Temel Demirer : Uluslararası Kaosun Geleceği

Yazarlar

 

                                                                                                 “Gelecek karanlık,

                                                                                      hem ana rahmine hem mezara

                                                                                       özgü bir karanlık içinde.”[2]

 

Uluslararası ilişkilere, emperyalistler arası çelişkinin yoğunlaşarak damgasını vurduğu kesit; karmaşık bir jeopolitiğin çürüme ve çözülmesiyle müsemmadır ve “Emperyalist güçler arasındaki ihtilaflar üzerinden yeni bir belirsizlikler dönemi”[3] olarak da adlandırılabilir; her büyük paylaşım savaşının “ticaret savaş(lar)ı”yla başladığı unutulmadan…

Evet, bir süredir, ülkelerin içinde ve de dünya çapında kutuplaşmalar hızla keskinleşiyor. Kutuplar arasındaki uçurumlar derinleşiyor. Bu gerçeği yadsıyarak siyaset yapmaya çalışan liderliklerin bu uçurumların içinde kaybolma riski artıyor. 

Gerçekten de ünlü şiirdeki gibi, “Merkez çoktan çöktü, bir anarşi üzerimize geliyor”. Bu “anarşi” içinde ayakta kalabilmenin yolu, olmayan bir “merkeze” yerleşmeye çalışmaktan değil, kutuplaşma içinde güçlü bir siyasi blok inşa etmekten geçiyor. Çünkü, “kutuplaşmayı” geriletebilecek yeni bir “toplumsal mutabakatı” inşa edebilmek için güçlü bir siyasi-kültürel dayanak noktası gerekiyor. Ekonomi ve toplum ancak bu dayanak üzerinde, kapitalizmin krizini yönetmeye olanak verecek biçimde, yeniden inşa edilebilir.

ABD’nin tek kutuplu bir düzen kurma girişimine tepkilere, örneğin, ABD ile Çin arasında ticaret ve teknolojik gelişme alanında şekillenmekte olan Soğuk Savaş’a dikkat etmek gerek…[4]

Çünkü Fransa’nın BM temsilcisi François Delattre “Dünya her geçen gün biraz daha tehlikeli oluyor” uyarısı ve Çin’in yükselişinin getirdiği basınçla “Ayağımızın altındaki tektonik plakalar kayıyor” vurgusunu yapıp ekliyor: “Şimdi yeni bir dünya düzensizliği söz konusu… Bugün her ciddi uluslararası krizin kontrolden çıkma potansiyeli var.”[5]

Bu bir abartı değil; 2019 tarihli bir Pentagon raporunda (‘Strategic Multilayer Assessment’) Çin ve Rusya’nın uluslararası gelişmeleri etkileme, yönlendirme kapasitesi artarken, diğer ülkelerin de kendilerini, ABD’ye değil, bu trende göre ayarlama eğilimlerinin güçlendiğine dikkat çekiliyor…

Esas olarak Rusya üzerinde odaklanan Pentagon Raporu, Rusya’nın “temel” (fundamental) bir savaş stratejisi izlediğine işaret ediyor; Rusya’nın uluslararası siyasi etkilerinin ABD’yi geride bıraktığını, Çin ile Rusya arasındaki yakınlaşmanın ABD’nin uluslararası ittifaklarını, liberal demokratik düzeni tehdit ettiğini ileri sürüyor. Rapor, ABD ve müttefiklerinin küresel çıkarlarını savunmak için geniş bir rekabetler yelpazesi içinde bu çıkarları tehdit eden etkinliklere karşı stratejiler geliştirmeleri gerektiğini savunuyor.[6]

Bu da boşuna değil; Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da, çok kutuplu yeni bir dünya düzeninin ortaya çıkmakta olduğunu belirtip, Batı’nın bu süreci durdurma ya da yavaşlatmaya yönelik girişimlerinin başarıya ulaşamayacağı vurgusuyla, “Bunun tarihi bir devir olduğunu söyleyebiliriz… Kolektif Batı’nın 500 yıllık hegemonyasından sonra ekonomik, finansal ve siyasal olarak yeni güç noktaları olduğu gerçeğine uyum sağlamak çok kolay değil…[7] Şu anda Batı sonrası dünya düzeninde olduğumuzu düşünüyorum… Yeni bir dünya düzeni şekilleniyor,” diyor.[8]

Bu kadar da değil elbette; Güney Çin Denizi’ndeki sınır anlaşmazlıkları, ABD ile ticaret sorunları ve Tayvan’ın statüsü konusundaki artan gerilimler sebebiyle Çin’in, ordusunu güçlendirmek için çalıştığına dikkat çeken Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, ordunun üst düzey komutanlarıyla yaptığı toplantıda Çin ordusunun acil durum duyarlılığını güçlendirmesi ve savaşa hazırlanmak için gereken her şeyi yapması gerektiği vurgusuyla, orduya “savaşa hazır ol” çağrısı yaparken;[9] Çin’in BM Daimi Temsilcisi Zhang Jun, ABD ile ülkesi arasındaki “ticaret savaşı”na ilişkin olarak, “ABD konuşmak isterse konuşacağız, savaşmak isterse de savaşacağız,”[10] diye ekliyordu…

Yaşananları anımsatan bir karanlığın içinden geçerken;[11] “Altı çizilmesi gereken olgu, paradoksal gözükse de, 1990’lı yıllardan bu yana demokratikleşme tartışmalarının ana eksenini oluşturmuş olan kimlik temelli siyasetlerin, 2008 krizi sonrasında otoriterleşme eğilimlerinin itici gücü hâline gelmeye başlamasıdır.”[12]

Paylaşım savaşlarının popülist otoriterlerle ilişkili olduğunu unutmadan; kimlik vurgulu/ kisveli uluslararası ilişkilerde ticaret savaş(lar)ının sadece “ticari” olmadığı bir “sır” değilken; ABD Başkanı Donald Trump hasım gördüklerine karşı “ekonomik savaş” başlattı. Yani; Çin, Rusya, İran ile AB (Almanya, Fransa)… Küreselleşmeden zarar gördüğüne inandığı ülkesi için “Önce Amerika” derken, Amerikan kalesinin surlarını yaptırımlar ve gümrük duvarları üzerinden yükseltiyor. Diplomasiyi salt kendi taleplerini kabul ettirme yolunda bir “savaş aracına” indirgiyor. 

Buna ilişkin olarak AB Konseyi Başkanı Donald Tusk da, ABD’nin kurallara dayalı uluslararası düzene meydan okunmasından kaygı duyduğunun altını çizerek, “ABD uluslararası düzene meydan okuyor,”[13] diyor ki, dünyanın yeni(lenen) “düzen(sizliğ)i” de burada boy veriyor…

 DÜNYANIN YENİ(LENEN) “DÜZEN(SİZLİĞ)İ”

 Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere ABD hegemonyasına dayanan, Batı merkezli dünya düzeni, 30 yıldır kapitalizmin yapısal krizini yöneten neo-liberal küreselleşme dağılıyor. Dağılmanın toplumsal sonuçları, Trump, Brexit, sağ/faşist popülizm, yeniden başlayan nükleer silahlanma, teknolojik egemenlik yarışı, devleti yöneten politikacıların yetersizliklerinin yol açtığı meşruiyet ve egemenlik krizleri her gün çeşitleniyor.[14]

Küresel mimarinin işleyişinde, ekonomik, siyasal, askeri zenginlikler, ağırlık, kontrol Amerikan ağırlığının belirleyiciliğinden çıkıyor. Çin, Rusya, Japonya, Hindistan, AB ülkelerinin ağırlıklarını arttırmaları, dengelerde değişime, bölgesel ve ikili ilişkilerde çarpıcı sonuçlara yol açabilir. 

Bu yeni(lenen) bir paylaşıma yol açarken küresel normlardaki değişim, güç dağılımlarını da farklılaştırıyor; hızlı değişimleri dayatıp, uluslararası düzeni kökten değiştirmeye zorluyorken; “Soğuk Savaş mi?”[15] sorusu daha sık telaffuz ediliyor.

Yeni bir dünya düzen(sizliğ)i kuruluyor: i) Batı/Kuzey üretimde inişte, Doğu/Güney üretimde hızlı yükselişte. ii) Dünyanın ekonomi (ve giderek siyasi) merkezi Atlantik’ten Pasifik’e kayıyor. iii) ABD hegemonyası inişte. Tek kutuplu dünyadan çok merkezli dünyaya gelindi. 

Peki, bu tablodan birincil etkilenen ABD ve ikincil etkilenen AB nasıl bir çözüm arıyor? 

ABD’nin çözümü “önce ABD” stratejisi oldu ve bu stratejinin gereği İran’dan Çin’e, müttefiki AB ülkelerinden Türkiye’ye, 60’tan fazla ülkeye değişik ölçekte yaptırım uygulamaya başladı. 

AB ise bu tablo nedeniyle bölündü: ABD’ye yakın İngiltere birlikten uzaklaşırken, Almanya ve Fransa merkezli kara Avrupası Rusya ve Çin’le daha iyi ilişkiler geliştirmeye yöneldi. 

ABD ile AB arasındaki ticari çarpışma, artık siyasi ve hatta askeri ayrışma boyutuna taşınıyor. Şöyle ki: Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Rusya tehlikesine dikkati çekerek, ABD’ye bağımlı olmayan, egemen bir AB ordusu kurmadıkça Avrupalıların güvende olamayacağını söyledi (6.11.2018). 

Paris’in Berlin’le eşgüdüm sağladığı belli olan bu açıklamayı Moskova olumlu bulurken, Washington büyük tepki gösterdi. 

Macron AB ordusuna Rus tehlikesini gerekçe göstermesine rağmen Putin, “Ortak Avrupa ordusu, çok kutuplu dünya düzenini pekiştirir,” diyordu (11.11.2018). 

Trump ise “Avrupa önce ABD’nin çok büyük bir şekilde destek verdiği NATO’ya olan borcunu ödemelidir,” diyor (10.11.2018) ve “Ya para ödeyin ya da kendinizi koruyun,” diye (12.11.2018) rest çekiyordu. 

Almanya ise Fransa’nın dile getirdiği öneriyi bir basamak daha yükseltti. “Gerçek” bir Avrupa ordusu isteyen Merkel, ayrıca “Avrupa Güvenlik Konseyi” kurulmasını önerdi (13.11.2018). 

Aslında Berlin-Paris ikilisi, ABD’nin ticari yaptırımlarıyla birlikte, bu sonuca dönüşecek hattı adım adım inşa etmeye zaten başlamıştı.

Örneğin Fransa Ekonomi Bakanı Bruno Le Maire, “Almanya’yla birlikte bağımsız Avrupa finans mekanizmasını geliştirme kararını aldıklarını” duyuruyor ve “Avrupa’nın vasal toprak değil, bağımsız kıta olmasını istiyoruz,” diyordu (27.8.2018).

Örneğin Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, Berlin’de Alman Büyükelçiler Konferansı’nda “ABD ile AB ilişkilerinin gözden geçirilmesi gerektiğini” söylüyor, “Washington’a eskisi gibi güvenilmediğini” belirterek “çok taraflı yeni bir ittifak” kurulması gerektiğini savunuyordu (27.8.2018). 

Alman devletinin akil adamlarından eski Başbakan Gerhard Schröder ise daha da ileri gidiyor ve “ABD işgali altında gibi olmamalıyız, yeni müttefikler aramalıyız” (18.11.2018) diyordu.[16]

Bu bağlamda XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde nükseden paylaşım, hegemonya ve nüfuz savaşları fena hâlde yüzyıl önceki savaşı hatırlatıyor. Ortadoğu tıpkı I. Savaş’ta olduğu üzere yine merkez coğrafya konumunda.

Cepheler, ittifaklar şekillenmiş durumda. AB ülkelerinin tüm “özerkleşme” söylemlerine karşın ABD, İngiltere, Fransa, Japonya Almanya’dan özetle Atlantik Cephesi’nden müteşekkil Emperyalist Cephe’nin karşısında Rusya, Çin, İran ve de Kuzey Kore’den oluşan Avrasyacı ittifak var. Ortadoğu’da Güney Batı Asya’da Asya Pasifik’te bu kamplaşmanın izlerini görmek mümkün. 

ABD’nin saldırgan emperyalist politikalarının NATO üzerinden Rusya ve Çin’i sarmalama hamlesinde iki ülkenin, Pekin ile Moskova’nın kendi aralarındaki ittifakın derinliği belirleyici olacak. Üst üste gerçekleştirilen askeri tatbikatlar nükleer anlaşmaların bozulması vekâlet savaşları yaklaşmakta olan kırılmanın işaretleri. Ticaret savaşı, ambargolar, bölgesel çatışmalar, vekâlet savaşları, işgaller, saldırılar. Pazar kapma, hegemonya kurma, kaynakları işgal etme hevesleri dün de savaşlara yol açtı bugün de.[17]

Denilebilir ki büyük mali kriz, 2007’de uluslararası mali sermayenin ekonomik modeline, kültürel egemenliğine (“Davos Man”) ve siyasi gücüne büyük bir darbe vurdu. Böylece de dünya yeniden, Karl Polanyi’nin “Büyük Dönüşüm” (1944) başlıklı yapıtının, “100 Yıllık Barış” bölümünde işaret ettiği “faza” girmeye başladı: Mali sermayenin gücü kırılınca, sanayi sermayesinin çıkarları öne çıkmaya başlar, ondan sonra, artık kimse büyük savaşı önleyemez… 

‘The Financial Times’dan Rana Foroohar’in aktardığına göre, Haziran 2018 sonunda ABD’de Ulusal Savunma Üniversitesi’ndeki bir toplantıda, çok sayıda uzman, askeri ve sivil liderler, iş çevrelerinin temsilcileri tam da bu konuyu konuşmuşlar. Katılımcılar, II. Dünya Savaşı sonrası düzenin artık bozulduğunu, Çin’in yükselişini, bu koşullarda, ABD’nin sanayi ve savunma yapılanmasını güçlendirmek, “bir sanayi politikası” düşünmek gerektiğini vurgulamışlar.[18]

 EMPERYALİSTLER ARASI ÇELİŞKİ 

 Artık emperyalistler arası çelişkinin derinleştiği görmezden gelinemiyor…

ABD ile Çin arasında Huawei’yi hedef alan yaptırımlarla birlikte, ticaret / teknoloji alanında yaşanan gelişmeler, bir hegemonya mücadelesi sürecine ait oldukları varsayımından hareketle, “Yeni Soğuk Savaş”, “Dijital Demirperde” kavramlarını gündeme getirdi. 

Birçok yorumcu, örneğin, tarihçi Niall Ferguson, bu gelişmelerin uluslararası serbest ticaret rejimine ve küreselleşmeye büyük zarar verebileceğini kaygıyla vurguluyor. 

Bu kaygılar haklıdır ama bunlar, serbest ticaret (neo-liberal küreselleşme) rejimini tehdit eden etkenler değil, bu rejimin dağılmaya başlamasının dışavurumlarıdır. Diğer bir deyişle “neo-liberal küreselleşme sonrası” dönemin ürünleri…

Artık “eski tarih” oldu, ama insan anımsamadan edemiyor. Küreselleşme süreci ve tartışmaları başladığında, biteviye, “öznesiz, kendiliğinden, kaçınılmaz bir evrim”, “geri döndürülemez bir süreç” iddialarıyla karşılaşıyorduk. Hâlbuki karşımızdaki, ABD hegemonyasının restorasyonu çabaları bağlamında devreye giren bir kriz yönetim rejimi, esas olarak bir ABD dış politikasıydı. ABD Harp akademilerinden, Deniz Stratejileri Bölümü Başkanı Prof. Kurth’un 2001’de The National Interest dergisinde vurguladığı gibi, “ABD o kadar güçlüydü ki dünyanın geri kalanı, onun dış politikasını, yeni bir tarihsel dönem olarak algılamıştı”. 

Önce, Afganistan ve Irak maceralarında ABD’nin restorasyon projesi, sonra 2006/7 mali krizinde de “kriz yönetim modeli” iflas ettiğinde gördük ki, ABD hegemonyasını restore etmek olanaksızdı. Kriz yönetim modeli tükendiğinden, küreselleşme süreci de, ulusal ekonomilerin farklı dinamikleri altında tersine dönüyordu. Önce sermaye hareketleri yön değiştirmeye başladı. Büyük durgunluk, rekabeti sertleştirince, ikili ticaret anlaşmaları, korumacılık derken Trump döneminde ticaret savaşları gündeme oturdu. Artık “küreselleşme sonrası” dönemdeydik. 

Bir yüz yıl önce olduğu gibi, yine çok merkezli bir dünyada, büyük güçler arası ekonomik, teknolojik, askeri rekabet sertleşiyordu. Geçen sefer küreselleşme sonrası dönem, savaşların, faşizmin ve devrimlerin dönemi olmuştu.

Bir tarafta faşist hareketler yeniden canlanıyor, diğer taraftan, büyük güçler arasında, Afrika’dan, Güney Çin Denizi’ne, Orta Asya’dan Ortadoğu’ya nüfuz alanları üzerinde siyasi-diplomatik rekabet (yeniden paylaşım çabaları) hızlanıyor. İnsan, dünya ekonomisinin hemen her tarafına ulaşan girift tedarik zincirlerine, finansal işlemlere, iletişim, bilgi işlem alanlarındaki son gelişmelere bakarak “Yok canım bu kez farklı. Bu bir soğuk savaş” demek istiyor.

Ancak “soğuk savaş” bir nükleer denge altında yaşanmıştı. SSCB’nin ekonomisi Batı kapitalizmine kapalıydı. SSCB, silah ya da uzay sanayii bir yana, teknolojik olarak Batı kapitalizmiyle dünya piyasalarında rekabet edecek yapıya sahip değildi. 

ABD ile Çin’in ilişkilerine bakınca farklı bir manzarayla karşılaşıyoruz. Çin kapitalist dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü ve bir teknolojik süper güç olma yolunda hızla ilerliyor. Dünkü, SSCB’nin aksine Çin, Batı kapitalizmin en önemli tüketici pazarı ve ABD borç kâğıtlarının en büyük müşterisi. Batı’nın ileri teknoloji endüstrilerinin tedarik zincirleri bir aşamalarında, belki de en kritik aşamalarında, Çin kapitalizminin içinden geçiyorlar. Savaş sanayiinden tıbbi cihazlara, telekomünikasyondan bilgisayar endüstrilerine kadar bu ileri teknolojiler için vazgeçilmez hammadde olan, ender minerallerin piyasası ve üretiminin yüzde 70’inden fazlası Çin şirketlerinin (kapitalizminin) elinde. 

Kısacası, karşımızda sınırlandırılarak, stabilize edilebilecek bir “Soğuk Savaş” olasılığı değil, ticaret savaşlarında karşılıklı yaptırımlarla, karşılıklı dijital erişimi engelleme çabalarıyla, Çin’in bir aşamada ender mineraller üzerindeki tekelini, elindeki ABD hazine kâğıtlarını silahlaştırmasıyla tırmanacak, istikrarsız ve nereye varacağı belirsiz bir süreç var.[19]

Çokça tekrarladım ama bir kere daha yineleyeyim: Bu kadar da değil; mesele giderek militarist gövde gösterilerine dönüşüyor…

Japonya, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk defa bir uçak gemisi satın almasının ardından, askeri ekipmanlara yaptığı harcamaları artıracağını duyurdu. Silahlanma hevesinin arka planında Pasifik Okyanusu’ndaki Çin ve Rusya’nın artan ektisinin olduğu iddia edildi. Askeri harcamalar için bir taslak hazırlandığı belirtildi. Shinzo Abe hükümeti tarafından onaylanan 10 yıllık savunma programı taslağında “ABD dünyanın en güçlü ülkesi olmaya devam ediyor, ancak bölgede güçlenen Çin ve Rusya ile stratejik rekabetin öneminin farkındayız” ifadelerine yer verildi.[20]

Öte yandan Atlantik ittifakı ile Moskova arasında süregiden gerilimin önemli sahalarından biri olan Baltık ülkelerinde NATO, ABD ve AB’nin askeri gücünü artırma girişimi dikkat çekiyor. ABD öncülüğünde “Saber Strike 18” adlı askeri tatbikat çerçevesinde başta NATO ülkeleri olmak üzere 19 ülkeden 18 bin askerin Polonya, Estonya, Letonya ve Litvanya’ya sevk kararının verildiği bildirildi. Alman basını NATO’nun Rusya’ya karşı bir ay içinde harekâta hazır hâle gelebilecek 30 bin askerlik bir gücün oluşturulmasını gündemine aldığını öne sürerken, Rus basını ise AB’nin Rusya’nın Doğu Avrupa’ya “sızmasına” karşı koyma hedefi belirlediği iddiasını gündeme getirdi.

Suriye’de süren çatışma, Ukrayna krizi, eski Rus çifte ajan Sergey Skripal’in Britanya’da suikast girişimine uğraması, ticari yaptırımlar gibi gündemlerle Soğuk Savaş’ı andıran günlerden geçen Rusya-Batı ilişkilerinde gerilimin yeni adresi Baltık devletleri ve Polonya oldu. Moskova’nın şubat ayında Litvanya ve Polonya’nın ortasında kalan, Rusya’ya bağlı Kaliningrad’a sevk ettiği “İskender” füze sistemleri NATO’nun tepkisine neden olmuştu. ABD’nin ise Polonya’da daimi üs kurmak üzere 2 milyar dolarlık bir teklif sunduğu yönünde Varşova kaynaklı iddialara Moskova’dan sert yanıt gelmişti.

The New York Times gazetesi, Baltık devletlerinde önceki yıllarda da düzenlenen “savaş oyununa” bu yıl ilk kez İsrail’in de asker göndereceğini kaydetti. ABD ordusunun Avrupa Komutanlığı’ndan yapılan açıklamada 15 Haziran’a kadar sürecek tatbikatın müttefikler arasındaki eşgüdümü artırması hedefine vurgu yapıldı.

Öte yandan, Almanya’da yayımlanan Welt am Sonntag gazetesi, NATO Mukabele Kuvveti’ne (NRF) destek verecek, Rus tehdidine karşı 30 bin askerlik bir takviye gücün planlandığını duyurdu. Projenin gelecek hafta Brüksel’deki NATO savunma bakanları toplantısında ele alındıktan sonra 11-12 Temmuz tarihlerindeki NATO hükümet ve devlet başkanları zirvesinde gündeme gelmesi bekleniyor. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg Varşova’ya yaptığı ziyarette, “NATO silahlı kuvvetlerinin olası harekâta hazırlığını artırmak için farklı tedbirleri tartışıyoruz” demişti.

Doğu Avrupa ve Baltık devletlerinde artan gerilime ilişkin Avrupa Birliği (AB) de tedbir alıyor. Russia Today’in ulaştığı Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi raporunda, Rusya’nın bölgeye “sızmasına” önlem alınması ve NATO ile işbirliğini güçlendirerek Estonya, Litvanya, Letonya ve Polonya topraklarında 4 ülkeyi kapsayan çok uluslu askeri birliği konuşlandırma çağrısı yapılıyor. Raporda, transatlantik ittifakının Doğu ve Güney Avrupa’daki mevcudiyetinin artırılması, konuşlandırılacak birliklerin hızlı hareket edebilmesi içinse otoyol ve köprülerin yenilenmesi gerektiğine dikkat çekildi.[21]

Emperyalistler arası çelişkinin “ticaret savaş(lar)ı”ndan militarist gövde gösterilerine dönüştüğü güzergâhta yeni bir hegemonya kavgası döneme damgasını vuruyor.

 “GERİLEYEN”, “TÖKEZLEYEN” ABD

 Yeni(lenen) hegemonya kavgasını devreye sokan “gerileyen”, “tökezleyen” ABD gerçeğidir.

Volkan Özdemir’in, “ABD istediği yerde istediğini yapabilen bir konumda değil artık… ABD hegemonyasının gerilediği bir gerçek. ABD hegemonyasına dayalı Yeni Dünya Düzeni diye adlandırılan dönemin artık sonuna gelindiğini düşünüyorum. ABD hegemonyasının bitmesi artık tek kutuplu küresel düzenin de sonuna gelindiği anlamına geliyor. Bunun siyasi askeri ve iktisadi ayaklarının olduğunu düşünüyorum. 90’lardan sonra kurulan bu düzenin bugün artık giderek gerilediğini ve bu anlamda sona yaklaşıldığını düşünüyorum,”[22] diye tarif ettiği hâlde; “ABD Batı’nın liderliğine veda etti”, “ABD artık Batı’nın lideri olamaz,” manşetlerinden birincisi Almanya’nın muhafazakâr sağ gazetelerinden Die Welt’e, ikincisinin de Westdeutsche Zetitung’a ait olduğunu[23] hatırlatmadan geçmeyelim…

Kolay mı? Koç Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Altay Atlı’ya göre, Trump yönetimi müttefiklerinde “güvensizlik” yaratıyorken;[24] gergin biten G7 zirvesi sonrası Trump, Twitter’dan yaptığı bir dizi açıklamayla kendisini eleştiren en yakın müttefiklerine ateş püskürdü. Ev sahibi Kanada’ya sert eleştiriler yöneltip, zirve sonunda ortak bildirgeden çekilmesi ile, zirvedeki dünya liderleriyle söz dalaşına girerek; “Üzgünüm, ne arkadaşlarımız ne de düşmanlarımıza ticarette bizden faydalanmalarına daha fazla izin veremeyiz. Amerikalı çalışanlar önceliğimiz olmak zorunda” dedi.[25]

“Gerileyip”, “tökezleyen” ABD eş zamanlı süreçte hırçınlaşırken; bu durum AB cephesinde de derin bir rahatsızlığa yol açıyor

Örneğin I. Dünya Savaşı’nın sona erişinin Paris’teki yüzüncü yıldönümü törenindeki konuşmasında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “milliyetçiliği” reddederek, bunun vatanseverliğin tam zıddı olduğunu söyledi. Bu tutum, ABD Başkanı Trump’ın “Ben bir milliyetçiyim ve bundan gurur duyuyorum” sözlerine yanıt olarak nitelenirken;[26] yine Macron, “Müttefiklik bağımlılık demek değil,”[27] demesinin de ABD ile arasındaki gerginliğe işaret ettiği yorumu yapıldı. 

Gerçekten de, “Bir zamanlar ‘Batı’ denilen bir kavram vardı. İkinci Dünya Savaşı sonunda şekillenmiş, Soğuk Savaş’la perçinlenmiş, kabaca demokrasi ve serbest piyasa mantığını benimseyen, el altından da dünyayı yönetmeye çalışan kuzey yarımküreye Batı denirdi… Görünmez bir el olarak yaşantımıza damga vuran Batı olgusu, Donald Trump yüzünden artık can çekişiyor,”[28] diyen Aslı Aydıntaşbaş’ın itirafındaki çözülme, sürecin ana karakteristiklerinden birisi olup çıkıyor…[29]

 ASYA-PASİFİK CEPHESİ VE YENİ(LENEN) EJDERHA

 Asya-Pasifik’te sular ısınmaya devam ediyorken; dünya siyasetinin seyrini anlamak için Asya-Pasifik’teki gelişmeleri takip etmek şarttır. 

Ortadoğu’daki gibi olmasa da Asya-Pasifik bölgesi içten içe “kaynıyor”. 

Çin’in siyasi, ekonomik ve askerî yükselişi Japonya’daki karşıt gelişmeleri de devreye sokuyor. XX. yüzyıl başlarındaki emperyal milliyetçi saldırganlığın bedelini derin savaş yaralarıyla ödemiş Japonlar, militarizme çark ediyorken; II. Dünya Savaşı mağlubiyetinin ardından yapılan anayasanın 9. maddesindeki değişikliği onayladı. Japonya için “askerî maceralar”ın yolu açıldı.

1947’de Amerika’nın nezaretinde yazılan anayasadaki 9. madde “Japon halkının savaşı ve uluslararası ihtilafların çözümünde güç kullanımını tümden reddettiğinin” altını çiziyordu. Şimdi pasifist anayasanın yerinde yeller esiyor.

Denilebilir ki Asya-Pasifik’teki rekabette tehlikeli sayfaların açılma olasılığı artıyor.

Bölgesel etkinlik mücadelesi tüm hızıyla sürüyorken; ABD, Çin, Hindistan, Japonya, Rusya ve Malakka Boğazı etrafında konumlanmış birçok “Asya kaplanını” bünyesinde barındıran bölge, bugün itibarıyla sistemsel hegemonyasını korumak ve güçlendirmek isteyen ABD (Kartal) ile bu hegemonyayı kırmak isteyen Çin (Ejderha) arasındaki mücadeleye sahne oluyor.

Evet, yeni(lenen) Çin ejderhasından söz etme zamanıdır artık…

Hemen aktarayım: Çin Halk Cumhuriyeti ‘Yeni Dönemde Ulusal Savunma’ başlıklı bir rapor yayımlayarak çıkarlarını korumaya kararlı olduğunu açıkladı. ABD dış politika çevrelerinin dergisi ‘The National Interest’te raporu değerlendiren yazı da, “Gelmekte olan belaya hazırlanın: Uyarıldık” notuyla bitiyordu. 

Rapora göre bu “yeni dönemi”, uluslararası ilişkileri “destabize” edici güçler, uluslararası stratejik rekabet, işbirliğinin yerini çatışma ve şikâyetin alması karakterize ediyor. 

Bu “yeni dönemin” karakterini, geleceğe ilişkin tanımlanabilir bir yapılanma belirtisi üretmeyen devinmelerin kaosu belirleyecek.

Devletlerarası ilişkiler egemenlik-bağımlılık ilişkileridir. Bir devletler kümesinin, görece istikrarlı bir yapı kazanabilmesi için bir hegemonya ve hiyerarşi içinde adeta “dondurulması” gerekir. Bu düzenin hiyerarşisi içinde yerini beğenmeyenlerin, dışına çıkmak isteyenlerin bastırılmasına ilişkin savaşlar yaşanabilir. Kapitalizmin tarihinde biri Birleşik Krallık, ikincisi ABD merkezli olmak üzere iki küresel “düzen” yaşandı. Uluslararası ilişkililerin ABD merkezli Batı ve SSCB merkezli Doğu olarak bölünmesiyle de hegemonya ve hiyerarşi düzenini tanımlamak üzere “kutup” kavramı literatüre girdi. 

Doğu blokunun dağıldıktan sonra ABD merkezli bir tek kutuplu dünya önerisi Rusya, Çin, Avrupa ve birçok gelişmekte olan ülke tarafından reddedilince çokkutuplu bir dünya arayışı gündeme geldi. Ancak, güçlerin yükseliş hızı, dünya ekonomisindeki yapısal (yeni bir sermaye birikim rejimi doğuramayan) krizin getirdiği sarsıntılar, düzenli hiyerarşileri içeren kamplaşmalara izin vermedi. Böylece içindeki, kimi eski- yeni büyük güçlerle, adeta “herkesin herkese karşı” konuşlanmaya başladığı, ancak bir kaos kavramıyla tanımlanabilecek bir dünya düzensizliği şekillendi.

Bu uluslararası düzensizlik içinde, ulus devletlere ilişkin ve kaos üreten eğilimleri güçlendiren başka gelişmeler de var. Bu gelişmeler genel olarak, otoriter popülizmin yükselişi olarak tanımlanıyor. 

Ancak, popülizmin yükselişi, çok daha uğursuz, “yeni faşizmin” değirmenine su taşıyan bir olgu. Bir tarafında halkın, egemen düzenin çeşitli krizlerini (ekonomik, sığınmacılar, demografik ve kültürel sarsıntılar), etkilerini yönetemeyen seçkinlere yönelik tepkileri var. Diğer tarafta da, George Monbiot’un işaret ettiği gibi, krizlerin ürettiği ”felaket kapitalizminden”, vergilerden kaçarak, ayrıcalıklı rant olanakları bularak, tekel kârlarını konsolide ederek yararlanmaya çalışan “oligarkların”, bu olanakları sağlayacak, milliyetçi, yerlici, ırkçı, dinci liderleri ve hareketleri iktidara getirmek için halkın tepkilerini kullanma çabaları var.

Bu dağılmaya bir düzen verebilecek bir “merkez” de yok. Örneğin, Çin yükseliyor, “Yol ve Kuşak” projesiyle, ucuz ve kolay borçlandırmayla adeta emperyalizmin artık çok iyi bilinen, gizlenemeyen yöntemleriyle kendine yeni etki alanları açıyor, bu alanları askeri konuşlanma noktaları olarak değerlendirmeye başlıyor, ama hemen tepki uyandırıyor. Çin’in yükselişi ve yeni nüfuz alanlarının çoğalması, ABD’de gerginlik yaratıyor. Ancak ABD’de Trump yönetimi, Batı ittifaklar düzenini, Avrupa platformu, Japonya ilişkileri üzerinden restore etmeye çalışmak yerine, uluslararası anlaşmalardan çıkıyor, aşırı sağcı, demagog liderleri destekleyerek AB’yi destabilize ediyor. Aynı anda ABD karşıtı bir güç olarak yükselmeye çalışan Rusya da benzer yollarla AB’yi destabilize etmeye çalışıyor. 

Bu sırada Rusya, Pasifik’te ve Çin denizinde ABD’ye karşı denizde ve havada Çin’le birlikte devriye geziyor. ABD, NATO’dan yakınırken, Çin, Almanya Fransa gibi Avrupa ülkeleriyle ortak manevralar düzenliyor.[30]

Söz konusu tabloda Çin’in yükselmesi karşısında önlem almaya çalışan ABD yönetimi, ticaret savaşları görüntüsü altında Çin’in teknolojik gelişmesini yavaşlatmayı amaçlıyorken; bu da jeopolik bir hamle özelliği taşıyor. 

Bilindiği üzere jeopolitik, coğrafyaların (kaynak, üretim alanları, piyasalar, ulaşım yolları) devletler tarafından kontrol edilmesine, emperyalizme ilişkindir. Teknolojik gelişme düzeyi jeopolitik sorunların, teorilerin şekillenmesinde önemli bir rol oynarken; 2018 Haziran’ın da yayımlanan bir ‘Chatham House’ raporu, “yapay zekâ”nın (YZ) uluslararası ilişkilerde önemli etkiler yaparak karışıklık yaratacağını savunuyordu. 

Rapora göre, YZ’nin hızlı gelişim sürecinde en önemli rekabet ABD ile Çin arasında keskinleşiyor, yarış giderek stratejik bir boyut kazanıyor. ‘The Washington Post’tan David Ignatius, ‘Aspen Güvenlik Konferansı’ndaki izlenimlerini aktardığı yazısına “Bir uçak gemisinin durduramayacağı Çin tehdidi” başlığını koymuşu. ABD, hâlâ büyük ve masraflı silah sistemlerine yatırım yapmaya devam ederken, Çin bu silah sistemlerinin etkisini kırabilecek YZ sistemleri üzerinde çalışıyormuş.[31]

ABD’de Trump yönetimi, Çin’in uluslararası alanda etkili, 5G teknolojisinde önderliğe oturmaya başlayan şirketi Huawei’yi bu amaçlarla hedef aldı. Ancak Çin’in, teknoloji sektöründe tedarik zincirleri ağı üzerindeki büyük etkisi var. ABD’nin yaptırımları, yalnızca, Malezya, Endonezya, Singapur gibi ülkelerdeki üreticileri değil, bunların ürettikleri ürünleri kullanan Apple gibi ABD teknoloji şirketlerini de etkileyecek…

Kısa dönemde, küreselleşen bir korumacılık dalgasının dünya ekonomisini yeni bir mali krize ve depresyona, orta ve uzun dönemde de Çin’i teknolojik alanda kendisine yeterli, dolayısıyla çok da dişli bir rakip olmaya doğru itme olasılığı var.[32]

Söz konusu olasılığın önünü kesme manevrasının başında Trump var ki, bu da pimi çekilmiş bir saatli bombayı andırıyor. 

Burada soru(n) emperyalistler arası çelişkilerin, saatli bombanın saniye mi, dakika mı yoksa saat veya güne mi ayarlı olduğu bilinciyle, André Maurois’nın, “İstemek, istiyorum demek değil, harekete geçmektir,” uyarısı eşliğinde, Émile Zola’nın, “Emek emek… Ondan başka bir güç yoktur. İnsan emeğe inancını da katarsa yenilmez olur,”[33] haykırışına kulak vermektir…

 

NİHAYET

 

Uluslararası kaos insan(lık) ile ilgili bir oluş ya da yok oluş yoldur. Çünkü uluslararası sınıf mücadeleleri ekseninde insan(lık)ın gideceği yol yani geleceği, “önündedir.” 

Hemen her şey bu yolda ya kendini yeniden yaratacak ve yerküre böylece “en iyi şekilde” biçimlenecek veya tam tersi yani bir felaket olacaktır; malum “Açgözlülüğün olduğu yerde mutlaka alçaklık da vardır, bunu unutmamak gerekir.”[34]

Bu süreçte emek cephesinin “tarihlerinin bilinçli oluşturucuları”, başkaldıran ezilenler, dünyayı ve yaşam koşullarını 11. Tez’deki üzere değiştireceklerdir…

Kolay mı? İnsanlık tarihinin itici ve değiştirici gücü, -Ernst Bloch’un ifadesiyle- “Çalışan, artık alınıp satılamayan, özüne yabancılaştırılamayan, nesneleştirilemeyen, sömürücülerinin çıkarları için bağımsızlaştırılamayan “ insandır. Geleceğini belirleyen insan, özgür ve özerk bireydir. 

Ernst Bloch’un ‘Umut İlkesi’nin önsözündeki ifadesiyle -kaosun deveye soktuğu- korku ve yılgınlık; “Umut etmeyi öğrenmek”le aşılabilir. Çünkü umut “Başarısızlığa değil başarıya vurgundur”. Umut etmek, “Korkmanın üzerindedir”; “Çünkü umut etmek etkendir ve hiçbir şey onu tutamaz. Umut etme duygusu, “özünden dışarı çıkar” ve insanları “daraltmak yerine, genişletir.”[35]

Malum üzere: İnsan tarihi boyunca hep “Daha iyi olanları, daha iyi bir yaşamı” arar ve bunların düşünü görür. İnsanların yaşamları, “gündüz düşleri” ile örülüdür ve bu düşlerin önemli bir bölümü, “heyecanlandırır; kötüyle yetinmeyi önler” ve düşlerinin özünde “umut”, “umut etmek” vardır ve “umut etmek” öğrenilebilir. Umut içeren bu öz, aldatılamaz, kötüye kullanılamaz.

Ve nihayet düşler, “koşulların daha iyi olabileceğini” gören kavrayışı canlandırır. Bir başka deyişle, “olgunlaşan buğdayın” hasat edilmesini, eve taşınmasını sağlayan kavrayışı devreye sokar. 

Hasat mevsimi geliyor; hazır olmak gerek; hazır mıyız?

 

N O T L A R

[1] Kaldıraç, No:218, Eylül 2019…

[2] Rebecca Solnit, Karanlıktaki Umut: Anlatılmayan Hikâyeler; Muhteşem Olasılıklar, Çev.: Şeyda Öztürk, Siren Yay., 2019, s.31.

[3] Murat Çakır, “Belirsizlikler Dönemi mi? Emperyalist Güçler Arasındaki İhtilaflar Üzerine”, Politika, Yıl:5, No:55, 12 Şubat 2019, s.16-17.

[4] Ergin Yıldızoğlu, “Merkez Çoktan Çöktü”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 2019, s.11.

[5] Ergin Yıldızoğlu, “Her Gün Biraz Daha Tehlikeli…”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2019, s.11.

[6] Ergin Yıldızoğlu, “G20’nin ‘Kırık Aynasında’ Türkiye”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2019, s.11.

[7] Amerigo Vespucci’nin daha XV. yüzyıl başında yazdığı mektuplarda emperyal hakları görebiliriz. Kullanılmaları devasa yıkımlara yol açan bu yeni haklar, “yeni dünyalar”ın keşfiyle ortaya çıkan bilgiyi yayma bahanesiyle imal edilmiştir. Vespucci, dört mektubundan ilkinin başında, keşif heyetinde karşılarına çıkan insanların onlara verdikleri şeylerden bahseder: “Ne istersek derhâl veriyorlardı, tabii bizden hoşlandıklarından değil, daha çok bizden korktukları için.” Şaşırtıcı değil elbette, karşılarında “iyi silahlanmış” 21 kişi varken… “Her gün,” diye devam ediyor Vespucci, “farklı diller konuşan sayısız halk keşfediyorduk; nihayet kıyı boyunca 400 fersah ilerlediğimizde, dostluğumuzu istemeyen insanlarla karşılaşmaya başladık”. 

Vespucci bundan sonra bu insanları düşman olarak tarif etmeye başlar, zira işgalcilerin ilerlemesine engel olmaktadırlar: “Karaya çıkmamıza izin vermiyorlardı, bu yüzden onlarla savaşmak zorunda kaldık”. Keşif heyeti, misyonuna devam etmeyi ve kutsal yerler de dahil her yere dilediği gibi girmeyi kendine hak olarak görüyordu ve bu hak başka insanlar tarafından engellenemezdi: Vespucci’nin tasviriyle, kendilerine kusursuz bir dünya kurmuş, “büyük maharetle inşa edilmiş” ve “halis pamuktan dokumalarla dolu” evlere sahip insanlardı bunlar, ama aynı zamanda “çıplak, sürekli korku içinde ve aptal”lardı. Vespucci ve adamları, işgallerine direnen yerli halkla savaşmaya devam etmiş, sonunda “onları bozguna uğratıp aralarından 150’sini öldürmüş, 180 evi ateşe ver(mişlerdi)”. 

Vespucci ilk mektubunun sonunda, “geri getirdikleri” eşyaları sıralayarak seferin başarısından dem vurur: “Ham veya olgunlaşmamış hâlde altın ve inci getirdik. İki taş getirdik. (…) Büyük bir kristal parça getirdik. (…) On dört adet ten rengi inci getirdik.” Bu seferlerin Vespucci’yle son bulmadığı herkesin malumu. O “biz”, büyük titizlikle, bir sürü engeli aşarak, ve iyi yapılandırılmış koruma kuralları doğrultusunda, kıymetli nesneleri, sanat eserlerini ve nice zenginliği “geri getirip” bunların parçası olduğu toplumsal dokuları, siyasi yapıları, hak ve inanç sistemlerini yok etti. (Ariella Azoulay, “Her Şeyi Göstermeme Hakkı: Belgesel, Fotoğraf ve Yıkım Görüntüleri”, Yeni Yaşam, 7 Kasım 2018, s.10.)

[8] “Lavrov: Yeni Bir Dünya Düzeni Şekilleniyor”, Birgün, 1 Temmuz 2018, s.4.

[9] “Çin Devlet Başkanı Xi, Orduya ‘Savaşa Hazır Ol’ Çağrısı Yaptı”, 5 Ocak 2019… https://www.birgun.net/haber-detay/cin-devlet-baskani-xi-orduya-savasa-hazir-ol-cagrisi-yapti.html

[10] “ABD Konuşmak İsterse Konuşacağız, Savaşmak İsterse de Savaşacağız”, 11 Ağustos 2019… https://odatv.com/abd-konusmak-isterse-konusacagiz-savasmak-isterse-de-savasacagiz-03081919.html

[11] “Avrupalı hâkim sınıfın, yerel ve kentsel isyanları bastırmak üzere tuttuğu paralı ordulara ödeme yapabilmesini sağlayan altın ve gümüşü fetih sayesinde edindiğini, Arawakların, Azteklerin ve İnkaların boyun eğdirildiği yılların Avrupalı işçilerin evlerinden sürüldükleri, hayvanlar gibi damgalandıkları ve cadı diye yakıldıkları yıllara tesadüf ettiğini de unutmamak gerek.” (Silvia Federici, Caliban ve Cadı,  Çev: Öznur Karakaç, Otonom Yay., 2012, s.156.)

[12] Berkant Gültekin, “Galip Yalman: Kimlik Siyaseti Otoriter Eğilimlerin İtici Gücü Oldu”, Birgün, 9 Temmuz 2019, s.13.

[13] “Trump’a Altılı Kıskaç”, Cumhuriyet, 10 Haziran 2018, s.13.

[14] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Ulusal Çıkart’ Diye Başlayıp… -II”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2019, s.11.

[15] Verda Özer, “Soğuk Savaş 2 mi?”, Milliyet, 19 Ocak 2019, s.9.

[16] Mehmet Ali Güller, “ABD-AB Çatışması: Avrupa Ordusu”, Cumhuriyet, 26 Kasım 2018, s.15.

[17] İbrahim Varlı, “Üçüncü Dünya Savaşı (mı?)”, Birgün, 13 Kasım 2018, s.4.

[18] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Dönüşüm”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2018, s.11.

[19] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Yeni Soğuk Savaş’ Filan…”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2019, s.11.

[20] “Silahlanma Nedeni Pasifik Paylaşımı”, Birgün, 19 Aralık 2018, s.4.

[21] “Baltık’ta ‘Savaş Oyunu’…”, Cumhuriyet, 4 Haziran 2018, s.13.

[22] Can Uğur, “Araştırmacı Yazar Volkan Özdemir: Tek Kutuplu Dünyanın Sonuna Geldik, Birgün, 21 Ocak 2019, s.13.

[23] İbrahim Varlı, “G7 Zirvesi ve ABD’nin Sallanan Liderliği”, Birgün, 12 Haziran 2018, s.4.

[24] Doğan Ergun, “ABD-Çin Bilek Güreşi”, Cumhuriyet, 11 Mart 2019, s.7.

[25] “G7 Zirvesi Krizi: Trump En Yakın Müttefiklerine Ateş Püskürdü”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2018, s.13.

[26] Nerdun Hacıoğlu, “Milliyetçiliğe Yüklendi”, Hürriyet, 12 Kasım 2018, s.18.

[27] “Macron: Müttefiklik Bağımlılık Demek Değil”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2018, s.7.

[28] Aslı Aydıntaşbaş, “Merkel: Kendine Gel! Trump: Dükkân Benim”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2018, s.13.

[29] “ABD, Avrupa’ya yerleşiyor sanki… Silah ve askerlerini Avrupa’ya taşıyabilmek için ihaleye çıktığını nakliye şirketlerine duyurdu… Alman halkı ise ülkelerinde nükleer silah istemediklerini açıkça söylüyor… ABD, Avrupalıları Rusya ile korkutuyor… Rusya ise Avrupalıları korkutarak ayakta kalmaya çalışıyor… ‘Dehşette sessizlik vardır’ diyen Hugo şöyle özetliyor: – Çok korkanlar az konuşurlar, dehşet onlara ‘Sus’ der sanki!” (Mehmet Soysal, “Karşılıklı Korkular”, Hürriyet, 5 Ağustos 2019, s.14.)

[30] Ergin Yıldızoğlu, “Kaos İçinde Gezintiler”, Cumhuriyet, 5 Ağustos 2019, s.11.

[31] Ergin Yıldızoğlu, “Yapay Zekâ-Jeopolitik”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2018, s.11.

[32] Ergin Yıldızoğlu, “İki Ucundan Yanıyor”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2019, s.11.

[33] Émile Zola, Emek, çev: Nesrin Altınova, İmge Yay., 2014.

[34] Victor Hugo, Sefiller, Çev: Kerim Çetinoğlu,  İskele Yay., 2011, s.115.

[35] Ernst Bloch, Umut İlkesi, C:1, çev: Tanıl Bora, İletişim Yay.,  3. Baskı, 2013.

İlginizi Çekebilir

Halil Dalkılıç : Rojava rastî ye û rastî venamire!.. 
Osman Özçelik : Panîk*

Öne Çıkanlar