“Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum, diyor,
işte bu yüzden ölümsüzlüğe de inanıyorum.”[3]
“Nasılsınız”?
İçinden geçtiğimiz çılgınlık ya da dekadans ortamında bu soruya verdiğiniz yanıt nedir?
Dekadans’ın, “çürüme, ahlâki çöküntü, çöküş, gerileme” anlamına geldiğinden ve insan(lık)ı deforme ettiğinden kuşkunuz olabilir mi? Zannetmiyorum!
Hem de yerküre ve coğrafyamız sürdürülemez kapitalizm tarafından yerle yeksan edilirken…
Abartmıyorum: Sürdürülemez kapitalizm iklim krizini daha içinden çıkıl(a)maz, ölümcül hâle getirirken; kapitalist-emperyalist sistemin krizi, bölüşüm savaşları, çatışmalar, hegemonya kavgası, halk isyanlarını devreye sokuyor.
Şundan kimsenin şüphesi olmasın! V. İ. Lenin’in, “Yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği…” diye tanımladığı süreçteyiz.
Yaşanan alt üst oluşla küreselleşme çatırdıyor; açlık, sefalet, adaletsizlik derinleşiyor; koşullar dünya savaşı öncesi dönemi hatırlatıyor.
Ekonomik, siyasal, toplumsal kriz eş zamanlı olarak yaşanıyorken; sürdürülemez kapitalizmin krizi daha da derinleşip/ yaygınlaşıyor.
Hasılı, Mao Zedung’un deyişiyle, “Gök kubbenin altında tam bir kaos var, koşullar çok iyi.”
Elverişli sürecin ucu açık; ve büyük bir kapışmanın arifesindeyiz…
Askeri harcamalar tarihin zirvesine çıkmış durumda, militarizm dört bir yanı sarmış. Silah endüstrisi cepheye yığınak yapıyor. Rusya’nın işgaliyle başlasa da tarihin görüp görebileceği en büyük “vekâlet savaşı/ proxy war” yaşanıyor Ukrayna’da.
Öte yandan salgının, krizin, kötü yönetimlerin açlığa, sefalete sürüklediği halklar her geçen gün daha fazla tarihin sahnesindeki yerlerini alıyorlar, seslerini yükseltiyorlar. Çevre ülkelerinde başka türlü bir rüzgâr esiyor. Sri Lanka’da, Hindistan’da, Şili’de, Brezilya’da kitle isyanları yerleşik düzenleri sarsıyor. Sınıf mücadelesi keskinleşiyor. Biriken enerji büyük patlamaların imkânını da bağrında taşıyor.
Verili tablo gösteriyor ki, devrimci koşulların sunduğu olanaklar değerlendirilemez ise, yeni(den) bir neo-faşist tehlike boy verebilir.[4]
Bu müthiş bir risk!
‘Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) raporu, dünya barışının yeni bir riskler çağına girdiğine dikkat çekti. İklim krizinin sonuçlarının yarattığı krizler ve giderek popülistleşen siyasi ortamın güvenlik açısından “zehirli” bir karışım oluşturduğuna dikkat çekildi.
Rapora göre dünyada 2010’lu yıllardan bu yana, en az bir devletin taraf olduğu silahlı çatışmalarda ölen insanların ve dünya çapında yerinden edilen ya da mülteci konumuna düşen insanların sayısı da ikiye katlandı. Yıllar süren düşüşün ardından kullanıma hazır nükleer başlıkların sayısı da 2020’de yeniden artış gösterdi. 2021’de dünyada askeri harcamaların tutarı 2 trilyon dolara ulaşarak rekor kırdı.[5]
Bir şey daha: Bu açlık ve yıkımın ortasında 2021’in her dakikasında dünya çapında nükleer silahlara 156 bin 840 dolar harcandığı ortaya çıktı! Nükleer Silahların Tamamen Ortadan Kaldırılması için Uluslararası Kampanya’nın (ICAN) raporuna göre, küresel nükleer silah harcamaları 2021’de arttı. Nükleer silah sahibi dokuz ülke, bu silahlara bir yıl içinde toplamda 82,4 milyar dolar harcadı. Öyle ki silah baronlarını zenginleştiren ABD, nükleer silah için dakikada 84 bin 94 dolar harcıyor![6]
Dahası var: Zygmunt Bauman’un, “Dünyanın hemen her yerinde eşitsizlik hızlı bir şekilde büyüyor; zenginler, varlıklarına varlık katarken; fakirler daha da fakirleşiyor,”[7] biçiminde tarif ettiği yerkürede BM Genel Sekreteri Antonio Guiterres, “eşi görülmemiş” bir küresel açlık kriziyle karşı karşıya olduğunu açıklıyor.[8]
Gerçekten de UNICEF,[9] açlıktan ölme riskiyle karşı karşıya olan 8 milyon çocuk için G7 liderlerinden 1.2 milyar dolarlık yardım talep ederken;[10] Almanya’da gıda yardım hizmetlerinden yararlananların sayısının 2022 Ocak’ından Temmuz’una yüzde 50 artışla 2 milyonu geçti…[11]
OXFAM da, dünyada gelir adaletsizliğinin giderek derinleştiğine dikkat çekip; en zenginlerin servetlerini yüzde 42 artırdığı belirtildi. Milyarderlerin sayısının 2020’den bu yana 570 kişi artarak 2 bin 668’e yükseldiği, bu kesimin toplam servetinin 12 trilyon 700 milyar dolarla dünya ekonomik hasılasının yüzde 13.9’una denk geldiği belirtildi. Raporda dünyada 260 milyon kişinin, artan eşitsizlik ve gıda fiyatlarındaki yükseliş nedeniyle yoksulluk tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekildi…[12]
Prof. Dr. Robert Pollin de artan eşitsizlikle ilgili olarak, “Neo-liberalizm altında yaşanan eşitsizliğin seviyesi gözler önünde, değil mi? Bundan 50 yıl önce de büyük bir gelir adaletsizliği vardı. Ancak şimdikiyle karşılaştırılamaz bile. Yine ABD’yi ele alalım. 1970’te ortalama bir CEO, ortalama bir işçiden 20 kat fazla kazanıyordu. Ortalama bir işçinin yıllık geliri günümüzün parasıyla 50 bin dolar iken, ortalama bir CEO’nun yıllık geliri 2 milyon dolardı. Şimdi ise ortalama bir işçi yine 50 bin dolar kazanırken, ortalama bir CEO 20 milyon dolar kazanıyor. Yani eşitsizlik 10 misli artmış,”[13] uyarısını dillendirdiği ortamda savaşlar nedeniyle zorla yerinden edilenlerin sayısı 100 milyonu aşarken; her 100 kişiden biri ülkesinden koparıldı.[14]
Bu koordinatlarda sakın ola, NATO’lu[15] dünyada “Risk” deyip geçmeyin: Portekizce’den İngilizce’ye geçen “Risk” kavramının ilk kullanımı, “Bilinmeyen sulara açılma”, “Bilinmeyen topraklarda ilerleme” anlamına gelir; bir başka deyişle risk gelecekteki olası tehlikelerin irdelenmesi, değerlendirilmesidir.
Bu bağlamda “Yönetilemeyen Riskler Çağı” olarak da adlandırılan bir geçiş dönemi içinde olduğumuzu unutmamalı; eskinin içinin boşaldığını, yeninin ise ortaya çık(a)madığı bir “kaygı çağı”ndayız…
Bu -sürdürülemez kapitalist- güzergâhta insan(lık)ın çoğunluğu kendini sürüye uyarak realize ederken; farklı olmak, sürüden ayrı durmak kişiyi -bireye yönelik olası tehdit karşısında harekete geçmesini sağlayan bir biyolojik uyarıcı olan – anksiyete ile yüzleştiriyor.
Tarih bir kere daha sıkıştı; sınıf mücadeleleri yerküreyi yeniden saflaştırıyor. Bu tabloda insan(lık), V. İ. Lenin’in, “Sınıflar belli bir toplumsal ekonomi içindeki farklı konumlarından dolayı başkalarının emeğine el koyabilen insan gruplarıdır,”[16] tarifindeki dikotomik gerçeği “es” geçmeden verili dekadansı aşarak ya yeniyi var edecek ya da…
Evet dekadans ortamında, insan(lık) yok olmamak için yeniden tarihin sahnesindeki yerini almaya hazırlanıyor; kapitalist çılgınlığın, alçaklığın, sahteciliğin, yalancılığın karşısına dikilmeye mecbur bırakılıyor. Toplumsal ahlâkın, toplumu toplum yapan en önemli unsurlardan biri olduğu yeniden hatırlanıyor.
Bu koordinatlarda insan(lık) tekrar insanlaşıp, kapitalist yabancılaşmaya karşı kendini var ederek başkaldırması için George Orwell’in, “Akıllılık, çoğunluğa bakılarak ölçülmez”;[17] Andrew Jackson’ın, “Cesur bir insan, tek başına çoğunluktur”; Che Guevara’nın, “Dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendine yapılmış saymak, devrimcinin en güzel özelliğidir.” “Hayat korkakları affetmez.” “Düşmanın yoksa hayatta hiç başarılı olamadın demektir.” “Düşlerinin büyüklüğü kadar özgürsün,” uyarılarını unutmamak gerek… Sanat, hele ki tiyatro bize bunları anımsattığı için vazgeçilmezdir.[18]
SANATIN (TİYATRONUN) VAZGEÇİLEMEZLİĞİ
Hayatla tiyatro iç içedir; aksini düşünmek ise abes ile iştigaldir.
Tiyatro sadece kurgu değil, gerçekliğin ta kendisi aynı zamanda. Ve yaşam da sırf gerçeklik değil, bir tiyatro aynı zamanda.
Kolay mı? Yürekle bağ kuruyor, insanı anlatıyor, düşündürüyor.
Tiyatroda duygu seliyle “katarsis” yaşanır. İyi tiyatro hayatımızdan parçalar gibi belleğimizde izler bırakır yer ederken; tersi de geçerlidir!
O hâlde Peter Brook’un, “Tiyatro, sürekli devrim demektir”…
Honore Daumier’nin, “Tiyatro yaşama sevinci, insanın insana ulaşması, kendine ulaşmasıdır. Geçmişi, günümüzü, geleceği anlamamızın bir yoludur”…
David Lynch’in, “Tiyatroda, ışıkların söndüğü anın bir büyüsü vardır. Ortalık sessizliğe bürünür. Kırmızı perde usul usul açılmaya başlar. Ve bir dünyanın içine girersiniz”…
Jean-Christophe Grangé’ın, “Zihinleri etkilemek için sadece biraz tiyatro gerekiyordu”…
William Shakespeare’in, “Tüm dünya bir sahnedir, yalnızca birer oyuncu olan kadınlarla erkeklerin sahneye girip çıktığı ve tek bir insanın ömrü boyunca pek çok rol oynadığı”dır. “Bugün de tiyatronun asıl amacı nedir? Dünyaya bir ayna tutmak, iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini göstermek, çağımızın ne olup ne olmadığını ortaya koymak”tır…
Michael Patterson’un, “Tiyatro tamamıyla siyasidir. Aslında bütün sanat dalları içerisinde en fazla politik olanıdır.” “Politik tiyatro sadece toplumsal ilişkileri ve politik olayları betimlemez, aynı zamanda sosyalist çizgilerdeki radikal değişim ihtimalini işaret eder. Adaletsizliğin ve otokrasinin (mutlakıyetin) kaldırılması ve yerine daha adil dağılımlı refahın ve demokratik sistemlerin getirilmesi politik tiyatronun başlıca hedefidir”…
Özetle tiyatro hayata dokunmaktır; Ariane Mnoucshkine’in ifadesiyle, “Kötülüklere karşı”dır;[19] “Gerçekle yüzleşmek”tir;[20] “İnsanların birbiriyle yüzleşmesidir. Gerçekleri insanların gözüne baka baka yüzüne söylemektir.”[21] Ve “Tiyatro olan biteni size sunar; iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini…”[22]
Ya da geçmişi ve bugünü, dünyayı ve toplumları, var olmanın dayanılmaz ağırlığını ve hafifliğini, kısacası tüm insanlık hâllerini sizinle soluk soluğa paylaşır tiyatro…
Veya “Tiyatro bu dünyadaki hayatı hep bir serap gibi sunmuş, özgürleştiren bir netlik ve güçle insani yanılsamanın, yanılgının, körlüğün, inkârın ötesini görmemizi sağlamıştır…”[23]
Özetin özeti: Prof. Dr. Nurhan Tekerek, tiyatro sanatının “etik” konusunda nasıl yoğun bir duyarlık yansıttığını da gözler önüne sererken;[24] denildiği gibi, “Karanlıktaki ışık”tır tiyatro…[25]
“İNSAN(SIZLIK) HÂL(LER)İ”
Tiyatro buyken; aynı zamanda “olağan” diye sunulan sürdürülemez kapitalist “insan(sızlık) durumu”na itirazdır, başkaldırı çağrısıdır. Hem de sürdürülemez kapitalist dekadansın devreye soktuğu yabancılaşmanın “İnsan(sızlık) Hâl(ler)i”ne rağmen!
“İnsan(sızlık) Hâl(ler)i”nin devreye soktuğu yabancılaşma deyip geçmeyin; Susanna Tamaro onu şöyle betimler:
“Hayat nedir, diye soruyordum kendime. Sabahları kalkmak, banyoya girmek, sonra okula gitmek, yemek yemek, ödev yapmak, ertesi gün aynı gülünç seyri yaşamak için gece yeniden uyumak. Büyüyecektim, o zaman da okul yerine işe gidecektim; görünürdeki tek değişim bu olacaktı. Sonra iş de bitecekti ve saçlarım bembeyaz olacaktı; bacaklarım titreyecek, karşıdan karşıya geçeceğim zaman kaldırımın kenarında uzun uzun bekleyecektim. Sonra bacaklarım beni hiç taşımaz olacaktı ve o zaman, yıllarca yatağıma yattığım gibi tabutumun içine yatacaktım. Can sıkıntısının, yinelemelerin, bütün öteki şeylerin sonu gelecekti.
Bu nedenle mi, diye soruyordum kendime, bu nedenle mi geliyoruz dünyaya? Hayat, tekdüze bir zaman ve enerji kaybı değilse, nedir?”[26]
Egemenlerin bizlere dayattıkları yabancılaşma ile yapmak “İstedikleri tek şey itaatkâr bir sürüdür.”[27] Bizi istedikleri gibi güdebilmek ve kulları, köleleri kılmak için…
Şundan şüphe yok: “Çoğumuz ikinci el insanlar hâline geldik. Okuyoruz, üniversiteye gidiyoruz, büyük oranda bilgi biriktiriyoruz. Bu bilgiler başka insanların düşündüklerinden ve söylediklerinden oluşuyor. Topladığımız bilgileri başkalarının söyledikleriyle kıyaslıyoruz. Orijinal hiçbir şey yok. Yalnızca tekrar ediyoruz, tekrar ediyoruz, tekrar ediyoruz. Ve biri bize, ‘Düşünce nedir, düşünmek nedir?’ diye sorduğunda yanıt veremiyoruz.”[28]
Söz konusu “yanıtsızlığı, eylemsizliği, boyun eğişi” kapitalizm dayatıyor insan(lığ)a; terörden manipülasyona, her yolla; Karl Marx’ın, “İlkçağ devletlerinde siyasal devlet, bütün öteki alanları dıştalayarak devletin içeriğini oluşturuyor. Çağdaş devlet, siyasal devlet ile siyasal olmayan devlet arasında bir uzlaşma oluşturuyor,”[29] ifadesindeki kuralsızlıkla!
Tam da bu durumda Friedrich Nietzsche’nin, “Sürekli bir lider, çoban ya da tanrı arayanlar zayıf ve hasta yapılıdırlar. Yetersizliğe, korkaklığa ve itaat etmeye ‘erdem’ derler,” tarifindeki çürüme ortaya çıkarken; “İnsanlar öylesine ürkek, alıştıkları rahatı korumaya öylesine istekli ve öylesine cahildir ki efendileri olmadan edemezler; kendilerini güvencede hissetmek için köle olmayı isterler”![30]
İş bu hâldeyken; “Çağdaş insan, yaşam açlığı çekmektedir.”[31] “İnsan, hiç olmadığı kadar yalnız”dır![32]
Hem de Erich Fromm’un, “Modern insanın mutluluğu, vitrinlere bakarak kendinden geçmek ve parasının yettiği her şeyi peşin ödeyerek ya da taksitle satın almaktır.”[33] “Özgürlükten kaçış, insanın, pek çok tehlikeyle karşı karşıya olmasına karşın, kendisini güvende ve korunmuş hissettiği Ortaçağ’ın çökmesinin, insanda yarattığı kaygı görüngüsünün bir çözümlemesidir.” “Başkalarının beklentilerine uymakla, farklı olmamakla, kişinin kendi kimliğiyle ilgili bu kuşkuları yatıştırılır ve belli bir güvenlik sağlanır. Ancak bunun bedeli yüksektir. Kendiliğindenlikten ve bireysellikten vazgeçmek, yaşamın engellenmesiyle sonuçlanır. Biyolojik açıdan canlıyken, ruhbilimsel açıdan robot olan, coşkusal ve zihinsel açıdan ölü demektir. Yaşamın gerektirdiği eylemlere katılırken, yaşam ellerinden kum taneleri gibi akıp gider. Bir doygunluk ve iyimserlik maskesinin ardındaki çağdaş insan son derece mutsuzdur; hatta, umarsızlığın eşiğine gelmiş bulunmaktadır,”[34] betimlemesindeki gibi…
Fanatizm ile malûl bir itaatin, biatın vahşetini devreye sokan bu hâlde “Budala, cahil ve kıskanç kişiler, kitle içindeyken önemsiz ve güçsüz oldukları duygusundan kurtulup geçici fakat uçsuz bucaksız bir güvene kavuşurlar.”[35] Çünkü “Fanatiğin körlüğü kendisi için bir güç kaynağıdır.”[36]
İşaret etmeye çalıştığım hâlin medyaya, özellikle de sosyal medyaya şiddet içerikli haberler ile nasıl yansıdığı görüyoruz: Sokak hayvanlarını[37] besliyor diye katledilen insanlar, cinayete kurban giden hekimler, avukatlar, sokak ortasında erkek şiddetine maruz kalan kadınlar, çeşitli biçimlerde istismara uğrayan çocuklar, devlet terörünün tırmanması vs…
Bu kadar da değil, doğa da hunharca katlediyor. Akıl almaz düzeyde bir yok etme ve yok olma yönelimi… Dahası yok etmek ve yok olmak üzerine kurulan hastalıklı bir anlayış yaygınlaşıyor. Virüs gibi de bulaşıcı.
İnsan(lık) bu noktaya geldi? Nasıl bu denli çirkinleşti? Var olmak, var etmek, üretmek, katkı yapmak dururken insanlar neden yok etmeyi ve yok olmayı tercih ediyorlar? Yok oluş ve yok edişten duyulan bir haz söz konusuysa eğer, nedeni nedir?
Bu soruların yanıtlarının çoğu insanlık tarihinin sayfalarındaki dipnotlarda mevcut!
Kapitalizmin insan ve toplum yaşamını kuşatma altına almasıyla maddi değer, insanî değer(ler)in önüne geçti. Metalaşma olarak da adlandırılan süreçte insan, kendi üretimi metanın nesnesi kılınırken meta özneleşerek, üreticisi olan insanı kendi güç alanına hapsetti. İnsan ve üretimi olan metanın, özne ve nesne ilişkisindeki rol değişikliğiyle insanın gerçeklik, hedef ve ideal gibi kavramlara ilişkin tanımları da değişti.
Metanın fetiş hâline gelmediği dönemlerde insanî değerler kapsamında insan, doğa ve üretim vardı. Ancak zamanla kapitalizmin kuşatmasına maruz kalan insan(lık) büyük bir hırs ve hızla maddiyatın öne çıktığı anlayış çevresinde yeniden örgütlenmeye yöneldi. Meta fetişizminin iliklere kadar işlendiği bu dönemde daha iyi bir insanlık, daha yaşanır dünya hedefinin yerini, gücünü mal, mülk ve paradan alan insan(sız)lık anlayışına bıraktı.
Günümüzde insanın insana ve insanın doğaya bunca duyarsızlaşmasının aslî nedenini bu tarihsel süreçte aramak gerekiyor. Metanın yükselen değer hâline geldiği bir dünyada insanın veya doğanın katli sıradanlaşır; daha da vahimi, yok ediş ve yok oluş kaynağı hâline gelir.
Yani insanî değer yitimi yeni insan(sızlık) tipini devreye sokar!
Hatırlayın: Ne diyordu AKP’nin profesörü? “Okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor, ben her zaman cahil halka güvendim.” Bu sözleri söylerken bir üniversitenin rektör yardımcısıydı, bu sözlerinden sonra kıdem aldı, YÖK’e denetleme kurulu üyesi atadılar.
Haklıydı aslında profesör. Bu rejimin inşası açısından güvenilecek yığınlar cahil olmalıydı. Çünkü böylesi bir rejime ancak cahil yığınlar rıza gösterirdi.
Rejimin iktidarını sürdürebilmek için cehaleti örgütlüyor olması, toplumların başına gelebilecek en büyük felakettir. Bugün işte asıl bunu yaşıyoruz; hekimlere şiddet de bunun parçası yoksulluğa, yolsuzluğa toplumsal rıza gösterilmesi de… Bu rejimler, ancak cehaletin üzerinde ayakta kalabiliyorlar!
Egemenlerin insanî değer yitimi ile devreye soktukları yeni insan(sızlık) tipinden “Tek istedikleri tam anlamıyla kişiliksiz olmak… Kişiliksiz olmaktan haz duyuyorlar! Yeter ki kendileri olmasınlar, yeter ki kendi kendilerine benzemesinler…”[38]
Bu yolda egemenler yeni insan(sızlık) tipine “Karıncaları hep mükemmel örnek diye gösteriyorlar. İnsanı karıncaya dönüştürmek istiyorlar. Başarıyorlar da. Tüm sevimsiz ve çirkin şeyleri insanların yapacağı, hayranlık duyacağı araçlara dönüştürmekte gerçekten çok usta… Çalış, çabala, taşı, depola, kışın ye, sonra yeniden çalış çabala, taşı, depola. Koca bir hayat. Sonra da öl. Piramitler yap, şehirler yap, binalar, fabrikalar, makineler, sanayi, uygarlık. Bütün bunlara hizmet et. Koca bir hayat. Sonra da öl. Kim için? Ne için?”[39]
Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski’nin, “Gökyüzü öyle yıldızlı, öyle berraktı ki, onu gören kendine sormadan edemezdi: Nasıl oluyor da böyle bir göğün altında türlü türlü suratsız, kaprisli insan yaşayabiliyor?”[40] sorusu eşliğinde “Sokakta yürürken kulaklarına iPod takan veya trende gazete okuyarak veya manzaraya bakarak bir saat oturamayan, hemen telefon açıp, yolculuğun ilk kısmında ‘Yola çıktım’, ikinci kısmında da ‘Varmak üzereyim’ demekten kendini alamayan geri zekâlılar kimdir? Bunlar artık gürültü olmadan yaşayamayan insanlardır. Bundan dolayıdır ki, müşterilerinden dolayı zaten gürültülü olan restoranlar bazen iki televizyon ekranı, bazen de müzik aracılığıyla daha fazla gürültü sunar; televizyonu kapatmalarını isterseniz de size deliymiş gibi bakarlar.[41] Bu gürültü ihtiyacı, uyuşturucu görevi görür ve asıl önemli olan şeylere odaklanmayı engeller.”[42]
Tıpkı Virginia Woolf’un, “Bu dünyadaki en mutsuz insanlar, başkalarının ne düşündüğünü takıntı hâline getirenlerdir,” uyarısındaki gibi!
Özetle “İnsanlık mükemmelleştikçe, insanın değeri azalıyor”ken;[43] insan olmak ve kalmak praksisine adanmışlık alkış beklemez, kabul beklemezken; her şeye karşın “Bir insanın yaşama bağlanışında, dünyanın tüm düşkünlüklerinden daha güçlü bir şey vardır.”[44]
Ben işte “güçlü şeye” ve o güçlülüğü besleyen sanata (tiyatroya) bağlanmış “11. Tez”in iradesine ve de Fyodor Dostoyevski’nin, “İki kere iki dördün yetkinliğine (mükemmelliğine) inanırım, ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere ikinin beş etmesidir,”[45] hakikâtinin insan(lık)ı kurtaracağına inanıyorum…
VE NİHAYET…
Ve nihayet…
“Durum vahim, çare seçim!”[46] ya da “Kemal Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme” adımının ne kadar kıymetli olduğunu da görüyorsunuz. Hiç değilse o kendi alanında bir yüzleşme adımı atıyor. Biz sosyalistlerin bunu yapamaması üzüntü verici,”[47] türünden “ulusal sol”cu ve liberal zırvaları bir kenara bırakırsak verili kapitalist insan(lık) dekadansı karşısında “İnsanî var oluş suskunluk içinde kalamaz, sahte sözlerle beslenemez; ancak gerçek sözlerle, insanların dünyayı dönüştürmekte kullandığı sözlerle beslenebilir.”
“Baskının esaretinden kurtulmak için onun içinden ayağa kalkmak ve ona karşı çıkmak gerekir. Bu ancak praksis yoluyla yapılabilir: Dönüştürmek amacıyla dünya üzerinde düşünmek ve eylemde bulunmak”tır.[48]
Çünkü Frantz Fanon, “Önemli olan artık dünyanın bilinmesi değil, değiştirilmesidir,” derken ekler Carl Hilty, “İnsana tehlikeli bir hayal gücü armağanı verildi ve hayal gücünün bundan çok daha geniş bir kapsamı var.” “Asıl güçlü olan şey başlamaktır.” “Karşılaşmaktan korktuğumuz şeylerin çoğu gerçekte göründüğü kadar korkunç değildir.” “Gerçekten mükemmel olan her şey küçük bir başlangıçtır”; ve de: “Bilgi eyleme dönüşürse bilinç elde edilir.”
Unutma(yın) bunları ve bir de “Sahi nasılsınız?” sorusunu -her gün yeniden- yanıtlamayı!
6 Ağustos 2022 13:23:55, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] “Tüm dünya tek kişilik tiyatro sahnesidir.” (Roma Deyişi.)
[2] 16 Ağustos 2022 tarihinde Foça’da düzenlenen 15. Türkiye Tiyatro Buluşması’nda “Nasılsınız?” başlıklı söyleşide yapılan konuşma… Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, No:102, Ekim-Kasım-Aralık 2022…
[3] Yannis Ritsos, “Son İstek”, Bir Mayıs Günü Bırakıp Gittin Beni, çev: Cevat Çapan, Kırmızı Kedi Yay., 2018, s.240.
[4] İbrahim Varlı, “Gök Kubbenin Altında Kaos Var, Koşullar Mükemmel…”, Birgün, 8 Haziran 2022, s.11.
[5] “Barış İçin Yeni Riskler Çağı”, Birgün, 24 Mayıs 2022, s.10.
[6] “Her Dakika Silaha Akan Milyonlar”, Birgün, 17 Haziran 2022, s.5.
[7] Zygmunt Bauman, Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır? çev: Hakan Keser, Ayrıntı Yay., 2014.
[8] “Guterres: Eşi Görülmemiş Bir Küresel Açlık Kriziyle Karşı Karşıyayız”, 7 Temmuz 2022… https://avrupademokrat.com/guterres-esi-gorulmemis-bir-kuresel-aclik-kriziyle-karsi-karsiyayiz/
[9] UNICEF uyardı: 8 milyon çocuk açlıktan ölebilir (“8 Milyon Çocuk Açlıktan Ölebilir”, Birgün, 24 Haziran 2022, s.14.)
[10] “8 Milyon Çocuk Açlıktan Ölmek Üzere”, 23 Haziran 2022… https://rojnameyanewroz3.com/8-milyon-cocuk/
[11] “Almanya’da 2 Milyondan Fazla Kişi Gıda Yardımı Alıyor”, 18 Temmuz 2022… https://avrupademokrat.com/almanyada-2-milyondan-fazla-kisi-gida-yardimi-aliyor/
[12] “Pandemide Zenginler Servetini Büyüttü”, Sözcü, 24 Mayıs 2022, s.9.
[13] Umut Can Fırtına-Umut Serdaroğlu, “Prof. Dr. Robert Pollin: Neo-liberalizmi Yenmemiz Gerekiyor”, Birgün, 30 Mayıs 2022, s.4.
[14] “Her 100 Kişiden Biri Yerinden Edildi”, Birgün, 24 Mayıs 2022, s.10.
[15] NATO; ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirdiği, kurallara dayalı liberal dünya düzeninde, özellikle ABD çıkarlarını korumak ve geliştirmek için kurulmuş bir örgüttür. BM, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi yapılar da doların küresel para rezervi olarak kabul ettirilmesi de aynı kapsamdadır. Günümüzde de ABD; NATO’yu özellikle ve öncelikle korumaya çalışmakta, değişen koşullara göre güncellemekte, sürdürmeyi arzuladığı dünya düzeni için kullanmak istemektedir.
NATO’nun görev alanı, Kuzey Atlantik’tir. Kurucu antlaşmanın beşinci maddesinde görev alanı Avrupa ve Kuzey Amerika olarak tanımlanmıştır. Soğuk Savaş sonrasında, Afganistan ve Libya gibi alan dışı bölgelerde görev yapan NATO; yeni stratejik konsept benimsemiştir. Bu konsept içinde, Çin’e karşı önlemler, ittifakın Asya-Pasifik’te ABD müttefikleriyle işbirlikleri planlaması, asli görev alanı dışında, küresel jeopolitik bir aktöre dönüşmesi vardır. Bu durum, ABD’nin küresel güç mücadelesinde NATO’yu yalnızca Rusya’ya karşı değil, aynı zamanda Asya-Pasifik’te Çin’e karşı da bir araç olarak kullanması anlamına gelmektedir. (Nejat Eslen, “NATO: Küresel Jeopolitik Aktör”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2022, s.2.)
[16] V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, Cilt:29, s.421.
[17] George Orwell, 1984, çev: Celal Üster, Can Yay., 2000.
[18] “Zamanımızın makul ölçülerde bilinçli olan her bireyi, sanatın üstün bir faaliyet olarak, hatta insanın kendisini onurlu bir şekilde adayabileceği telafi edici bir faaliyet dahi olarak artık meşrulaştırılamayacağının farkındadır. Açıktır ki bu kötüye gidişin sebebi, başka tür üretim ilişkileri ve yeni bir yaşam pratiği gerektiren üretici güçlerin ortaya çıkmasıdır.” (Guy Debord, Ele Geçirip Saptırma İçin Kullanma Kılavuzu… http://www.geocities.ws/anarsistbakis/makaleler/debord-elegeciripsaptirma.html)
[19] Zeynep Oral, “Kötülüklere Karşı Tiyatro”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2022, s.11.
[20] Öznur Oğraş Çolak, “Sahnede Bir Usta…”, Cumhuriyet, 27 Mart 2022, s.11.
[21] Özgür Ceren Can, “Menderes Samancılar: Sanatı Politikadan Ayıramazsınız”, Birgün, 24 Şubat 2018, s.14.
[22] Hakan Öztop, “Bunlar Hep Tiyatro!”, Cumhuriyet, 27 Mart 2022, s.2.
[23] “27 Mart 2022 Dünya Tiyatro Günü Uluslararası Bildirisi’ni kaleme alan Peter Sellars: Tiyatro, Dünyada Bir Eşitlik Yaratır”, Cumhuriyet, 27 Mart 2022, s.11.
[24] Nurhan Tekerek, Bilim, Etik, Süreç ve Tiyatroya Yansımalar, Lethe Kitap, 2021.
[25] “Sanatçı, iyi gitmeyen her şeye muhaliftir; onun için tüm iktidarlar sanattan ve sanatçıdan korkar!” dedi. (Öznur Oğraş Çolak, “Işıl Kasapoğlu: Tüm İktidarlar Sanattan Ve Sanatçıdan Korkar!”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2022, s.13.)
[26] Susanna Tamaro, Sessizlik Bir Erdemdir, çev: Eren Cendey, Can Yay., 2018.
[27] Elias Canetti, Kitle ve İktidar, çev: Gülşat Aygen, Ayrıntı Yay., 1998.
[28] Jiddu Krishnamurti, Farkındalığın Işığı, çev: Nilgün Gün, Ötesi Yay., 2000, s.16.
[29] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997, s.48.
[30] Richard Sennett, Otorite, çev: Kamil Duran, Ayrıntı Yay., 2014.
[31] Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, çev: Şemsa Yeğin, Payel Yay., 1996.
[32] Emel Seçen, “Faysal Soysal: İnsan, Hiç Olmadığı Kadar Yalnız”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2022, s.11.
[33] “Kapitalizm aileleri iki arabaya, hep daha büyük bir eve, hep daha fazla elektronik cihaza ihtiyaç duyduklarını ikna etmekte büyük beceri kazandı.” (Immanuel Wallerstein, Kapitalizmin Geleceği Var mı?, çev: Bülent O. Doğan, Metis Yay., 2014.)
[34] Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, çev: Şemsa Yeğin, Payel Yay., 1996.
[35] Gustave le Bon, Kitleler Psikolojisi, çev: Yunus Ender, Hayat Yay., 1997.
[36] Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, çev: Erkıl Günur, Plato Film Yay., 2011.
[37] Geçerken aktararak hatırlatayım: “Bir insan bir hayvanı gerçekten sevene kadar, ruhunun yarısı uykudadır.” (Anatole France.)
“İnsan, düşünen tek hayvan değildir ancak bir hayvan olmadığını düşünen tek hayvandır.” (Pascal Picq.)
“Kimi zaman insanda ‘hayvanca’ bir zalimlik olduğundan dem vurulur, ama hayvanlara yapılan korkunç bir haksızlık, bir hakarettir bu. Bir hayvan asla insan gibi zalim olamaz; böylesine ustalıklı, böylesine sanatsal bir zalimlik insanda olur sadece.” (Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski.)
“Peki hayvanların ilk günahı nedir? Neden ölüm gibi bir acıyı çekerler?” (Elias Canetti.)
“Kölemiz yaptığımız hayvanları, eşitimiz olarak görmek istemiyoruz.” (Charles Darwin.)
“Geleneksel hayvanat bahçeleri, on dokuzuncu yüzyılın sömürgeci emperyalizminin ürünüdür.” (Theodor Adorno.)
“Bir hayvanın kayıtsız, şartsız, fedakâr bağlılığı ve sevgisi size aynı zamanda insanların sahte dostluklarını ve istikrarsız sadakatlerini görme fırsatı verir.” (Edgar Allen Poe.)
“İnsanlar sağır olmasalardı, hayvanların ‘Yaşasın özgürlük!’ diye bağırdıklarını işitirlerdi.” (Etienne de La Boétie.)
“İnsan, hayvanların şahıdır. Yabanilikte hiçbir hayvan insanın eline su dökemez. Hayvanları öldürerek yaşarız biz, birer mezarlığız biz.” (Leonardo Da Vinci.)
“Elbette hayvanlardan farklıyız; hayır, onlar elbette uzay gemisi yapamazlar, hayır onlar matematikten anlamazlar, hayır tabi ki Shelley gibi romantik şiir yazamazlar.
Lanet olsun! Siz bir balina gibi yüzebilir misiniz? Kartal gibi uçabilir misiniz? Bir yarasa gibi işitebilir misiniz? Bir kedi kadar güzel misiniz? Bir kedi kadar güzel kokuyor musunuz?
Kimlerin hak sahibi olacağı ve kimlerin hak sahibi olamayacağı, kimlerin topluma dahil olup olamayacağı türünden bir ahlâki evrende kriterimizi akıl olarak belirlemek tamamen saçmadır ve ayrımcılıktan başka bir şey değildir!
Eğer zürafalar insan ırkı kadar geri kafalı, kendini beğenmiş ve önyargılı olsaydı en az 2 metrelik boynunuz olmadığı sürece hiçbir hakkınız olmayacaktı. Sizi diri kesimle kestikleri, yiyecek olasınız diye kesip biçtikleri, sırf o kadar uzun bir boynunuz yok diye size her türden işkenceyi yaptıkları böylesine emperyalist bir zürafa dünyasında yaşamak ister miydiniz?
İşte bizim ahlâki kodumuz böylesine ayrımcı ve önyargılı.” (Steve Best)
“İnsanın insanlardan kaçışıdır, hayvan sevgisi.” (Aziz Nesin.)
“Hayvanlara karşı duyulan acıma, karakterin iyiliği ile öylesine ilişkilidir ki, hayvanlara kötü muamele eden bir kimsenin iyi bir insan olduğu görülmemiştir.” (Arthur Schopenhauer.)
“Hayvanlara eziyet, insanın kendisine karşı ödevine aykırıdır.” (Immanuel Kant.)
“Bir semtin sokak hayvanları sizden kaçmıyorsa orada yaşayın; çünkü komşularınız güzel insanlardır.” (Johann Wolfgang von Goethe.)
“Hissediyorum ki bir safhaya geldiğimizde, artık manevi ilerlememiz, fiziksel tatminimizden vazgeçerek hayvan dostlarımızı öldürmemekle sağlanacak. Bir kuzunun hayatı, bir insanın hayatından daha az değerli değildir.” (Mahatma Gandhi.)
“Tüm hayvan türlerinin insan hatası yüzünden yok olmama; tüm hayvanların öldürülmeme ya da fiziksel bütünlüklerine sebepsizce kastedilmeme;
‘Duyarlı’, yani acıyı hissetme ve/veya duyguları deneyimleme yetisine sahip hayvanların insan hatası yüzünden acı çekmeme; hayvanların esenlik içinde yaşama hakkı olmalıdır.” (Jean-Marie Coulon-Pitié Salpêtrière, Hayvan Hakları, çev: S. İpek Ortaer Montanari, Kırmızı Kedi Yay., 2019)
“Bir gün hayvanların öldürülmesine de insanların öldürülmesi gibi bakılacak.” (Leonardo da Vinci.)
[38] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski, Suç ve Ceza, çev: Serdar Arıkan, İthaki Yay., 2017.
[39] Zaven Biberyan, Karıncaların Günbatımı, Aras Yay., 2020.
[40] Fyodor Mihalyoviç Dostoyevski, Beyaz Geceler, .çev: Sabri Gürses, Can Yay., 2019.
[41] “Herkes bir başka kentte. Herkes bir başka dili konuşuyor. Ya da anlamaya çalışıyor. Aynı dili konuşan iki kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması. Karşısındakine bir şey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenlerin üzerinde.” (Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk, Ada Yay., 1987.)
[42] Umberto Eco, Düşman Yaratmak, çev: Leyla Tonguç, Doğan Kitap, 2017.
[43] Julian Barnes, Flaubert’in Papağanı, çev: Serdar Rifat Kırkoğlu, Ayrıntı Yay., 2017.
[44] Albert Camus, Sisifos Söyleni, çev: Tahsin Yücel, Can Yay., 2015.
[45] Fyodor Dostoyevski, Yeraltından Notlar, çev: Nihal Yalaza Taluy, İş Bankası Yay., 2019.
[46] Mustafa Balbay, “Durum Vahim Çare Seçim!”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2022, s.4.
[47] “Ufuk Uras, ‘Kontrgerillanın Deniz’lere, Mahir’lere kabul edilemez eylemlerini eleştirip aynı zamanda ‘nerede hata yapıldı’, ‘süreç, nasıl sol siyasetin tamamen tasfiye edilmesiyle sonuçlandı’ sorgulamalarını yapmak için 50 yıl yeterli bir zaman değil mi sorusunu sordum kendime. (…) 50 yıl sonra hâlâ bu yüzleşmeyi yapamamamız, şiddet güzellemesiyle bir türlü bağımızı kesmemekten kaynaklanıyor’…
‘İsrail başkonsolosu Elrom’un annesi, babası, kız kardeşi Nazi kamplarında öldürülüyor. Ailesinin katili Eichmann’ı Güney Amerika’da, 22 Mayıs’ta yakalayıp İsrail’e getiriyor ve yargılanmasını sağlıyor. Elrom’un İstanbul’da öldürüldüğü tarih de aynı gün, çok tuhaf bir zamanlama.” (Onur Erkan, “Ufuk Uras: Sosyalistlerin de Bir ‘Helalleşme Çağrısı’ Yapmaya İhtiyacı Var”, 19 Temmuz 2022… https://serbestiyet.com/featured/roportaj-ufuk-uras-sosyalistlerin-de-bir-helallesme-cagrisi-yapmaya-ihtiyaci-var-97976/)
[48] “Devrimci bir önderlik ortak amaçlı bir eğitim uygulamak zorundadır. Öğretmenler ve öğrenciler (önderler ve halk), gerçekçilik karşısında ortak amaçlıdır ve her ikisi de sadece bu gerçekliği deşifre etme ve böylelikle gerçekliğin eleştirel bilgisini edinme görevinde değil, bu bilgiyi yeniden yaratma görevinde de öznelerdir.” (Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.88.)