Uğur Güney Subaşı: Stalingrad Ateşi

Yazarlar

“Stalingrad artık bir şehir değil. Gündüzleri büyük bir alev bulutu, kör eden bir duman, alevlerin yansımasından ateş almış muazzam bir fırın. Gece bastığında, o sıcak kan dolu gecelerde köpekler Volga’ya dalıyorlar ve diğer yakayı ele geçirmek için çaresizce yüzüyorlar. Stalingrad geceleri onlar için de dehşet verici bir şeydi. Hayvanlar bu cehennemden kaçıyorlar. En sert taşlar bile buna uzun süre dayanamıyor. Sadece insanlar dayanabiliyorlar.”

Gökyüzüne kara bir bulut gibi fütursuzca yerleşen Alman uçaklarından atılan kahredici bombalarla harabe haline dönüşmüş yıkık binalarını kendilerine “kale” haline dönüştürerek şehirlerini ölümüne savunmayı hem kafalarına hem de yüreklerine koyan; kadın, erkek, yaşlı, genç fark etmeksizin ellerinde, avuçlarında ve hatta yüreklerinde kalan her şeylerini kapılarına vahşice dayanmış Wehrmacht askerleri ile kapışmaya, onlara karşı direnmeye harcayan inatçı Stalingrad halkı ile çarpışmak zorunda kalan Panzer Teğmeni Weiner’ın günlüğüne düştüğü bu tarihi çaresizliğini ilk okuduğumda, gerçekten de açıklanması ve tahammül edilebilmesi imkansız olan büyük acılarla sınanan insanoğlunun dayandığına ya da dayanabildiğine ne bu kadim dağların; ne de o dağlardan kopup gelmiş sert bakışlı kuvvetli taşların bile asla dayanamayacağına bir kez daha ikna olmuştum.

Nazar değecek korkusu ile bakmaktan ve hatta gördüğünüz bu ışıltılı mutluluğu ve huzuru kendinize bile anlatmaktan özenle imtina edeceğiniz bu güzel aileyi Stalingrad ateşini aratmayacak o korkunç hukuksuzluk, adaletsizlik ve vicdansızlıkla sınadıklarından, ya da daha doğru bir ifade ile birbirlerinden zorla ayırdıklarından beri kendi büyük çaresizliğimin sessiz dehlizlerine sığınarak orada bu kahrolası haksızlığa karşı direnebilmenin yollarını arıyorum..

Ancak ne yaparsam yapayım, kendimi hangi zor koşullarla acımasızca test edersem edeyim, kıymetli Başak Demirtaş ve sevgili kızları gibi asla direnemiyor, dayanamıyorum.

Direnmeye her çalıştığımda da, köksüz, köhne bir bina gibi kendi üzerime yıkılarak özgürlüklerine hukuksuzca el konulan bu yürek sızılarımızın yıkıntılar arasında kalan o haklı isyanlarını ve çığlıklarını dinlemek durumunda kalıyorum hiçbir şey yapamamanın verdiği o korkunç mahcubiyetler eşliğinde..

Irkçılıkla mezhepçiliğe lehimlenmiş gaddarlığın dinmeyen iştahına göz göre göre esir düşmelerini engelleyemediğim ve engelleyemediğimiz için de, yıkıntılar arasında kalıp can çekişen “insanlığın” Diyarbakır’dan yükselen o yürekleri dağlayan hüzünlü çığlıklarına ya da isyanlarına ortak olacak, el verecek gücü hiçbir şekilde bulamıyorum kendimde.

Belki de bu sebepledir ki, hayvanların bile çaresizce kaçtığı, en sert, en gövdeli taşların bile uzun süre dayanamayıp sadece insanların dayanabildiği o tarihi Stalingrad cehenneminden el emeği göz nuru birer “umut seti” devşirmeye çalışıyorum kendime.

Çünkü ne yaparlarsa yapsınlar, adaleti, hakkı ve hakkaniyeti hangi vicdansızlığın dehlizlerinde hunharca boğazlarsa boğazlasınlar, açıklanması ve tahammül edilebilmesi imkansız olan bu büyük haksızlıklarla sınanmak zorunda bırakılan insanoğlunun (ya da bu güzel ailenin) dayandığına ya da dayanabildiğine, ne bu kadim dağların; ne de o dağlardan kopup gelmiş sert bakışlı kuvvetli taşların bile asla dayanamayacağını çok iyi biliyorum artık.

İlginizi Çekebilir

Hakan Tahmaz: İmamoğlu’nun stratejisi ve fotoğraftaki yansıması
Suna Arev: Dappir’in elleri- 3 

Öne Çıkanlar