Uğur Güney Subaşı: Uyuşmak istiyoruz artık!

Yazarlar

1988-89 sezonunda Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasında büyük başarılara imza atarak çeyrek finale yükselen Galatasaray’ın o turdaki rakibi geride bırakılan sezonun Fransa şampiyonu güçlü Monaco takımı idi..

Monaco’da oynanacak zorlu maç öncesinde Galatasaray’ın ve ülke futbolunun o yıllardaki en formda ve etkili golcüsü Tanju Çolak’a özel olarak önlem almak isteyen Fransızlar; “Tanju nefes alıp verir gibi gol atıyor, ona hiçbir şekilde nefes aldırmamalıyız!” diyorlardı. Ancak müsabaka süresince kendisine karşı alınan tüm sert önlemlere rağmen “nefes almayı” bir şekilde başaran Tanju Çolak, “yetenekli sol ayak” Cevad Prekazi’nin kendisi için hazırladığı “ayak emeği göz nuru” müthiş ortasına doğuştan bir golcüden beklenen usta işi dokunuşuyla daha ilk maç oynanmasına rağmen yarı finalin tüm kapılarını ardına kadar aralamayı başarmıştı.

Tanju Çolak gibi nefes aldıkça gol atan meziyetli, büyük golcüler dönemi ne yazık ki çok gerilerde kaldı artık. Bu özel futbol sanatçılarının yerini “nefes aldıkça” mesleklerine dair evrensel ilkeleri ve gerçekliği her gün yeniden inşa eden ve hatta bununla da yetinmeyerek o gerçekliği işlerine geldiği gibi utanmadan eğip bükebilen meziyetli(!) hukukçularla; onların işvereni konumunda bulunan cari iktidarın necip temsilcileri almış durumda..

Yani bir zamanlar nefes alıp verir gibi kolayca kullanılan Allah vergisi sportif yeteneklerden, kusursuz sol ayaklardan nefes alıp verir gibi hoyratça, pervasızca kullanılan “hukuk ve siyaset vergisi” yeteneklere(!) sessiz sedasız geçmiş durumdayız!.

İşte bu “hukuk vergisi” yeteneklerin en gözde elçileri arasından seçilen bazı adalet dağıtıcılarının, Urfa Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Şenyaşar Ailesi davasında artık herkesin haberdar olduğu o korkunç katlimı tertipleyenlerin birçoğunu ısrarla ve inatla koruma altına alarak siyaset vergisi yeteneklerle 80’lerin “Tanju-Prekazi” uyumunu ya da birlikteliğini aratmayacak derecede kolektif bir işbirliğine gitmiş olmalarını gördükçe, ya da bu utanç verici rezilliğe bir şekilde tanık olmak zorunda kaldıkça, sözde adalet sarayı olarak yapılan o çirkin binanın önüne oturarak değil, adeta yığılarak seslerini, isyanlarını duyurmaya çalışan bir ana oğulun, onlarla benzer acılarla sınanan tüm mazlumların, güçsüzlerin, ezeli ve ebedi kaybedenlerin, kaybetmeleri için tüm devlet imkanlarının seferber edilenlerin hoyratça mahkum edildiği bir ülkede, bir rejimde bütün doğruların, bütün garibanların, bütün yok edilenlerin ve hatta yok sayılanların yerlerinin memleket cezaevleri olduğuna; ve zamanla milletler hapishanesine çevrilen bu lanet ülkede haklı olmanın, hak aramanın yüklenilmesi çok ağır bedelleri olduğuna bir kez daha ikna oldum.

Galatasaray’ın cezası nedeniyle Köln’de oynanan ve bizi o yıllarda ekran başında tarifi imkansız sevinçlere boğan Monaco rövanş maçı sonrasında Avrupa’nın 1 numaralı kupasında gelen yarı final için “ağlamak istiyorum!” diye haykırmıştı o unutulmaz, tarihi maçı anlatan ünlü spiker İlker Yasin..

“Ağlamak istiyorum!” Hatırlıyorum da o vakitlerde çoğunlukla sevinçten ağlanıyordu. Oysa “hukuk ve siyaset vergisi” malum yeteneklerin insanların özgürlükleri ve hatta hayatları üzerinde hoyratça hakimiyet kurdukları günümüzün faşist siyasi ve toplumsal ikliminde bizi inatçı bir gölge gibi takip eden, istiridye gibi üzerimize yapışıp kalan bu karanlık kaderimizden kaçamadığımız için ağlamak istiyoruz artık..

Üstelik sadece ağlamak da değil, zamanla birçoğumuzun, yaşayan ölülere, gözünden yaş eksilmeyen Emine annelere dönüştüğü bu delirmişlik, bu utanmazlık, bu vicdansızlık ikliminde daha fazla “canlı” numarası yapmadan buralardan bir an önce uzaklaşmak, unutmak ve mümkünse de uyuşmak istiyoruz artık.

 

İlginizi Çekebilir

Çayan Okuduci: Devletin Mesajı!
Halil Dalkılıç: Peker û psîkolojî; hêvî çi ye û ji kê ye?

Öne Çıkanlar