Üzerine yağmur gibi yağan öfkeli yumruk darbelerine karşın sadece maçı kaybetmemek için onun direndiğini zannedenler fena halde yanılıyorlardı. Zira o geceki gerçek, basit bir “knock out”la sonuçlanabilecek bir boks finalinin çok ama çok ötesinde saklıydı. Kendisine oranla “amatör” sayılabilecek zayıf rakibinin karşısına “şampiyon” unvanıyla çıkan ve bu yüzden de hem unvanını hem de prestijini kaybetmemek üzere rakibini daha kapışmanın başlarında tepelemeyi kafasına koymuş müptezel bir boksörün aksine; ringin diğer tarafında tam 15 raund boyunca bir şekilde ayakta kalmayı başararak basit bir “sokak serserisi” olmadığını hem kendisine, hem de maçı izlediğini bildiği sevgilisine ve diğer Philadelphialı seyircilere ispat etmek isteyen yetenekleri korkularından çok daha güçlü yürekli bir boksör duruyordu.
Zaten bu sebepledir ki, o efsane müsabakayı sayıyla kaybetmiş olmasına rağmen asıl kazanan, sıkıştığında sadece ringin iplerine değil, umutlarına ve hayallerine de tutunarak tüm bedeni ile direnen, yılmayan ve bu dillere destan inadı ile başta kendisi olmak üzere o tarihi kapışmaya tanıklık eden herkesin kendisine ve mücadelesine saygı duymasını sağlayan İtalyan aygırı genç Rocky Balboa olmuştu.
Zengine, güçlüye, muktedire ve favoriye karşı inatla ayakta kalacakların 12 Eylül faşist darbesinin yol verdiği “hakem kararıyla” hükmen mağlup ilan edilip memleket hapishanelerinde “azimlerinden” tavana asıldıkları o sakin 80’lerde, dönemin çocukları olarak bizleri etkisi altına alabilecek herhangi bir siyasi ya da toplumsal direnişin ya da o direnişi örgütleyecek karizmatik figürlerinin olmaması hasebiyle Adana’nın yazlık sinemalarına gelen bu tür filmler vasıtasıyla kendimize bir kahraman ya da kahramanlık hikayesi çıkartmak dışında başka da bir seçeneğimiz, yolumuz yoktu aslında. İşte yüzü gözü dağılmış olmasına rağmen tam 15 raund boyunca ayakta kalmayı başararak rakibini adeta çileden çıkartan bizleri de kendimizden geçiren bu kaslı adam devleti ve milleti ile dışarıya açıldığımız, hoş çokça da saçıldığımız o 80’li yılların şüphesiz ki en tartışılmaz, en kült kahramanlarından birisiydi.
Ancak yine de bütün bu ideolojik direnç tenhalığına karşın tek kanallı siyah beyaz televizyonlarımızdan “çok kanallı” renkli dünyalara davet edildiğimiz ve sadece biz Adana Namık Kemal mahallesi sakinleri olarak değil; memleket ahalisi olarak da tekmil-i birden “icraatın içinden” geçirildiğimiz o “çağ atlanılan” dönemlerde insafsızlığın, zalimliğin, pervasızlığın durup mola verebileceği, az da olsa kendine gelip silkinebileceği bir “insaf” sınırı ya da istinat duvarı hep olurdu.
Elbette devlet yönetiminde “keyfilik” ve “partizanlık” bugünkü kadar arşa vurmasa da yine de en geçerli “geçinme” ve kestirmeden de olsa “nüfus edinme” metotlarının başında geliyordu. Direnen, kimliğine sahip çıkan Kürtlerle Aleviler, sayıları az da olsa gayrimüslimler ve haklarını cesurca arayan tüm sosyalistlerle emekçiler hukuksuzluğun resmi mengenesi arasına sıkıştırılarak bu ülkede hak aramanın her zaman için bir bedelinin olduğu kendilerine devlet ve hükümet eliyle itinayla hatırlatılırdı! Ancak buna karşın o yılları yakalayanların çok iyi hatırlayacağı üzere yıkılmayan bir devlet ve toplum geleneğimiz de vardı.
Siyasete ziyadesiyle nezaket, kalite ve hoşgörü hakimdi. En sert siyasi kavgalar bile mertçe, açık açık verilirdi. Gazeteciler ve hukukçular mesleklerini pazara çıkartmak için bu kadar gönüllü değillerdi. Polisler ve bekçiler hükümetin milis kuvvetleri değil, halkın can ve mal emniyetini sağlamakla yükümlü devletin kolluk kuvvetleriydiler.
Zaman zaman rastlanılan “açlık grevleri” bile o dönemin muteber aydınlarının aracılık yapmalarıyla ve tabii ki hükümetlerin yapıcı politikalarıyla en az insan zayiatı ile bir şekilde çözüme kavuşturulurdu. Böylece canlarını ortaya koyan direnişçilerin bu “isyan” hareketleri şimdilerin İslami faşizan uygulamalardan farklı olarak “ölümle bastırılmazdı!” Bütün bu kıymetli hatıralardan, özlemle andığımız yaşanmışlıklardan sonra düşünüyorum da, belli ki bu zalimler iktidardan düşmeden o dünlerdeki kısmi özgürlüklük ve refah günlerimize hiçbir zaman yeniden kavuşamayacağız.
Devletin ve devleti tüm kurum ve kuruluşlarıyla rehin alan iktidarın bizleri basit bir “sokak serserisi” olarak görmesine hani bırakın 15 raundu, 1 raund bile direnemeyeceğiz, isyan edemeyeceğiz. Her şeye rağmen direnmeye çalışan yürekli yoldaşlarımızın ise müsabaka sonunda havaya kaldırılmış o yorgun ellerini değil, had bildirme hevesiyle göğe doğru kaldırılmış cansız bedenlerini göreceğiz.
( Başkana özgürlük, Nûdem’e özgürlük, Baransu’ya özgürlük, Kavala’ya özgürlük, tüm siyasi rehinlere özgürlük )