Milliyetçi histerinin hedefi olan ‘azınlık’lar tarih boyunca “kendi adaletini sağlamak” isteyen kalabalıkların hedefi oldu. Linç, farklı yöntemlerle azınlıkları, politik rakipleri ya da sesini yükselten yurttaşları hedef alan kalabalıkların en sık başvurduğu yöntem oldu.

“Linç” adını 18. yüzyılda Amerikalı bir çiftçi olan ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında mahkeme başkanlığı yapan Charles Lynch’den alıyor. Charles Lynch’in savaş sırasında İngilizlerden yana olanları cezalandırmak için kullandığı yöntemler “linç etmek” olarak 1850’li yıllarda sözlüklere girdi. Lynch ve bazı milis komutanları Virginia’da İngiliz yanlısı olduğundan şüphelendikleri insanları apar topar yakalayıp, yasadışı mahkemelerde yargılayıp kırbaçlama, malına el koyma, zorla askere alma gibi cezalara çarptırıyorlardı. Lynch’in verdiği cezalar ve başkanlık ettiği mahkeme süreçleri 1782 yılındaki Virgina Genel Meclisinin kararıyla yasal ilan edildi. “Lynch Yasaları” böylece ‘yasal’ olarak dünya literatürüne girdi. Ve bu yöntemler daha sonrada Ku Klux Klan gibi beyaz üstünlükçü ırkçı grupların siyahilere karşı uyguladığı şiddeti tanımlamak için kullanıldı.

Yöntem dünyanın her yerinde olduğu gibi bu coğrafyada da sıkça kullanıldı. Bu topraklarda da linç, katliam, yargısız infaz muktedirin bir sözüne bakar. Bir kere istenilmeyen ilan edildiğin zaman hiçbir zaman istenmezsin. Kuruluşunu Anadolu’da yaşayan Hristiyan nüfusun tamamen temizlenmesi üzerine kuran Cumhuriyet tarihi boyunca bu tür yöntemlere hep denk geldik. Türkiye’de yaşanan demografik değişim ve on yıllar süren iktidarların altında her daim kullanışlı bir aparat olan milliyetçi linç kültürü yattı. Her zaman diri tutulan ve bir gazete haberine, bir cami anonsuna bakan bu linç alışkanlığı, azınlıkların can ve mal güvenliklerini tehdit etti.

1876’dan 1923’e kadar 4,5 milyon Hristiyan’ın yok edilmesi politikasını sürdüren Cumhuriyet, geriye kalan ‘bir avuç Hristiyan’ı da yok etmenin derdine düştü. Rumlar için hep öyle olmadı mı? Pontos’ta, Küçük Asya’da katliamlardan geçtiler, sürgünlere gönderildiler, ‘Amele Taburları’nda ölümüne çalıştırıldılar. Katledilmekten ‘kurtulan’ 1 milyon 200 bin Rum 1923 Lozan Mübadelesi ile bir kere daha sürgünü yaşadı. Zorunlu sürgünün dışında tutulan İstanbul Rumları ise 30 sene sonra bir kere daha milliyetçi histerinin kurbanları seçildi. 1942’de ellerindeki mallara “Varlık Vergisi” ile el konulan Rumlar’ın 6-7 Eylül 1955’te canları dahil tüm varlıklarına bir gecede el konuldu.

Anadolu’dan İstanbul’a, İstanbul’dan tekrar yollara

Müslüman olmayan nüfusu İstanbul’da toplayan akıl, İstanbul Rumlarını hedef alan bir linç örgütledi. Ekspres Gazetesi’nin “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle “Kıbrıs Türktür” Derneği üyelerince bütün İstanbul’da dağıtılması ile 5 Eylül 1955’te başlayan saldırılar, 7 Eylül sabahına kadar sürdü ve 4 bin 214 ev, bin 4 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26 okul ile aralarında fabrika, otel, bar gibi yerlerin bulunduğu 5 bin 317 mekân saldırıya uğradı. Resmi kayıtlara göre 15 kişi bu linçlerde katledilirken 60 kadına da tecavüz edildi. Linçe uğrayan Rumlar da İstanbul’dan ayrıldı, Rumlara ait mülklerin bir kısmı vakıflara verildi, büyük kısmı ise satıldı.

6-7 Eylül’ü yaşatan, Türk olmayandan arındırılmış bir ülke hayaliydi. Rumlar, Varlık Vergisi’nden sonra ikinci defa binlerce yıllık yurtlarında istenmediklerini ve can–mal güvencesinden yoksun olarak sanki bir ‘misafir’ gibi yaşadıklarını hissetti. Rumlara bir kere daha sürgün yolu göründü. Yaşananlar, ‘Türk’ vatandaşı olarak kabul görmediklerinin kanıtı oldu. Rumlar, hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de ayrımcılıklara maruz kalacakları düşüncesiyle yine göç kararı aldı. 1955’te Türkiye’de yaklaşık 80.000 Rum vardı. 1964 Rum Kararnamesi’nde mallarına ve mülklerine el konulan Yunan uyruklu 45 bin Rum ise sadece 10 gün içinde sürgün edildi. Bugün ise artık Rum nüfusu İstanbul’da bin 500’e kadar azaldı. Böylece Rumları anayurtlarından temizleme süreci ‘başarı’ ile tamamlandı.

6-7 Eylül Pogromu’nun basit bir milliyetçi refleks olmadığını, aksine programlı bir linç olduğunu 1988-1990 arası MGK Genel Sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu yıllar sonra bir röportajda “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” sözleriyle itiraf etti. 5 Eylül gecesi Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atan Oktay Engin devlet bursuyla Selanik Üniversitesi’nde hukuk okuyordu. Oktay Engin’in aslında Türk istihbaratı adına çalıştığı ise Yassıada mahkemesi sorgulamaları sırasında MİT müfettişi İbrahim Oğuz tarafından söylendi. Bu yargılamalarda dönemin Demokrat Parti (DP) Hükümetinin başı Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu suçlu bulundu ve ceza aldı.

Anadolu’da lincin tarihi

6-7 Eylül 1955 Pogromu ne ilkti ne de son oldu. 1934 yılında Trakya’da yaşayan Yahudilere karşı yapılan saldırılar kitlesel lincin Cumhuriyet dönemindeki ilk örneklerindendi. Saldırılar, hiç şüphesiz Nihal Atsız’ın Orhun dergisinde yazdığı Yahudi karşıtı yazıların yanı sıra Yahudilerin bölgede mandıracılık başta olmak üzere ticareti elinde tutması ile de bağlantılıydı. 21 Haziran 1934’de Çanakkale’de başlayan saldırılar 2 Temmuz’da “Yahudilere ölüm!” haykırışlarıyla Edirne’deki Yahudi mahallesinin basılması ile devam etti. 4 Temmuz’a kadar süren saldırılarda Edirne, Tekirdağ, Kırklareli, Çanakkale, Uzunköprü, Silivri, Babaeski, Lüleburgaz, Çorlu ve Lapseki’de Yahudilere ait dükkânlar ve evler yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi, 15 bin Yahudi topraklarını bırakıp İstanbul’a gitti. Saldırılar bittikten sonra bile lince devam edilirken, Haber Gazetesi 15 Temmuz 1934’te “Trakyalı Yahudiler arasında casuslar mı var” başlıklını attı.

Müslüman olmayan nüfusu hedefine alan linç, “Ülkenin temizlenmesinin” ardından hedefine Sünni olmayan kesimi koydu. 19 Aralık 1978’de Maraş’ta Alevilere yönelik büyük bir katliam başladı. 26 Aralık’a kadar devam eden saldırılarda, 120 kişi vahşice katledildi, binlerce kişi yaralandı, 552 ev yakılarak tahrip edildi ve 289 işyeri yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi. Maraş’tan sonra bu sefer hedef Çorum Alevileriydi. 1980 Mayıs-Temmuz aylarında Çorum merkezinde Alevilerin yaşadığı mahallelere yönelik saldırılar gerçekleştirildi. Bu saldırılarda da 57 kişi katledildi, yüzlerce kişi yaralandı. Alevilere yönelik diğer linç ise 2 Temmuz 1993’de Sivas’ta meydana geldi. Kentte yapılan Pir Sultan Abdal Festivali kapsamında Sivas’a gelen aydın ve sanatçıların hedef gösterilmesi üzerine Cuma namazından çıkan kitle Madımak Oteli’ni ateşe verdi, çoğunluğu Alevi 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanı yakılarak ya da dumandan boğularak katledildi.

Hristiyan ve Alevi nüfustan sonra linçin bir diğer hedefi ise Kürtlerdi. Kürtler, çalışmak için geçici olarak gittikleri ya da yerleşik olarak yaşadıkları batı kentlerinde sürekli olarak lincin hedefi oldu. Bu lince neden, bazen Kürtçe konuşması bazen Kürtçe şarkı dinlemesi bazense sadece Kürt olması olurken, bireysel ve kitlesel linçlerde birçok Kürt yurttaş katledildi.

Lincin son hedefi ise 2011 yılında ülkelerinde başlayan iç savaş sonrasında Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Suriyeliler. Daha önce Ankara, Hatay, İstanbul gibi kentlerde sürekli olarak mahallelerine yapılan saldırılarda evleri taşlanan, dükkanları, arabaları yakılan Suriyeliler, birçok yerde de katledildi. Son olarak Kayseri’de başlayan ve kısa sürede birçok kente yayılan saldırılarda 17 yaşında bir Suriyeli öldürüldü.

Devam ediyor

Devlet erkini arkasına alan bu linçlere her zaman bir kılıf uyduruldu; yapılan yargılamalar ya zaman aşımı ile düşürüldü ya da linçci kalabalıktan bir kaç kişi bir kaç yıllık cezalarla kurtarıldı. Bu isimlerin bir kısmı daha sonradan belediye başkanı, milletvekili olurken bir kısmı da bürokraside önemli yerlere geldi. Şimdilerde hedefine genellikle Suriyelileri alan kitlesel fiziki linçler, bireyleri de hedef aldı. Milliyetçi çevrelerce hedef gösterilen gazeteci, yazar, siyasetçi ya da yurttaşlar, linç ile karşı karşıya kaldı, darp edildiler veya Hrant Dink ve Tahir Elçi örneğinde olduğu gibi katledildiler. Geçmişte gazetelerin oynadığı rolü bu sefer sanal medya oynarken, yapılan paylaşımlar ve onlara gelen etkileşimler, Türkiye’de linç olgusunun ne kadar yerleşik olduğunu gözler önüne seriyor. Konu Rum, Ermeni, Kürt ya da Suriyeli olduğunda katledilmenin kutsandığı, saldırıların yetersiz olduğu, daha fazlasının yapılması gerektiğini okuyoruz. Yani “Türk” ve “Sünni” bir toplum yaratma hedefi halen devam ediyor.