Uğur Güney Subaşı: Mahcup bir devletin mehteri!

Yazarlar

Siz hiç bir Alman’ın ya da bir Alman polisinin, askerinin ve hatta zabıtasının Almanların baş edilemeyen, sorgulanamayan o sonsuz gücünü ve kudretini bir İngiliz’e, bir Fransız’a ya da Almanya’da yaşayan çeşitli azınlık gruplarına mensup kendi vatandaşlarından birine ya da birkaçına ispatlamak için onlara zorla Johann Ludwig Bach’ı ya da Marlene Dietrich’i dinlettiğine, böyle garip bir ihtiyaç hissettiğine; siz hiç bir Fransız’ın ya da bir Fransız polisinin, askerinin ve hatta zabıtasının Fransızların o imrenilesi yüksek kültürünü ve kalitesini bir Alman’a, bir Amerikalı’ya, ya da kendi ülkelerinde yaşayan çeşitli azınlık gruplarına mensup kendi vatandaşlarından birine ya da birkaçına ispatlamak için onlara zorla Édith Piaf ‘ı ya da Patricia Kaas’ı dinlettiğine, böyle tuhaf bir ihtiyaç hissettiğine şahit oldunuz mu hiç?

Sizi bilmem ama şu ana kadar ben hiç şahit olmadım, bu saatten sonra da olacağımı hiç zannetmiyorum. Zira gerçekten güçlü olduklarını çok iyi bilen ve bu sarih gerçeği özümseyen herhangi bir Alman’ın, ya da bir Fransız’ın hem kendilerinin hem de kendilerinin dahil oldukları Alman ya da Fransız toplumlarının gücünü ve kudretini ispatlamak için ne çevrelerine zorla dinletecekleri bir Bach ya da Piaf melodilerine ne de onları zorla bindirecekleri bir Mercedes ya da Peugeot marka otomobillere ihtiyaçları vardır.

Peki ya bir Fransız’ın, bir Almanın ya da bir Amerikalının aksine gerçekten de güçlü olduğundan ya da her yönüyle güçlü bir toplumun parçası olduğundan malum sebeplerle bir türlü emin olamayan, olamadığı için de o ırkçı ve mezhepçi zihninde konuya dair son derece haklı soru işaretlerinin belirmesini bir türlü engelleyemeyen bir insanın, ya da bu insanın içerisine doğduğu bir toplumun acılarını ve komplekslerini hangi yöntemlerle dindirmesi ya da dindirmeleri beklenebilir?

Tabii ki de psikolojide “savunma mekanizmaları” olarak geçen, halk arasında “insanın kendi kendisini kandırması” olarak da bilinen o atadan, babadan kalma eski yöntemlerle insanın (toplumun) kendisine büyük büyük yalanlar söyleyerek ve bu yalanların doğru olduğuna ilk başta kendisini, sonra da ama devlet, ama iktidarlar ama da toplumun bizatihi kendisi tarafından yıllardır düzenli olarak yüzüstü bırakılmış olmaları yetmezmiş gibi, üzerine bir de ters kelepçeyle yüzüstü yatırılmalara doyulamayan malum hasımlarını inandırmaya çalışarak dindirmesi (dindirmeleri) beklenir.

Dolayısıyla, tıpkı izaha muhtaç mizahın tümüyle “kötü bir mizaha” tekabül ettiğini çok iyi bildiğim gibi, ispata muhtaç güçlerin ya da kudretlerin de “kötü ve yetersiz” bir güce tekabül ettiğini çok iyi bildiğim için, hiç hak etmedikleri halde bu memlekette yıllardır “üvey evlat” muamelesi görerek sürekli olarak o bıktırıcı “vatanseverlik testlerine” tabi tutulan Kürtlerin bu sefer genç olanlarının, İstanbul Kadıköy’de Kürtçe başladıkları halaylarını yerde ters kelepçelenmiş vaziyette “mehter marşı” eşliğinde Türkçe tamamlamış olmalarına hiçbir şekilde şaşırmış değilim.

Hatta Kürtlerin Auschwitz-Birkenau’ları olan Diyarbakır Cezaevi’ndeki o vahşi, o insanlık dışı Türkçe işkenceleri düşününce, halaycı Kürt gençlerinin bu süreci yine de gayet ucuz ve hasarsız atlatmış olduklarını bile söyleyebilirm. Kendisinden bekleneni bir türlü yerine getiremediği için kendi yurttaşlarına karşı sürekli ama sürekli “gövde ve güç gösterileri” yapma ihtiyacını hisseden mahcup bir devlet organizasyonunun ve bu organizasyonunun üniformalı parçalarının bildik hareket tarzlarıdır bunlar. Aslına bakarsanız bütün bu işkenceler, manasız gözaltılar, ırkçı ve mezhepçi tacizler, o ışıltılı gücün, her şeye ve herkese sonuna kadar hakim olduğu iddiasındaki o asırlık kudretin aslında sanıldığı kadar da “güçlü” ve “hakim” olmadığının gizli birer itirafıdır bizlere.

Oysa buraların ideolojik harcı, gücünü mehterden alan o “üstün ırk” palavralarının ya da militarist gövde gösterilerinin aksine, “insan hak ve hürriyetlerini” esas alan çok daha akılcı ve hümanist bir felsefenin gerçekleriyle karılabilseydi eğer, gücünü ona her şeyini emanet etmiş çilekeş halkına karşı saldığı kadim korkulardan değil de; memleketin istisnasız her yerinde, tüm yurttaşları için hayata geçireceği hukuktan, adaletten ve ahlaktan alan demokratik bir cumhuriyetin inşa edilmesi içten bile olmayacaktı.

Ancak olmadı ne yazık ki..Bizatihi necip devletimizin ayrıştırıcı ve dışlayıcı dili ve politikaları yüzünden aynı ırk ya da mezhep paydasında olmasa bile aynı toprak parçası üzerinde tek bir amaç doğrultusunda bir olmayı, gerçekten birlik olmayı hiçbir zaman başaramadı bu toplum. Birisinin acısı diğerinin hep bir sevinci haline geldi. Hal böyle olunca da, toplumun ortak değerleri olması gereken bir takım ulusal ya da geleneksel marşlar ya da semboller kerameti kendinden menkul bazı ırkçıların elinde birer “işkence” aletine dönüştü. O marşlarla başarısızlıkların, mutsuzlukların, yetersizliklerin, geri kalmışlığın üzeri örtülmeye çalışıldı.

Ne kadar başarılabildiği ise ortada! Aynı bayrak altında yaşamalarına rağmen birbirlerinden ölümüne nefret eden, birbirlerinin varlığına, diline, dinine ve mezhebine tahammül edemeyen insanlardan oluşan mutsuz, umutsuz, renksiz ve kimsesiz bir toplum ortaya çıktı. Görün hayrını artık!

İlginizi Çekebilir

Behice Feride Demir: Festivallerin Halısı
Erdoğan: Diktatörlük iddialarının tamamen safsatadan ibaret olduğunu gösterdik

Öne Çıkanlar