Uğur Güney Subaşı: Benim adım Selahattin Demirtaş

Yazarlar

Aslına bakarsanız benim bütün hikayem, Kürtlük gibi devlet ve toplum bazında yıllar ve hatta asırlar boyunca “olağan şüpheli” olarak kabul edilen böylesine sakıncalı bir ırka mensup olarak bu kanlı kargaşanın içerisine ya da tam ortasına düşmemle başladı..

Hoş, tepeden tırnağa bir Alman olarak Berlin’de, soylu bir İngiliz prensi olarak Kuzey Londra’da ya da Türklerin yoğun olarak yaşadığı batı illerinin herhangi birisinde kız ya da erkek, zengin ya da fakir fark etmeksizin ortalama bir Türk olarak doğmak yerine, 10 Nisan 1973 tarihinde Elazığ’ın Palu ilçesinde kara yağız bir Kürt ve erkek çocuğu olarak bu kanlı kargaşanın içerisine üstelik “olağan şüpheli” bir ırka mensup olarak dahil olmam benim değil, cinsiyeti, milliyeti, dili, dini, ırkı ne olursa olsun ana rahmine düşen her çocuk için geçerli olduğu üzere bana ve aileme dair yazdığı alın yazısıyla benim bu topraklarda, bu kültürde ve bu ailede doğmama sebep olan o rahmani gücün tasarrufuyla ya da ilahi dağıtımıyla gerçekleşmişti.

Ki zaten bu sebeple hayatım boyunca ırk gibi, din gibi, cinsiyet gibi aslına bakılırsa ilahi tesadüfler sonucunda insanın üzerine zimmetlenmesinin ötesinde hiçbir ayırt edici özelliği ve önemi olmayan bu tip statülerle övünmeyi; doğumla birlikte kazanılmış bu özellikler yüzünden insanların birbirlerini hunharca, aptalca dışlamalarını, hor görmelerini, bir bakıma Allah’ın tercihleri sayılan bu ulvi çeşitliliği sorgulamalarını hiçbir zaman anlamadım, bu korkunç ayrımcılığı asla hoş görmedim.

Ancak her ne kadar doğumla birlikte kazanılan bu “statülerde” benim herhangi bir dahlim olmasa da, malum zalimler eliyle Kürt diline ve kültürüne karşı yapılan bu faşist saldırılara karşı verilen her haklı mücadelenin, her çetin kavganın; bu uğurda başta özgürlüğün kaybı olmak üzere yüklenilmekten asla ama asla çekinilmeyen o büyük fedakarlıkların ve Allah nasip ederse de hiçbir zaman diz çökmemiş, boyun eğmemiş, hakkını sonuna, dibine kadar vermiş yürekli bir Kürt olarak ölmenin yapılan planlarının her köşesinde, her hücresinde gerek benim gerekse de insanlığa karşı işlenmiş, işlenmeye de devam eden bu suçlar karşısında asla geri adım atmamış bütün arkadaşlarımızın derin izlerinin, silinmeyen terlerinin ve tabii teslim etmekten de asla çekinmeyecekleri o “yok edilmelere doyulamayan!” canlarının, kanlarının olduğunu büyük bir gurur eşliğinde her zaman söylerim.

İşte kurşun gibi ağır olan bu ahval ve şeriat içerisinde başladığım hayat yolculuğum yaklaşık 5 yıldır sırf aileme, sevdiğim insanlara eziyet olsun diye evimden barkımdan kilometrelerce uzaklıkta hukuku kötürüm bırakma pahasına kapatıldığım bir hapishane hücresinde devam etmektedir. Ancak sevginin, direncin, haklı ve mağdur olmanın sağladığı manevi üstünlüğün önünde hiçbir gücün, hiçbir resmi çakalın ve elbette sırf eziyet olsun diye kilometrelerce uzağa taşınmış hiçbir mapushane duvarının duramayacağı gün gibi ortada olduğu için, bu uzun süre boyunca Yezid’in evlad-ı manevileri sayılan bu alçaklar hangi hukuksuzluğa, hangi vicdansızlığa sapmış olurlarsa olsunlar aramızdaki kalın çift cama ve tüm resmi engellemelere rağmen hem vefakar eşimin hem de canım çocuklarımın beni ziyaret ederlerken her defasında yanlarında getirdikleri cesaretlerinin, asaletlerinin, sonsuz sevgilerinin kokusunu almamı, onlara bu şekilde dokunmamı asla engelleyemediler. Hiçbir zaman da engelleyemeyecekler.

Zira onların resmi güçleri ancak özgürlüğümüzü ve zamanımızı ele geçirmeye yetebilir, irademizi değil! Çünkü irademiz, o mütevazı evde doğduğumuz ilk günden beri çeliğe verilen su misali kaskatı bir biçimde kesilmiş, şekillenmiştir şükür. Bu sebeple zamanla birer “direniş simgesi” ya da adası haline dönüşen bizim gibi siyasi rehinelerin esaret altındayken bile bir şekilde özgürce üretmeye devam etmesi; örgütlü kötülük iktidarının sebep olduğu ekonomik ve sosyal yıkıntılar arasında can çekişen bu yorgun ve tükenmiş halkın yaşama ve geleceğe daha sıkı bir şekilde tutunması açısından hayati derece önem arz etmektedir.

Benim adım Selahattin Demirtaş.

 Her ne kadar hayat yolculuğum 10 Nisan 1973 tarihinde Elazığ’ın Palu ilçesinde kara yağız bir Kürt çocuğu olarak başlamış olsa da, tam 5 yıl boyunca bir adamla bir kadını, bir babayla çocuklarını, bir evlatla anasını babasını, bir liderle seçmenlerini, takipçilerini ve şehrini, adaletle mülkün temelini, cumhuriyetle onun şerefini, iki halkın birbirlerine olan kadim mecburiyetlerini böylesine hoyratça, böylesine hukuksuzca ve böylesine utanmazca birbirlerinden ayırmanın adeta simgesi, abidesi haline dönüşmüş durumdayım.

Tahmin edeceğiniz gibi böylesine hukuksuz bir misyonu üstlenmiş olmaktan dolayı hem kendim hem de memleketim adına fevkalade üzgünüm. Evet, bize reva görülen bütün bu iğrençliklerden hareketle cari iklimin asimile olmayı inatla reddeden biz Kürtler açısından oldukça vahim olduğu ortadadır. Ki merhum Deniz kızımız da bu kanlı iklimin kurbanı olmuştur ne yazık ki. Ancak yine de sadece faşist AKP döneminde değil, tüm cumhuriyet tarihi boyunca “dize getirilmeye”, “diz çöktürülmeye” ve ”hizaya sokulmaya” çalışılan ancak bir türlü başarılamayan tepeden tırnağa dirayetten ve inattan imal edilmiş bu halkın öyle zannedildiği gibi, öyle umulduğu gibi, öyle planlandığı gibi kolayca zulmedilecek, itilip kakılacak kadar kimsesiz ve çaresiz olmadığını düşünüyorum.

Yıllar boyunca burunlarından “fitil fitil”, “dirhem dirhem” getirilmiş onurlu bir yaşamdan ilmek ilmek süzülen o öfke dolu, kahır dolu, sitem dolu bakışlarının, kararlı duruşlarının ırkçılığın ve mezhepçiliğin korkunç bataklığında umarsızca çırpınan, çırpındıkça da diplere doğru çökmekten asla kurtulamayan bu ülke için bir nebze de olsa bir umut, bir insani nefes olabileceğini hissediyorum.

                                                                                                        

İlginizi Çekebilir

Ali Engin Yurtsever: Sorunun ve Çözümün Kimliği 
Müslüm Yücel: Kürt Hâkim

Öne Çıkanlar