Bugün itibarıyla Savaş Buldan, Hacı Karay ve Adnan Yıldırım suikastlerinin üzerinden tam olarak 28 yıl geçtiği için, necip devletimizin menfaatlerini koruma paravanı altında kendi iğrenç menfaatleri uğruna kurşun atmaktan ve yemekten hiçbir şart ve koşulda çekinmeyen bir takım karanlık kişileri nedense kahraman ilan etmekten utanmayan dönemin şahin iktidarıyla adeta özdeşleşen bu yargısız infazlara dair ilk haberleri aldığımda nerede ne yapıyordum doğal olarak net bir biçimde hatırlayamıyor olsam da; o dünlerde kendisini hem solcu hem de sıkı bir Kemalist olarak tanımlayacak kadar siyasi literatürden bir hayli habersiz olan ve ne yazık ki belki de bu şuursuzluk sebebiyle de ırkçılığın hemen yanı başında mevzilenmeyi hayatın doğal akışı içerisinde “doğal” olarak değerlendiren aklı bir değil, bin beş yüz karış havada bir lise veledi olarak hani bu siyasi cinayetlere dair herhangi bir kaygı ya da üzüntü hissetmeyi bir kenara bırakın, bu korkunç suikastlerle birlikte milli felaket Çiller’in en az kendisi kadar felaket olan o meşhur listesinden birkaç kişinin daha, pardon, ölmeyi hak eden (!) birkaç Kürdün daha, iktidar eliyle eksiltilmesinden dolayı yüzümde müstehzi bir gülümseme belirdiğini utanarak da olsa bugün dahi gayet net bir biçimde hatırlıyorum.
Zira polis yelekleriyle önce kaybedilen, sonra da Gladio çetesinin o meşhur üçgeninde itinayla yok edilen bu insanların PKK’ye parasal destek sağlayan karanlık iş insanları olduğunu düşünüyordum, daha doğrusu bu şekilde düşünmeme sebep olan resmi bilgi akışıyla gün boyu besleniyordum ve bu sebeple de bu olağan şüpheli insanların beklenen ve istenen kayıplarının ne benim ne de bu ülkenin âlî menfaati açısından herhangi bir sorun teşkil edeceği kanaatinde ya da hissiyatında değildim. Oysa o yıllarda her ne kadar kendime pek itiraf edemesem de elbette gerçek tam olarak bu değildi. O dünlerimdeki bu gayri insani, gayri vicdani hislerimin ana reaktörünü yok edilen bu insanların asimile olmayı reddeden kimlik bilinçleri ve kavgaları oluşturuyordu.
Yani beni rahatsız eden asıl faktör, bu iş insanlarının ya da siyasi figürlerin kendilerini necip devletimizin av sahasına sokan olası karanlık ilişkilerinden daha ziyade Türklüğün o kutsal ana kabında tümüyle erimeyi ve bu sayede Türklerle birlikte Türklüğün içerisine ve tabii “Türk olarak” karışmayı hayatları pahasına da olsa inatla reddetmeleri yatıyordu. Çocukluğundan itibaren o asil damarlarına Kemalist Türk ırkçılığını özenle şırınga etmiş, yaşıtlarının aksine güncel siyasete bir hayli meraklı yeni yetme bir delikanlı açısından affedilemez, tahammül edilemez bir meydan okumaydı bu. Bedeli, sonuçları ne olursa olsun gereği mutlaka yapılmalıydı, ki ne yazık ki de hemen yapılmıştı!
İşte kaderin bu topraklara özgü yürek burkan bir cilvesiyle tam da “gereğinin yapıldığı” o günlerden birisi olan 3 Haziran 1994’te Buldan ailesinin ikinci çocuğu olarak sırtında hayatı boyunca bir çarmıh gibi taşıyacağı zor ve haksız bir yükle bu karanlık dünyanın içerisine doğarak istisnasız hemen hemen her çocuğun hayatındaki en önemli gün olan “doğum günü” kutlamalarından kendisini mecburen mahrum bırakmak zorunda kalan; o küçük yaşları boyunca yaptığı bu büyük fedakarlıklar neticesinde de belli ki kısa süre içerisinde başta siyaset arenası olmak üzere hayatın her alanında bilinçlenen, büyüyen, olgunlaşan ve kıymetli annesi Pervin Buldan’la birlikte babasından devraldığı “bir kapta bir olarak erimeye ve eritilmeye” haklı olarak isyan eden, karşı koyan Zelal Buldan’la tanışmam, annesi Pervin Buldan’ın konuk olarak katıldığı bir Youtube kanalında, ki malumunuz olduğu üzere artık herhangi bir Kürt siyasetçinin merkez medyanın televizyon kanallarında konuk edilmesi söz konusu bile değil, eşini kaybettiği gün kızının dünyaya geldiğini söylemesiyle olmuştu.
Okuduğunuz bu yazının ilk satırları da, bu yıkıcı gerçeği ilk defa işitmemle birlikte yavaş yavaş zihnimde yazılmaya başlanmıştı zaten! Zira yeni doğan çocuğunu ilk defa kucağına aldığı günde kocasını toprağa vermek zorunda kalmış genç bir kadınla, bir anneyle, bir sabır abidesiyle ve onun fedakar evladıyla ilgili bir şeyler yazmasaydım eğer, hani yazmadığı vakit çıldırma aşamasına gelen usta hikayecimiz Sait Faik gibi ben de kolaylıkla çıldırma aşamasına gelebilirdim. Eski bir yazımda, Kürtlerin kaderinin tanrılara karşı suç işleyen ve bu yüzden de sonsuza kadar taş itmeye mahkum olan mitolojik kahraman “Sisypos” ile müthiş benzerlik gösterdiğinden; Kadim Kürtlerin bir yandan o malum taşı büyük bir öfkeyle ve inançla iterek tüm acılarını ve isyanlarını biz Türklerin asla ama asla sızamayacağı derin dehlizlerinde saklarlarken, öte taraftan da bu manasız, haksız mahkumiyetin bir gün son bulacağı umudu ile güzel, güneşli ve de özgür bir ülkede uyanacaklarına dair umutlarını inatla yeşertip canlı tuttuklarından dem vurmuştum. Son beş altı yıldır uğradıkları siyasi soykırım sebebiyle Kürtler güzel, güneşli ve de özgür bir ülkede uyanacaklarına dair hala umutlular mı bilmiyorum. Ancak her gün bir yenisini öğrendiğimiz ve itiraf etmem gerekiyor ki nasıl katlandıklarını bir türlü anlayamadığımız o korkunç acılarını sakladıkları derin dehlizlerine biz Türklerin sızma ihtimalinin artık tümüyle kalmadığını çok iyi biliyorum.
Babasının mezarı başında doğum gününü gözyaşlarıyla kutlamak zorunda kalan bir çocuğun, bir genç kızın, olgun bir kadının yaşadığı acıyı, hissettiği kızgınlığı, öfkeyi bizim anlamamız mümkün değildir artık, size bir sır vereyim hiçbir zaman da mümkün olmayacaktır. Bu sebeple sonsuza kadar taş itmeye mahkum olan memleket Kürtlerini acılarıyla, kayıplarıyla, isyanlarıyla ve tabii böğürlerindeki taşlarla yalnız bırakın lütfen. Yalnız bırakın ki, itmek zorunda kaldıkları taşları çoğalmasın, acılarına yeni acılar, yaralarına yeni yaralar eklenmesin. Bir kadınla bir erkek, bir evlatla bir baba birbirleriyle işte bu sessizlikte vedalaşsın.
/Temmuz bitiyor. 2022, Adana/