dökerek suladılar
okan ezgi alican/ çevresin temizledi
cemil ak taşlar dizip/ çağdaş’la güle çember
ördüler korunmalık/ çalılar dikti osman
taşların arasına/ koray renkli bezleri
emrullah’la bağladı/ çalıların ucuna
cebrail türlü renkten/ boyadı ak taşları
ismet ile nazegül/ ‘özgürlük’ diye yazdı
bu gülcüğün adını/ bahçedeki ak taşa
artık rengi güneşten/ apal bir gül fidanı
otuzüçten goncalı/ otuzüçten cansulu
suruç’tan tüm dünyaya/ yankıyıp duracaktı
‘kardeşlik barış olsun/ artık kan dökülmesin!’
otuzüç yürekliden/ özgürlüğün al gülü/ sonsuza açacaktı.”[4]
KATLİAM VE “NEDEN”İ
“Olacak bütün bunlar.
Kısa çöp uzun çöpten hakkın alacak!
Bu dünya kalmayacak haramilere.”[5]
Suruç, coğrafyamızın katliamlarla dolu tarihinden bir yapraktır; coğrafyamızda yaşanan büyük acının merkezlerindendir; Reyhanlı, Sivas, Niğde, Diyarbakır, Dersim, Maraş vd’leri gibi…
Jacques Derrida “Gerçeğe susamışlık, insanlığın en soylu tutkusudur,” notunu düştüğü hâlde üzeri örtülen gerçekler ortaya çık(artıl)mazken; “Zengin sınıflarının suçlarını belirsizlik kadar hiç bir şey koruyamaz,” diye fısıldar kulağımıza Bertolt Brecht sanki…
‘Milliyet’ten atılan Kadri Gürsel’in Suruç Katliamı hakkındaki son yazısında,[6] “Suruç Katliamına misilleme amaçlı saldırı ve cinayetler yeni bir şiddet dalgasını tetiklerse bundan en çok, ilk erken seçimde HDP’yi baraj altına indirme ve MHP’ye giden oyları da geri alarak yeniden tek başına iktidar olma hayalini kuranların faydalanacağı açıktır. Suruç Katliamını kullanışlı yapan da budur,”[7] diye tarif ettiği hâlde; yani 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri sonrasında AKP milletvekili Burhan Kuzu’nun, “Halk kaosu seçti,” demesiyle birlikte coğrafyamızda başlayan kaos/ katliam dalgasıyla birlikte 2015’in ikinci yarısını ve 2016’yı diken üstünde geçirdik.
Hatırlayın: 19 Temmuz 2015’de Ahmet Davutoğlu erken seçim talimatı verirken; 20 Temmuz’da Suruç’taki bombalı saldırı yaşandı…
Öncesinde 11 Mayıs 2013’te Reyhanlı; 19 Mart 2014’te Niğde; 5 Haziran 2015’te Diyarbakır’a 20 Temmuz 2015’te Suruç eklendi IŞİD’le anılan!
Coğrafyamızın tarihi katliamlarla müsemmadır: Pek çok coğrafi isim, aynı zamanda bir katliamın tamamlama sıfatıdır: Mesela Maraş Katliamı… Mesela Bahçelievler Katliamı… Mesela Sivas Katliamı… Mesela Çorum Katliamı ve daha niceleri…
Bu kadar da değil elbette! Hesabı sorulmayan katliam(lar)ın veya Soma, Reyhanlı, Ermenek, Suruç vd’leri için “İhmal varsa”lı cümlelerin kurulduğu mekândır coğrafyamız!
Ahmed Arif’in, “bunlar,/ engerekler ve çıyanlardır,/ bunlar,/ aşımıza, ekmeğimize/ göz koyanlardır,/ tanı bunları,/ tanı da büyü…” diye tanımladığı egemenliği yani egemen terörü lanetlemenin, kınamanın bir anlamının olmadığı; bütün sözleri gereksiz kılan aşağılık vahşet(ler)in, barbar(lık)ların, katliam(lar)ın -yıllar geçse de- hâlâ başladığı yerde sayıp durduğu; “Yine” ve “Her zaman” faili (belli) meçhullerin yurdudur coğrafyamız! “Devletlûlar” birbirlerine düştüğünde -son örneğini Ahmet Davutoğlu’nun meydan okumasında gördüğümüz üzere- “her şeyi açıklarım ha!” tehditlerini savurdukları kertede belli, ancak hiçbir yargı organının açık edemeyeceği kadar “meçhul”…
Hele ki, bir de Hallac-ı Mansur’un, “Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir,” notunu düştüğü hâl(imiz)de…
DEVLET(İLE MARİFETLERİ)!
“Hayatın en temiz canlarına
kıyıyorsa elleriniz,
hepinizin canı cehenneme.”[8]
Sınıflı sömürücü iktidarın sunduğu pseudo “melek ya da canavar ikilemi”ni[9] ka’le almayan 33’ler Tanrılar Dağı’ndaki Zeus’un nefret ettiği “Korkusuzlar”dandı…
Onlar “Korku insanı işe yaramaz hâle getirir,” diyen Ernest Hemingway’in; “Gerçeği bilmeyen sadece aptaldır. Fakat gerçeği bilen ve ona yalan diyen, suçludur, canidir,” uyarısıyla Bertolt Brecht’in, korkunun egemenliğindeki karanlığa boyun eğmeyenlerdendi…
Sigmund Freud’un, “içsel dürtülerden kaynaklı nevrotik ve kültürel basınçla (katı kültürel koşullar altında) üst ben kaynaklı oluşan kaygı”nın ortalamayı oluşturmaya başladığı Türkiye’deki hâli anlamak; devleti kavramakla mümkündür…
Leylâ Erbil’in, “Franz Kafka’nın baba figürü bende devlet olarak yerini almış olabilir. Kafka’nın babası, oğlunu yaralamıştır. Bizim de ömür boyu karşımıza dikilen, şiddete şehvetle düşkün, sömüren, ürpertici olmaktan yılmayan, barış ve sevecenlikten nasibini almamış tanrı-devlet var. Size işkence etmesine bile gerek yok, kendini seyrettirerek verdiği gözdağı yeterlidir. Milyonlarca insanımız bu uğurda mücadele ederek yaşamış ve ölmüşlerdir ama bir adım ilerleme olmuş mudur? Franz Kafka’nın babası hepimizin babasıdır: sakatlayan, hadim eden, alt edilmek korkusuyla delice geberten baba,” satırlarındaki “Devlet Baba”(?)
Evet devletin, “Baba”lığıyla, tarihiyle açıklanabilir Suruç Katliamı…
“Nasıl” mı?
20 Temmuz 2015 günü saat 12:00 civarında umut taşıyanların arasına IŞİD’li canlı bomba girip, kendini patlattı; 33 devrimci hayatını kaybetti 100’den fazlası da yaralandı.
Kamera kayıtlarından gün içinde üç (3) kere Suruç Emniyet Müdürlüğü önünden geçtiği tespit edilen ve Emniyet Müdürlüğü’ne 200 metre mesafede kendini patlatan canlı bombanın eylemi hakkında yapılan suç duyurusuna ilişkin Suruç Emniyet Müdürü Mehmet Yapalıal’a -sadece- 7500 TL idari “para cezası”(?) verilerek, olayın üstü kapatıldı. Öteki sorumlular hakkında ise dava bile açılmadı!
Dosya üzerindeki gizlilik kararı 1.5 yıl devam etti. Neredeyse 2 yıl sonra davanın ilk duruşması görüldü. Sanık sandalyesinde ise tek bir kişi yoktu!
Emniyet tarafından adım adım izlenen bir katil tarafından gerçekleştirilen Suruç Katliamı’nın faili, 10 Ekim Katliamı’nı gerçekleştirenin kardeşiydi ve o da emniyet takibindeydi; ne ilginç değil mi?
Bir şey daha: Suruç’ta 33 insanın hayatını kaybettiği, 150’den fazla kişinin ise yaralandığı canlı bomba saldırısının ardından olay günü caddeyi gören MOBESE kameralarının çalışmadığı, otogardaki güvenlik kameralarının ise üç gün önce kapatıldığı belirtildi.[10]
Bilinmez değil; beş kişi toplanıp basın açıklaması yapmaya kalkışsa, etrafta polis kaynar. Hatta biraz kalabalıksak mutlaka içinde sivil polis olur. Peki, Suruç’taki basın açıklamasında ne etrafta polis ne de oralarda bir sivil polislerin olmamasının anlamı nedir?
Bunun yanıtını 78’lilerin sözcüsü Celalettin Can, yüksek sesle şöyle yanıtlıyordu: “Üç insan basın açıklaması yaptığında onlarca, bazen yüze yakın polis açıklamacıları adeta boğarcasına kuşatmaya alırken, 330 insanın basın açıklaması yaptığı, üstelik Kobanê’ye gitmek gibi netameli bir konuda basın açıklaması yaparken ne hikmetse ortada polis yoktu. Bu oyun bize yabancı değildi. 1978 İstanbul üniversitesi önündeki katliamdan biliyorduk biz bu oyunu.”
Ve devlet destekli katliamda polisler yaralıları taşıyanlara saldırmıştı. (Katliamın gerçekleştirildiği gün yaralıların üstüne biber gazı sıkanlar, yıllar sonra 33’leri Kadıköy’de anmak isteyenlerin üzerine plastik mermi yağdırdılar…)
Evet, “Bu memleketin İstihbarat Teşkilâtı, emniyeti, askeri ne iş yapar?” ya da “İstihbarat nerede çığlığı” attıran katliama ilişkin “Bu işi devlet yaptı,” diyenler haklıdır.
Özetle tezgâhı kurmasa bile, bizzat içinde olmasa bile suçlu devlet ve istihbarat teşkilâtıdır.
Konuya ilişkin bir not daha: Mehmet Ağar(lar)’ın detayına girmeden Suruç anlaşılamazken; Ahmet Davutoğlu, 8 Ağustos 2014’de Musul Konsolosluğu’nu basarak 49 kişiyi rehin alan IŞİD’in, “Öfkeyle bir araya gelmiş insan topluluğu oldukları”nı belirterek, “Sünnî Araplar dışlanmasaydı bu öfkenin birikmeyecekti” demişti…
“Radikal grup”, “reaksiyon” diye adlandırıldığı günlerde “terörist” ilan edil(e)meyip, IŞİD’in başını okşayanlar[11] hiç şiir okumamış kadar kötüydüler ve “bitti, gitti” söylencelerine sarılmışlardı.
Her şey hızla kirleniyorken; halkın etraf(ımız)ında dolaş(tırıl)an musibet şaşırtıcı değildi…
ŞAŞIRTICI DEĞİLDİ; ÇÜNKÜ!
“nasıl öfkelenmem düşündükçe memleketimi?
çırpınıyor ayakları altında bir avuç hergelenin.”[12]
Çünkü… “Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardı,” Emiliano Zapata’nın ifadesindeki gibi…
Yine “Nasıl” mı?
Urfa Valisi İzzettin Küçük, Akçakale sınır kapısında, “Tel Abyadlılar Akçakale’de IŞİD’çiler bulunduğunu ve tedirgin olduklarını söylüyor,” diye başlayan soruyu dillendiren ile birlikte oradaki tüm gazetecileri gözaltına aldırmıştı. (Aralarında Cumhuriyet yazarı Pınar Öğünç de vardı.)
Ayrıca Suruç Katliamı olduğunda İstihbarat Büro Amiri olan Ali Kartal, patlamadan 2 ay sonra 16 maaş ile taltif edildi.
20 Temmuz 2015’te Urfa’nın Suruç ilçesinde katliamın ikinci yılında saldırı bilgisinin istihbarata geldiği ancak önlem alınmadığı ortaya çıktı.
‘Milliyet’ yazarı Tolga Şardan’ın 24 Temmuz 2017 tarihli yazısında aktardıklarına göre; bir istihbarat elemanının patlama öncesinde Suruç birimlerine olayın gerçekleşebileceğine dair bilgiler vermiş ancak hiç bir önlem alınmamıştır. Emniyet İstihbaratı’ndan yapılan tek bilgi paylaşımının ise, Kobanê’ye yardım için giden gençlerin “Suruç’ta eylem yapabileceği” yönündeki iddiaları içerdiği öğrenmiştir.
‘Milliyet’ yazarı Tolga Şardan’ın yazısının ilgili bölümü ise şöyle:
“Aldığım bilgilere göre, müfettişler, Suruç’taki canlı bomba eylemcisi Abdurrahman Alagöz’ün devletin bildiği bir isim olduğunu tespit etti.
Çünkü, Alagöz hakkında bazı yazışmalar devlet kayıtlarında bulunuyordu. Adıyaman’daki DEAŞ yapısı içinde olan Alagöz’ün “kayıp” olduğu yönünde ailesinin polise başvurması sonrasında, Adıyaman Emniyet Müdürlüğü bu gelişmeyi Ankara’daki Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na bildirmişti.
İstihbarat Dairesi, Türkiye’deki eylemleriyle ön plana çıkan ve adını duyuran DEAŞ hücrelerinden birisinde yer alabileceği kuşkusuyla Alagöz’ün adını 81 ildeki emniyet müdürlükleri bünyesindeki yerel istihbarat ünitelerine bildirdi.
Ancak, tam da bu noktada bir atlama yaşandı.
Müfettiş tespitlerine göre, Emniyet İstihbarat Dairesi, bu bilgiyi Milli İstihbarat Teşkilâtı (MİT) ile paylaşmadı.
Bu bilginin MİT’le paylaşılmaması önemli bir ihmal.
Kaldı ki, canlı bomba eyleminden çok kısa süre önce MİT’in bir elemanı, teşkilâtın Şanlıurfa’daki ünitesini telefonla arayıp Suruç’ta bomba patlatılacağı bilgisini verdi.
Bu iki durumu birbiriyle bağlantıladığımızda ortaya bir ihmal durumu çıkıyor.
Emniyet İstihbaratı’nda Suruç saldırısı çerçevesinde MİT’le bilgi paylaşımı konusunda yaşanan “atlamanın” kaynağı ise, yazışmaları yapan polis olarak gösteriliyor. 17-25 Aralık sürecinden sonra Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi’nde göreve başlayan polis memurunun, diğer kurumlarla yapılacak yazışmalar konusunda yeterli birikime ve bilgiye sahip olmadığı gerekçesi ortaya konuluyor.
Suruç’la ilgili Emniyet İstihbaratı’ndan gelen bir bilgi paylaşımı mevcut. Ama bu bilgi, Kobanê’ye yardım için Suruç’ta toplanan grubun eylem yapabileceği yönündeki bilgileri içeren istihbarat paylaşımları. Devletin tanıdığı, bildiği Abdurrahman Alagöz ya da başka bir IŞİD üyesinin bomba patlatacağı yönündeki bir bilgi değil.
Müfettişlerin araştırmaları sonucunda hazırladıkları rapor doğrultusunda Suruç’taki bazı yerel yöneticilerin ifadeleri alındı.
İçişleri Bakanlığı, kendi bünyesindeki bu devlet görevlilerine idari cezalar verdi.”[13]
Katliam olarak anılması gereken “olay” bu…
“Bu saldırı Türkiye’nin en büyük gençlik katliamı olarak kazındı hafızalara… Katliama ilişkin davada ise bugüne kadar bir arpa boyu yol alınamadı: Olayın üzerinden 18 ay geçtikten sonra iddianame hazırlandı.”[14]
Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) üyesi 33 kişinin yaşamını yitirmesi 100’den fazla kişinin yaralanmasıyla ilgili davaya Şanlıurfa 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edildi. Davanın 5. duruşmasında katliamda yaralanan Volkan Uyar, “Yolda bebek mamaları dahi arandı. Ancak Amara Kültür Merkezi çevresinde hiçbir arama yoktu. Biz katliam gerçekleştiğinde yanan bedenleri kurtarmaya çalışırken, üzerimize gaz bombaları yağdırlar. Buna neden olanlar davada sanık olarak yargılanmalıdır,” derken;[15] “Suruç Katliamı’yla ilgili açılan ikinci davanın polis sanığı A.K., patlamadan önce saldırganla ilgili kendilerine bilgi geldiğini ama ‘bilgi istihbari olmadığı için’ bir şey yapmadıklarını söyledi, ‘Güvenlik önlemi alınıp alınmadığını bilmiyorum,’ dedi.
Yani, yukarıdaki cümlede olduğu gibi, neden bir şey yapmadıklarını, saldırıya neden seyirci kaldıklarını böyle açıkladı, kendini böyle savundu. Sanık polis ayrıca, Adıyaman İstihbarat Şube Müdürlüğü’nün eksik araştırma yaptığını da açıkladı.
Diğer sanık polis A.O.D., daha da ileri gidip ‘Bu şahsı [intihar saldırganı] deşifre edemeyen sorumlular İstihbarat Daire Başkanlığı, Adıyaman İstihbarat Şube Müdürlüğü, Antep İstihbarat Şube Müdürlüğü ve Urfa İstihbarat Şube Müdürlüğü’dür. MİT’i söylemiyorum bile. Söyleyince ‘MİT’ten sana ne’ diyorlar’ dedi.”[16]
Sonra… Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ‘Sakarya Dostları Platformu’nda gerçekleştirdiği konuşmada, “Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz… Gelin hafızanızı bir yoklayın. İleride bir gün Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman en kritik dönemlerden biri 7 Haziran-1 Kasım arasındaki dönem olacaktır,”[17] derken; ‘Suruç Aileleri İnisiyatifi’ de, “Defterler açılırsa’ değil katliam siyasetinin defterleri açılmalı, herkes ne biliyorsa söylemelidir. 7 Haziran ile 1 Kasım arası ne oldu? Biz ne için, ne uğruna bu kadar öldük ve yaralandık?”[18] diye sordu!
Evet Davutoğlu’nun, “terör defterleri açılırsa” vurgusuyla işaret ettiği, 7 Haziran-1 Kasım 2015 tarihleri arasında yaşananlar, Suruç da dahil korkunçtu…[19]
Bu tabloda gel de Ahmed Arif’in ‘33 Kurşun’undaki dizeleri anımsama:
“şifre buyurmuş bir paşa/ vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız
kirvem, hallarımı aynı böyle yaz/ rivayet sanılır belki”…
TANIKLIKLAR/ TARAFLIKLAR
“Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı.”[20]
Rahmi Öğdül’ün, “İradeniz özgür mü? Sanmıyorum, Mitoloji Genel Müdürlüğü’nün yürürlüğe soktuğu mitik şemaya, milli iradeye göre davranıyoruz. Kötüye karşı iyi; hain kurt karşısında kırmızı başlıklı kız; sapığa karşı ahlâklı; doğaya karşı uygarlık; canavara karşı kahraman; çirkine karşı güzel; göçmene karşı yerleşik; kaosa karşı kozmos. Olumsuz olanın hanesine nedense hep ötekileri, içimizdeki çokluğu yerleştiriyoruz. Popüler romanların ucuz kahramanlarıyız,”[21] saptamasının birileri için -ne yazıktır ki hâlâ!- geçerli olduğu coğrafyamızda ölüm hayattan daha gerçek ki, bu da kandan beslenerek politika yapan iktidarın eseridir.
Hepimize “ve düşerken/ özgürlük renginde bir gülüş vardı yanağımızda,” mısralarını terennüm ettiren Suruç Katliamı’nın kan dondurucu görüntüleri; “Gerçek İslâm bu değil” diye izah ya da tev’il edilemez.
Siyasal İslâmcı saldırının Suruç Katliamı bir kâbustur; bir insanlık ayıbıdır ve Suruç Katliamı aydınlatılsaydı, Ankara Katliamı olmayacaktı.
Ancak egemen şiddete rağmen umut hâlâ yürürlülüktedir; Pablo Neruda’nın, “Halkım ben, parmakla sayılmayan/ Sesimde pırıl pırıl bir güç var/ Karanlıkta boy atmaya/ Sessizliği aşmaya yarayan/ Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa/ Tohuma dururlar yeniden/ Ve halk, toprağa gömülü/ Tohuma durur bir yerde/ Buğday nasıl filizini sürer de/ Çıkarsa toprağın üstüne/ Güzelim kırmızı elleriyle/ Sessizliği burgu gibi deler de/ Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde,” dizelerindeki üzere…
Bunun içindir ki, katledildiler ama “Düşlerine kurşun işlemedi,” diyebilirsiniz…
Ve nihayet ‘Amara Kültür Merkezi’nde gerçekleşen bombalı saldırının tanığı tiyatro oyuncusu Murat Akdağ, “150 kişilik bir ekip basın açıklaması yapıyordu. Ardından bir arkadaşımız konuşma yapıyordu. Tam bu 150 kişilik grubun ortasında bomba patladı. İnsanlar yerde yatıyorlar, onlarca ölü var, yaralılar hastaneye kaldırıldı,”[22] derken “Suruç’ta akşam oldu… Yoldaşlarımızın cesetlerine basmamak için dikkatlice yürüdük. Anlatabiliyor muyum? Kürtçe ağıtların neden bu kadar acı olduğunu öğrendim… Tesadüfen hayatta kalmışlar için zor bir akşam ve aklımızda yalnız bir soru: Ölmek mi daha iyi şimdi, yaşamak mı?”[23]
Her şeye rağmen anlamayanlar/ anlamamakta ısrar edenler için Suruç Katliamı’na ilişkin Selim Temo’nun, başta Murat Yurtğul’e ve orada ölümsüzleşen bütün gençlere mektubunu anımsatalım:
“Kaldır başını çocuk, ben ölem senin yerine!
Çantandaki oyuncakları toplayalım. Alnındaki uykulu teri silelim. Omzundaki çukuru örtelim. Dizlerindeki huzursuz nehri susturalım. Ağacı analım, yaprağı, dalı, kökü, samanyolu’nu. Yetişsin hayat ölümün hızına. Yaşlansın çocuklar diye ömrüne ömrümü katayım da can dönsün yanaklarına. Bir yaralı zamanın yankısı serpilsin göğsüne yavrum, sözcüklerin dönsün sana. Yeniden iman edelim insanın kurtuluşuna, emeğe, tan yıldızına.
Kaldır başını çocuk, ölünmez bu yaşlarda!
Kardeşlik bir dindir yavrum, kıraçta türeyip serpilir bitek topraklarda. Gözü göze çevirir, yüzü yüze, sevgiyi yürek ilmine. Öğrenir her dildeki direnç sözcüğünü, siper olur başkasının yarasına. Senin solgun ellerinde serpilir, karışır kalabalık yalnızlığına. Duyarsın böyle dip bir rüyanın yankısını. Gömülürsün yavrum içimin aile mezarlığına.
Kaldır başını çocuğum, şimdi bir güvercin geçecek buradan!”[24]
TRAJEDİ(LERİ)NİN DEVAMI
“cellat uyandı yatağında bir gece
‘tanrım’ dedi ‘bu ne zor bilmece:
öldürdükçe çoğalıyor adamlar
ben tükenmekteyim öldürdükçe’…”[25]
Kürtçe, “Ax de vaji vaji”; Türkçe de, “Ah, söyleyeyim söyleyeyim”dir!
Gülüşleri yüreğimize kazınan Polen Ünlü’yü, Büşra Mete’yi, Ezgi Sadet’i…
Kobanê’ye giderken; “Sen ne yapacaksın orada?” sorusuna “Ben bu halkın hamalıyım, taş tuğla taşırım kütüphaneye” diyen İsmet Şeker’i, Cemil Yıldız’ı…
Devrimci Karadeniz’lilerin bayrağını onurla dalgalandıran Koray Çapoğlu’nu…
Alacak parası olmadığı için Deniz Gezmiş montuyla mağazada poz veren 18 yasındaki Alican Vural’ı…
Elinin uzandığı her yere koşan, Cumartesi Anneleri’nin yoldaşı Çağdaş Aydın’ı…
Yaşama olan bağlılığı ve insan(lık)a inancıyla Cebrail Günebakan’ı…
İstanbul üniversitesi’ni kazandığını bile öğrenemeden katledilen Ece Dinç’i…
Çerkezlerin selamını götürmek isteyen Ferdane Kılıç Ve oğlu Nartan Kılıç’ı vd’lerini aldılar aramızdan…
Bu kadar değil! Polen Ünlü’nün annesi, kalp krizinden yaşamını yitirdi…
Hatice Sadet’in ablası Özgen Sadet tutuklandı…
Evrim Deniz Erol’un annesi Beşna Erol, oğlunun mezarında yaptığı konuşma nedeniyle göz altına alındı…
Ve 33’lerden Dersimli Çağdaş’ın babası Feti Aydın’ın satırları:
“Yaklaşık iki ay önce bu torba içerisinde bu devletin adaletini ve vicdanını taşıdım. Urfa’nın Suruç ilçesinde 20 Temmuz 2015 günü yaşanan katliamda yitirdiğimiz 33 düş yolcusundan biri olan oğlumun, Çağdaş Aydın’ımızın ayakkabılarını, pantolonunu, gömleğini, kol saatini, kurumuş kan kokulu elbiselerini, cüzdanını, cüzdanının içerisinde IŞİD bilyeleriyle parçalanmış hâlde bulduğum öğrenci pasosunu, bankamatik kartını, resimlerini bana bir çuval içinde teslim ettiler.
Hâkime sordum: ‘Çağdaş’ımın telefonu vardı, onu da almak istiyorum. Çünkü o bizim için çok değerliydi. İçinde can dostlarının, yoldaşlarının resimlerinden oluşan hatıraları vardı.’
Ama o telefondan eser yoktu. Bana vermediler. Ne oldu bilemiyorum. Torbanın içerisinde olup olmadığını sorduğumda listede telefon olmadığını söylediler.
Torbayı teslim aldığımda hâkime ve oradaki çalışanlara yutkunarak şöyle seslendim: ‘Eğer onları katiller katletmeseydi, onlar da belki bu kürsülerde oturup görev yapacaklardı. Suruç’a gidenlerin çoğu yüksek okul mezunuydu, mühendisti, öğretmendi, doktordu… Benim oğlum da iki üniversite bitirmişti ama şimdi bu torbada taşıyorum.’
Bir şey demediler ve elime alıp torbayı Bakırköy Adliyesi’nden çıktım.
Bir an nerde olduğumu, nereye gideceğimi şaşırdım. Bahçedeki banka oturdum, nefes almak istedim.
Aklıma Diyarbakır Zindanı’nda işkencede katledilen İbrahim Kaypakkaya’nın babasının anlattıkları geldi. Baba uzun uğraşlardan sonra İbrahim’in bir çuval içinde konularak teslim edilen ölü bedeniyle karşılaşıyor. Bir an aklıma geldi, ‘O zaman baba ne düşündü, ne yaşadı, bu sonuca nasıl katlanabildi?”[26]
33’LERİN ÇAĞDAŞ AYDIN’I
“güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler göreceğiz.
motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere süreceğiz.”[27]
Feti oğlu, Saniye’den olma Dersimli Çağdaş’ı An-kara’dan tanırım; Jean Paul Sartre’ın, “Yapmak, olmaktır”; William Shakespeare’in, “Eylem mükemmel bir hitabettir. Söylemenin en iyi biçimi yapmaktır,” tanımlamalarının hakkını veren devrimcilerdendi…
“Kurulu düzene tabi olmak istemiyordu. Babasının anlatımına göre, iki ay çalıştıktan sonra, “Kazandığım para yeter,” diyerek işten ayrılıyordu. Annesi Saniye de “Paraya hiç önem vermezdi,” diyor.
Doğaya aitti. Ekoloji kamplarını kaçırmazdı. Suyu da severmiş. Ekoloji kampı sırasında Mercan suyunda sık sık yüzmüş. Suruç’tan yaralı kurtulan Zindan Dorudemir, “Ben çok iyi yüzemezdim. Çağdaş çok iyi yüzücüydü. O suya girdiğinde ben tereddüt etmezdim. Akıntının başında dururdu, biz de suya kendimizi bırakırdık. Çünkü ona güvenirdim,” diyor.
Zindan o kamp günlerini şöyle anlatıyor: “Atılgan, çalışkan biriydi. Odun toplamak gerektiğinde, ilk gidenlerden biriydi. Sabah spora mı kalkmak gerekiyor, herkesten önce Çağdaş kalkardı.”
Cumartesi eyleminin, sessiz emektarlarındandı. Her haftaya gitmeyi ihmal etmezdi. Feti, “Çoğu zaman, Cumartesi Anneleri ile kahvaltı yapmak için bizimle kahvaltı yapmadan evden çıkardı” diyor.
Sevdiği bir film mi, kitap mı oldu, hemen babasıyla annesiyle paylaşırdı.
Yoldaşı Zindan Dorudemir’e göre en önemli özelliği, merakıydı. Her şeyi çok merak ederdi, sorgulardı. Tartışmayı da severdi. Bilmediğini saklamazdı, anlamaya çalışırdı.”[28]
“Dosttur kardeştir,” “Temiz yürekli insandır,” dedirtmiştir kendine…
Ayrıca şunları da: “Çağdaş Aydın düşüyor sonra aklıma. Sessizliği ve zerafetiyle büyüttüğü mücadeleci ruhunu düşünüyorum. En son bir iki sene önce Sakarya caddesinde karşılaşmamız, selamlaşmamız geliyor aklıma. Cumartesi annelerinin buluşmalarında çekilmiş fotoğraflarını anımsıyorum. Çağdaş’a dair zihnimde beliren bütün görüntüler aynı şeyleri çağrıştırıyor: duru bir insanlık, samimi bir adanmışlık.
Ve elbet Feti Baba, Çağdaş’ın babası. Aynı saldırıda yaralanmış, daha hastaneden çıkamadan oğlunun ölüm haberini almış, ama acısını yüreğine gömmüş bir baba. Cenazeler Antep’ten alınırken, tüm inancı ve inadıyla; acısını katliamı gerçekleştirenlere, göz yumanlara karşı büyük bir öfkeye dönüştürürken söylediklerini dinliyorum: ‘Ağlamayacağız, gözyaşlarımızın yerine öfkemizi, kinimizi büyüteceğiz. Biz kazanacağız! Biz kazanacağız!’
Feti Baba’nın bu sözlerini, katliamla ilgili simge hâline gelen ‘İyi değilim, iyi olmayacağız, iyi olmayın’ sözleriyle birleştiriyor zihnim. Bu katliamın hesabını sormanın ‘boynumuzun borcu’ olduğunu iliklerime kadar hissediyorum. Yapabilir miyiz, başarabilir miyiz, biz kazanabilir miyiz diye soruyorum kendi kendime; Ahmet Telli’nin şiirinin devamı geliyor aklıma, inancım tazeleniyor:
‘beş on yıl dediğin/ pek kolay geçmeyebilir/ üstelik bu savaş/ bu kahredici kıyım/ bitmeyebilir daha uzun süre
ama sen sahip çıkarak/ yaşama ve sevince/ bekle beni küçüğüm/ acılar bitecek bir gün/ sevgiler çiçek açacak…”[29]
ONLARI ANLAMAK
“Mutsuzluğum, her şeyi anlamaktan ileri geliyor.”[30]
33’leri anlamak için üç kelimeyle ifade edilen üç kavramı; hayal, umut, ölümsüzlük gerçeğini kavramak “olmazsa olmaz”dır; Konfüçyüs’un, “Kelimelerin gücünü anlamadan, insanların gücünü anlayamazsın,” sözündeki üzere…
HAYAL (YA DA DÜŞ GÜCÜ)
“Ve umut değil mi bizi koruyan. Bu böyle olunca da
Yeniden bir doğuşa hazırlanıyoruz demektir.”[31]
Bunlardan ilki hayal ya da düş gücüdür; hani “Uçmayı hayal eden kuş, ölmek üzere”yken bile, Füruğ Ferruhzad’ın, “Ama sen yine de onun uçuşunu hatırla” dediği türden…
“Hayır”! Ne Niccolò Ammaniti’nin, “Hayal kurma işini ümitsizlere bırak. Hayatta sorular ve cevaplar vardır”;[32] ne de Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “İnsanlar fazla hayal kurmaktan dolayı yanılabilirler,”[33] ifadelerini paylaşanlardan değilim…
Yaşar Kemal’in, “Düş gücünü yitiren insanın hiç umudu olur mu? Umut, düş gücünün yarattığı ve insanoğlunun sahip olduğu en büyük değerlerden birisi değil mi? İnsan umut yaratmadan yaşayabilir mi?”;[34] Melih Cevdet Anday’ın, “Düşlesem daha neler bulmazdım ki?”;[35] Ahmet Batman’ın, “İnsanlar hayalleri olmadan yaşayamaz. Yaşasa da buna yaşamaktan çok bir kabul ediş denir,”[36] vurgularını yüreğinden beynine duyumsayan birisi olarak hayalin, istikrarlı bir hakikât olduğundan şüphe etmem…
Kolay mı? Hayal, insanın beyninin kıvrımlarını hareket ettirip, silkelerken; düş gücü insan(lık)ı hakikâte bir adım daha yaklaştırır. İnsan olduğunun farkına varmasını sağlar ve yeni hayaller kurmayı öğrenir…
Hayal ve düşüncelerle dolu bir çoğulluktur.
Hayal deyip geçemezsiniz! Jules Verne’in o inanılmaz hayal gücüyle kim dalga geçmeye kalkışmak kimin haddinedir ki?
Bize yaptıran hayal kurma gücümüzken; hayal kurmak da bedava falan değildir; bedeli vardır.
Hayal kırıkları, mücadeleden vazgeçmeyen insan(lık)a, yeni hayaller kurmayı öğrenir…
Bunun içindir ki hayali, umudu sınamayı değil; gerçekleştirme cüretini, iradesini seçmektir insanı insan kılan!
Ve nihayet Walt Disney, “Hayal edebilirsen, yapabilirsin,” diye uyarırken; umutsuz hayal olmaz…
UMUT
“Umut, bin bir ayaklı
Umut, güneşte saklı
Umut edenler haklı
Umut, insanın hakkı.”[37]
Umut insanın eli, kolu, ayağıdır ve de yürek ile beynidir.
Ve umut, kazanması kolay ama ayakta tutması güç bir histir.
İyi ve kötü, güzel ve çirkin, güçlü ve zayıf, umut ve umutsuzluk birbirlerinin ikiz kardeşidir; mesele arada derede ya da Araf’ta kalmadan seçmekken; ısrarcı umut yenilmez…
Umut varsa, mucizeler vardır; hayaller gerçekleşir.
Bir an düşünün umudumuz olmasaydı nasıl yaşardık, hayata nasıl tutunurduk?
İnsan(lık), dünyaya hayal kurmak umut etmek için gelirken; elbette boşuna kurmuyor bu hayalleri zulüm karşısında…
Açlık, sefalet ve kapitalizmin yarattığı zorbalık yüzünden binlerce insan yollara düşmüşken; umuda bağlanmaktan, korkmamak, çekinmemek gerekir…
Umut düşün başlangıcıdır. İnsan hiçbir umut beslemediği zaman durumu kabullenmek acziyle tanışır.
Bu bağlamda yaşamaya devam etmek umudun kanıtıdır, her yaşayanın umudu vardır, umut vardır ve de insan umutsuzluktan umut yaratır.
Söz konusu hâle ilişkin olarak; “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır”;[38] “Giyinip kuşandığın umut sarhoş muydu yoksa?”[39] diyenleri nazar-ı itibara alamayız…
Çünkü “İnsanı var kılan umut”tur; “Umut bir kapının bir kapıya açılmasıdır.”[40]
Kolay mı? “Umut, uyanmış bir insanın düşüdür”, demiş Aristoteles.
“Yapıp ettiklerimizin önem taşıdığı inancıdır umut.”[41] “Umut tuz gibidir, insanı doyurmaz ama ekmeğe tat verir.”[42]
Evet, “Umut hâlâ insanlara, kötülüklere karşı durma, acılarını hafifletme cesareti veriyor.”[43] “Umut iyi bir şeydir. Belki de en iyisi ve iyi şeyler asla ölmez.”[44]
Ve “Ölüm umutsuzluktur, oysaki en kötü yaşamda bile her gün umut güneş çiçeği gibi açar”ken;[45] “Ne yürekli şu umut denen şey, ölümlü bir varlığa hayal edebildiği her şeyi yapabileceğini düşündürtüyor bir anda,”[46] der Michel de Montaigne…
Ve nihayet “Beklemediğim zaman umut vardır.”[47] “Hayat olduğu sürece umut da vardır.”[48]
Çünkü “Umut olduğu sürece gelecekte güçlüydü. Ve gelecek umudu, gökteki bütün yıldızları aydınlatmaya yeterdi.”[49]
ÖLÜMSÜZLÜK
“Ben alıp uzaklara götüren
Bir düş görsem sen gelirsin aklıma.”[50]
Hayal (düş gücü) ve umut ile taçlandırılan mücadele(ler), insan(lık)ın ölümsüzlük gerçeğini yaratır; tıpkı 33’lerin Suruç’undaki üzere…
Konuya ilişkin olarak “Ölümsüzlük yoksa erdem de yoktur,”[51] vurgusuyla ekleyeyim: Bilmem bilir misiniz, sevgi sözcüğünün gerçek anlamının, Latince karşılığı olan “a-mors”, “ölümün yokluğu veya ölümsüzlük” etimolojisine mündemiçtir. Bunun içindir ki, “Aşık olanlar ölmez çünkü aşk, ölümsüzlük demektir.”[52]
Ölümsüzlük, tutkulu sevda ve kavgalarla mümkündür. Tam da bunun için Melih Cevdet Anday’ın, “Bizi olağanlıkların öldürdüğünü unutma!”[53] uyarısı eşliğinde not edin: “Ölümün bir tek değeri vardır o da bize ölümsüzlük duygusu vermesidir.”[54]
Söz konusu kapsamda, “Ölümsüzlük sorunu ‘hayatın en önemli’ sorunu”yken;[55] “İnsanın çocuğu aslında onun ölümsüzlük projesidir.”[56]
Yeri geldi; Sormadan geçmeyelim: “Ölümsüzlük güveni olmayınca, tam anlamıyla hangi özgürlük var olabilir?”[57]
Evet, evet yaşam sonlanır ama, iyi bir yaşamın izleri birilerinin hayatlarında (tıpkı 33’ler gibi) yaşamaya devam eder. Ölümsüzlük dediğimiz şey tam olarak budur.
Ancak ölümsüzlük için ölümün hakkını vermek gerek. Çünkü “Ölümümüzden sonra baki kaldığımız süreye, ölümsüzlük diyoruz.”[58]
Bundan ötürüdür ki, “Pahalıya mal olur insana ölümsüzlük: bin kez ölür insan daha yaşarken bunun karşılığında.”[59]
“Ölümsüz eserler yaratmak isteyenler, ölümü tamamıyla unutmak zorundadırlar. Zamanı alt edecek bir ölümsüzlük duygusuna sahip olmadan, insanlığın hizmetinde olabilecek ölümsüz bir eser yaratmak mümkün değil. Ölümsüzlük duygusu, evrensel yaratıcı düşünce ve eylemin ilk adımıdır.”[60]
Bunlar böyleyken; Charles Bukowski’nin, “Ölümsüzlük, fanilerin aptal bir icadıdır”;[61] Gündüz Vassaf’ın, “Ölümden sonraki yaşama duyulan ilginin yerini, ölümsüzlük arzusu almış”tır;[62] Jean Baudrillard’ın, “Kendi ölümü sayesinde yeniden yaşama dönebileceğini düşünmek. Varlığını bunalım, ölümsüzlük ve iktidar-karşıtı bir aynayla sürdürebileceğine inanmak. Bunlar bildik (déjà-vu) ve olup gitmiş (déjà-mort) her türlü iktidarla kısırdöngüleşmiş bir sorumsuzluk ve asal bir biçime dönüşmüş yokluklarına bir son vermek isteyen her türlü kurumun başvurabileceği türden çözüm bahaneleridir,”[63] lafları ciddiye alınabilir mi hiç?!
NİHAYET
“Acıya sevinen zalimlerin zevk çığlıkları,
bir gün kendilerini sağır edecektir.”[64]
“Bu dünya çok kötü, bunu anlamamız lazım,” diyen Bertrand Russell, ne yazık ki günümüzde de haklıdır…
Bunu da, Suruç’taki kötülüğü de, unutup/ unuttur(a)mayız; Suruç’a dokunan,[65] egemenlerce yakılsa da ısrar ve inadımızdan vazgeçecek değiliz ya?!
Tamam: “Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür,” lafı, insan hafızasının unutmak gibi bir kusuru olduğunu anlatır; ama Suruç unutulacak gibi değildir; akıl(lar)dan çık(a)mayan, çık(a)mayacak vahşettir.
Hepimize, “Aşk olsun sana, size çocuk(lar)” dedirten 33’leri her anımsadığımızda; ısrarla ve vazgeçmeden; “İyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın,” diye haykırın!
Kızgın, kırgın ve öfkeliyiz… İçimiz acıyor; yılmayacağız, sinmeyeceğiz, izin vermeyeceğiz!
O hâlde, geleceği öngörmenin en iyi yolunun bizatihi onu inşa etmekten geçtiği bilinciyle, öğretilmiş çaresizliklerimizden kurtulmaktan başka seçeneğimiz yok.
Her pisliğin altında devlet vardır; Suruç’ta da olduğu gibi. Bunu unutmayın; unutmayın ki, öfkeniz daima diri kalsın; ta ki Suruç’un gerçek failleriyle hesaplaşana ya da “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hâl’ istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hâli yaratmak bize düşen bir görevdir,”[66] saptamasında üzerimize düşeni yerine getirene dek…
O hâlde diyeceklerimi üç anımsatmayla noktalıyorum…
İlki: “Nikbinlik, her şeyi iyi yanından gören, her durumda iyi bir çıkış yolu uman dünya görüşüdür. Nâzım’ın “güzel günler göreceğiz çocuklar” dizesiyle başlayan şiirinin adı Nikbinlik’tir. En net ifadesini ise kötümserin boş tarafını gördüğü bardakta dolu yana bakmasıyla bulur… Devrimciler nikbin umudu değil karamsar öfkeyi, sandığı değil sokağı örgütlemelidir.”[67]
İkincisi: Barış isteyen 33’leri her hatırladığımızda Bertolt Brecht’in dizelerini haykırmalıyız; durmadan ve hiç tereddütsüz: “sizsiniz uluslar, kaderi dünyanın./ bilin kuvvetinizi./ bir tabiat kanunu değildir savaş,/ barışsa bir armağan gibi verilmez/ insana:/ savaşa karşı/ barış için/ katillerin önüne dikilmek gerek,/ ‘hayır yaşayacağız!’ demek./ indirin yumruğunuzu suratlarına!/ böylece mümkün olacak savaşı önlemek.”
Ve üçüncüsüne gelince; kat edeceğimiz yol uzundur A. Kadir’in, “Bu ne bitmez yolmuş deme/ bitmedik yol yok/ Bu ne aşılmaz dağmış deme/ aşılmadık dağ yok./ Bu ne erişilmez ülke deme / erişilmedik ülke yok/ Kendini kapıp koy verme,” dizeleriyle ve 33’lerin iradesiyle…
N O T L A R
[*] 33 Düş Yolcusu’ndan Çağdaş Aydın Anısına: Kırmızı Gül’ün Defteri, Hazırlayan: Saniye Aydın-Feti Aydın, Ceylan Yay., 2019, içinde…
[1] Turgut Uyar.
[2] Hasan İzzettin Dinamo.
[3] “O şiirin başına koyduğum açıklamada dediğim gibi; öyle anlar olur ki artık normal bir anlatım yetmez. O şiir katledilen 33 gencecik yüreğin adlarından oluşan bir şiir. Bence o acı olay devrimci edebiyatımızda yeterince değerlendirilemedi.” (Burak Abatay, “Yaşar Miraç: Şiirimiz Suruç İçindir-Eylemi Bölüşür”, Birgün, 21 Temmuz 2019, s.15.)
[4] Yaşar Miraç, 22 kasım 2017, kuzguncuk; Yaşar Miraç, O Güzel İnsanlar, Ayrıntı Yay., 2019.
[5] Hasan Hüseyin Korkmazgil.
[6] ‘Milliyet, Suruç katliamıyla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı eleştiren bir tweeti nedeniyle Kadri Gürsel’i kovduğunu açıklamıştı.
[7] Kadri Gürsel, “Kullanışlı Bir Katliam”, 23 Temmuz 2015… https://t24.com.tr/haber/milliyetten-atilan-kadri-gurselin-yayimlanmayan-son-yazisi-kullanisli-bir-katliam,303766
[8] Cemal Süreya.
[9] “Hükümdar göksel varlığın nitelikleriyle donatılmıştır: tanrı-kral. Ve başı hükümdar olan bir bedene katıldığınızda ulvi bir çehreniz olacak. Katılmazsanız canavarlaşacaksınız. İktidar bize iki seçenek sunuyor: Melek ya da canavar. Oysa kendi çehremizi yaratmak, ikili karşıtlıklardan kurtulduğumuzda mümkün. Aksi takdirde çehrenizi iktidar belirleyecek: ‘Benim yüzüme sahip değilsen, teröristsin’. Bir insan kendi yüzünü, ancak yeryüzünü kucakladığında yaratabilir, ikili karşıtlıklardan kurtulduğunda.” (Rahmi Öğdül, “Dünyayı Güzellik Değil Canavarlar Kurtaracak”, Birgün, 19 Nisan 2019, s.15.)
[10] “Suruç Katliamında MOBESE ve Otogar Kameraları ‘Kapatılmış’…”, 17 Aralık 2015… http://www.diken.com.tr/231602-2/
[11] Sputnik’te yer alan habere göre, İŞİD sempatizanı olduğu öne sürülen topluluk, İstanbul Ömerli’deki bir piknik alanında toplu bayram namazı kıldı. Namaza, aralarında kadın ve çocukların da yer aldığı yaklaşık bin kişi katıldı. Bayram namazını, 2014 yılında El Kaide davasında tutuklu olarak yargılanan ve İŞİD’in Türkiye’deki önemli isimlerinden olduğu öne sürülen ‘Ebu Hanzala’ kod adlı Halis Bayancuk kıldırdı. Bayancuk, namaz sonrası topluluğa cihat ve dini konularda konuşma yaptı. 14 dakikalık konuşmasında demokrasiyi eleştiren Bayancuk, şeriat yönetimi istediklerini belirtti. (“ISİD, İstanbul’da Toplu Bayram Namazı Kıldırdı!”, 18 Temmuz 2015… http://haber.sol.org.tr/Türkiye/IŞİD-istanbulda-toplu-bayram-namazı-kıldırdı-123252)
[12] Nâzım Hikmet Ran.
[13] Tolga Şardan, “Suruç Saldırısının 2. Yılı”, Milliyet, 24 Temmuz 2017… http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/tolga-sardan/suruc-saldirisinin-2-yili-2489781/
[14] Seyhan Avşar, “Katliam Davası Yerinde Sayıyor”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2018, s.9.
[15] “Adalet Ararken Tutuklandım”, Cumhuriyet, 30 Mayıs 2018, s.11.
[16] Ayça Söylemez, “Suruç’un Hangi Davası?”, Birgün, 7 Ağustos 2018, s.9.
[17] “10 Ekim Katliamı Davası Avukatlarından Davutoğlu’na: Bildiğiniz, Ortak Olduğunuz Her Şeyi Anlatın”, 24 Ağustos 2019… https://www.artigercek.com/haberler/10-ekim-katliami-davasi-avukatlarindan-davutoglu-na-bildiginiz-ortak-oldugunuz-her-seyi-anlatin
[18] “Suruç Aileleri İnisiyatifi: Açıkla Davutoğlu Ne Uğruna Öldük?”, 24 Ağustos 2019… http://www.gazetelink.com/acikla-davutoglu-ne-ugruna-olduk/
[19] Bu konuda bkz: “Davutoğlu İşaret Etmişti: 7 Haziran – 1 Kasım Tarihleri Arasında Neler Yaşandı?”… https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2019/08/24/davutoglu-isaret-etmisti-7-haziran-1-kasim-tarihleri-arasinda-neler-yasandi/
[20] Attilâ İlhan.
[21] Rahmi Öğdül, “Bana Masal Anlatma Baba!”, Birgün, 5 Temmuz 2019, s.15.
[22] Nur Banu Kocaaslan, “Suruç’taki Saldırının Görgü Tanığı Anlattı: Bomba Grubun Tam Ortasında Patladı”, 20 Temmuz 2015… http://www.diken.com.tr/suructaki-saldırının-görgü-tanığı-anlattı-bomba-grubun-tam-ortasında-patladı/
[23] Fırat Uzun, “Kurşun ve Şarap – 2 (Pazardan Cumaya)”, 21 Temmuz 2015… https://www.nerinaazad.org/tr/news/opinions/articles/kursun-ve-sarap-2-cocuklar-icin-uc-poset
[24] Selim Temo, “Suruç’ta Düşen Çocuğa Mektup”, 20 Temmuz 2018… http://vinkovar.blogspot.com/2018/07/selim-temo-suructa-dusen-cocuga-mektup.html
[25] Ataol Behramoğlu.
[26] Feti Aydın, “Oğlum İki Üniversite Bitirmişti, Şimdi Bu Torbada Taşıyorum…”, 22 Ağustos 2019… http://sendika63.org/2019/08/oglum-iki-universite-bitirmisti-simdi-bu-torbada-tasiyorum-558665/
[27] Nâzım Hikmet Ran.
[28] http://www.etha.com.tr/…sı-8-cebo-keke-ve-çağdaş-d/
[29] https://eksisozluk.com/20-temmuz-2015-suruc-canli-bomba-saldirisi–4860730?p=109
[30] Albert Camus.
[31] Edip Cansever, Sonrası Kalır 1, YKY, 2018, s.331.
[32] Niccolò Ammaniti, Anna, Çev: Yelda Gürlek, Can Yay., 2018, s.235.
[33] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Budala, Çev: Mazlum Beyhan, İletişim Yay., 2003.
[34] Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor – Alain Bosquet ile Görüşmeler, Yapı Kredi Yay., 2007, s.132.
[35] Melih Cevdet Anday, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Adam Yay., 1982.
[36] Ahmet Batman, Beni İçinden Sev, Destek Yay., 2018.
[37] Nâzım Hikmet Ran.
[38] Irvin D. Yalom, Nietzsche Ağladığında, Çev: Aysun Babacan, Ayrıntı Yay., 2000, s.91.
[39] William Shakespeare, Macbeth, Çev: Sabahattin Eyüboğlu, 2006, İş Bankası Kültür Yay., s.23.
[40] Arkadaş Zekai Özger, Sevdadır Şiirler, Mayıs Yay., 2018.
[41] Rebecca Solnit, Karanlıktaki Umut: Anlatılmayan Hikâyeler; Muhteşem Olasılıklar, Çev: Şeyda Öztürk, Siren Yay., 2019, s.11.
[42] José Saramago, Görmek, Çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2017.
[43] Roberto C. Canova, Yunan Mitolojisi, Çev: Ayşe Bilgehan, Mitoloji Tarihi Yay., 2016, s.69.
[44] Mark Kermode, Andy Dufresne, Esaretin Bedeli, Çev: Hakkı Doğan Dalay, Alfa Yay., 2016.
[45] Yaşar Kemal, Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca, Yapı Kredi Yay., 2016.
[46] Michel de Montaigne, Yavaşladıkça Çoğalıyorum, Çev: Ceren Alay, Aylak Kitap, 2016.
[47] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan, İş Bankası Kültür Yay, 2012
[48] Cengiz Aytmatov, Toprak Ana, Çev: Mehmet Özgül, Nora Yay., 2017.
[49] Heather Burch, Ağlayan Söğüt, Çev: İlayda Dinç, Arkadya Yay., 2017, s.123.
[50] Turgut Uyar, Büyük Saat, YKY, 2016.
[51] Fyodor Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, çev: Nihat Yalaza Taluy, İş Bankası Kültür Yay., 2007, s.189.
[52] Kerstin Gier, Zümrüt Yeşil, Çev: Firuzan Gürbüz, Pegasus Yay., 2013.
[53] Melih Cevdet Anday, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Adam Yay., 1982, s.10.
[54] Yannis Ritsos, Her Zaman En Başta Özgürlük, Çev: İoanna Kuçuradi, Kırmızı Yay., 2010, s.13.
[55] Stefan Zweig, Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski, Çev: Cemre Aytaç, Alfa Yay., 2019, s.198.
[56] Irvin D. Yalom, Aşkın Celladı ve Diğer Psikoterapi Öyküleri, Çev: Handan Saraç, Remzi Kitabevi, 2000
[57] Albert Camus, Sisifos Söyleni, Çev: Tahsin Yücel, Can Yay., 1998, s.71.
[58] Thomas Mann, Doktor Faustus, Çev: Zehra Kurttekin, Can Yay., 2013.
[59] Friedrich Nietzsche, Ecce Homo, Say Yay., Çev: Şemsettin Yeltekin, Araf Yay., 2012, s.84.
[60] Mehmed Uzun, Ölüm Meleğiyle Randevu, İthaki Yay., 2008, s.19.
[61] Charles Bukowski, Kaptan Yemeğe Çıktı ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi, çev: Avi Pardo, Parantez Gazetecilik ve Yay., 2018
[62] Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü-Gündelik Hayatta Totalitarizm, İletişim Yay., 1999, s.28.
[63] Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Çev: Oğuz Adanır, Doğu Batı Yay.,, 2003, s.38.
[64] Bertolt Brecht.
[65] 20 Temmuz 2017 tarihinde Mehmet İstanbul/ Kadıköy Ayvalıtaş Parkı’nda düzenlenen Suruç Anması’ndaki konuşmama -yurtdışı yasağı ve adli kontrolle- jet hızıyla dava açıldı!.
[66] Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine, 8. Tezi, çev: Ahmed Cemal, Yapı Kredi Yay., 2008.
[67] Musa Piroğlu, “Aklın Kötümserliği”, Yeni Yaşam, 14 Mayıs 2019, s.10.