Ben yazı yazmak üzere benim emektar bilgisayarın önüne ne vakit kurulsam, yazacaklarıma dair bir gece önce zihnimde tasarladıklarımı, ki bu genelde uykuya dalmadan önce gerçekleşiyor ve o tasarıya en uygun düşecek doğru kelimelerimi bulmak ya da bir anlamda “doğurmak” için ekran karşısında uzun süreler doğum sancıları çekerim! Tüm bu sancılara rağmen söz konusu doğumun bir türlü gerçekleşmemesi halindeyse, yazmayı çok istediğim bir yazıyı yazamamış olmanın verdiği korkunç bir buruklukla kalkarım artık beni yenile diye bas bas bağıran emektar bilgisayarımın başından.
İşte en kolay yazdığım ve laf aramızda yazarken de bana ruhumun yağlarını eriten cinsten büyük tatmin hisleri sağlayan bazı iyi yazılarımı ekran karşısında çektiğim bu doğum sancılarının sıkılıkla duyduğum bebek ağlamalarıyla kesilmesiyle; yani bir anlamda doğru bir temel üzerine özenle oturtulmuş, istikbal vadeden şık bir yazının üzerine en doğru kelimelerin yere düşerek tenekesiyle vedalaşan bir yağ kütlesi gibi bir çırpıda ve kolayca yayılmasıyla yazılmıştır. Sadece Kürtlerin değil, zaman geçtikçe bu topraklarda oluk oluk haksızlığa uğrayan tüm mazlumların Mandela’sı olma yolunda hızla ilerleyen Selahattin Demirtaş’a dair bir şeyler yazmak üzere benim emektar bilgisayarımın önünde ne vakit mesken tutsam, ateşler içerisinde yanan evladının sağlığını bekleyen çilekeş bir anne gibi beklediğim o meşhur “bebek ağlaması” seslerini, üstelik kulağımın en kuytu köşelerinin bile rahatça işitebileceği şekilde, hemen yanı başımda avaz avaz duymam asla sürpriz olmuyor benim açımdan.
Davasını hayatı yapmış ve bu uğurda başta özgürlüğü ve el konulan zamanı olmak üzere hayatına dair birçok kıymetli şeyi feda etmekten zerre çekinmemiş, korkmamış; sahip olduğu bu psikolojik ve ahlaki üstünlükle de tıpkı büyük yazar Ahmet Altan gibi kendisini yargılayanları, daha doğrusu yargılamaya çalışan malum zalimleri, zamanla “yargılar” hale gelmiş böylesine cesaretli, böylesine kararlı ve meziyetli bir yiğide dair yazacağım en doğru cümlelerimi ekran başında saatlerce uvunmadan, acı çekmeden, adeta rahmani bir yolculuk öncesi “az kullanılmış” olan o lanet olası ruhumu sahibine iade etmek üzere yaradanla çatır çatır pazarlık yapmadan, yani hasıl-ı kelam erenler, masa başında her yanımı kan revan içerisinde bırakan o doğum sancılarını uzun süreler çekmeden kolayca bulabiliyorum, bulabildiğim için de kolayca doğurabiliyorum! (yazabiliyorum)
Çünkü hem Selahattin Demirtaş, hem de gönlümüzün “first lady’si” kıymetli ve zarif eşleri Başak Demirtaş ve tabii onların pırıl pırıl evlatları şartlar ne olursa olsun, ne tür vahşi haksızlıklarla, hukuksuzluklarla sınanırlarsa sınansınlar gerek milim bozmadıkları o asil duruşlarıyla, gerekse de giderek sonu yaklaşan bu tahammül edilemez kargaşadan hem Kürt hem de Türk halklarının beraberce muzaffer olarak ayrılacaklarının işaret fişeklerini gökyüzüne ailecek fırlatmalarıyla, her şeyden önemlisi de geleceklerine, geleceğimize dair saçtıkları umut ışıklarıyla haklarında büyük bir keyifle özenerek yazdığım bütün o “Güneyli” kelimelerimi öylesine çok hak ediyorlar ki, Demirtaş ailesinin her bir asil ferdinin kendileri hakkında yazdığım ve bu sebeple de “bebek ağlamalarıyla” sürekli olarak kesintiye uğrayan satırlarımın kıymetli birer özneleriyken, yazılarım bittiğinde bir anda o yazıların gerçek sahibi oluvermelerinin benim açımdan hiçbir şaşırtıcı yönü olmuyor.
Başkanı bırakın. Aksi halde iflah olmayacaksınız, ki olmuyorsunuz da!