Astsubay Yener Soylu’yu ölümden kaçırmak
Umur Hozatlı
Gazeteciliğe başlayalı bir yıl olmuştu. Özgür Gündem’de çalışıyordum. O bir yıl içinde Musa Anter dahil birçok arkadaşımız öldürülmüştü. Devlet, JİTEM ve Hizbullah çeteleri her yerde saldırı halindeydi.
1993’ün Eylül’üydü. Karadeniz bölgesindeki arkadaşlarımız tutuklanmış, gazetenin haber ağı sekteye uğramıştı. Bu yüzden gazete beni Karadeniz’e gönderdi. Gittim. Merkez ofis Samsun’daydı. İHD’liler, bazı devrimci dergi çevreleri ve üniversite öğrencilerinin yardımıyla haber ağı oluşturmaya çalışıyordum.
Yaklaşık bir ay sonra ofisin telefonu çaldı. Arayan bir erkekti ve gizemli konuşuyordu. Çok önemli bir haber vereceğini, haberi Özgür Gündem’den başka gazetenin yayınlayamayacağını, görüşme için Rize’ye gitmem gerektiğini söylüyordu.
Hiçbir ısrarım habere dair en ufak bir bilgi kırıntısı ve kendisinin kim olduğuna bir ipucu vermesini sağlamadı. Samsun’a gelmesini istedim, kesinlikle gelemeyeceğini, Rize dışına çıkamayacağını söyledi. Oldukça esrarengiz bir durumdu. Rize’de buluşma konusunu düşüneceğimi, ertesi gün tekrar aramasını söyledim.
Savaşın en hadsiz zamanlarıydı; hem siyaset hem sivil toplum hem de muhalif basın etkili bir saldırı altındaydı. Kürt gazeteciler her gün ya gözaltına alınıp işkence ediliyor ya silahlı-satırlı saldırıya uğruyor ya da kaçırılıyordu. Bu yüzden esrarengiz buluşma isteğinin tuzak olma ihtimali yüksekti.
Durumu gazeteye bildirdim, “Güvenmiyorsan gitme, risk alma” dediler. Ancak benim gitme niyetim en başta oluşmuştu. Gazetecilik dürtüsüydü bu. Gidecektim. Ama nasıl?
İHD’li arkadaşlar ile devrimci dergi çevrelerindeki arkadaşlarla görüştüm. Rize’de gençlerden oluşan bir ekip kurduk, kalabalık bir yerde görüşecektim ve arkadaşlar etrafa dağılıp tedbir alacaklardı. Planımız hazırdı.
Ertesi gün beklediğim telefon geldi. “Buluşmaya geleceğim” dedim. Adam yer söyledi. “Olmaz” dedim. Şimdi adını hatırlamadığım bir kıraathane seçmiştik, “Orada buluşacağız” dedim. Kabul etti.
Ertesi gün gittim. Buluştuk. 30’lu yaşlarda asker traşlı bir adamdı. Tedirgin ve endişelydi, sürekli etrafı gözetliyor ve diyebilirm ki benden daha çok korkuyordu. Görüşme çok kısa sürdü, uzun kalmak istemedi. Hızla ve kısık sesle astsubay olduğunu, kendisini PKK’nin kaçırdığını, 7 ay sonra serbest bıraktığını, şimdi ise görev yaptığı Rize Jandarma Komutanlığı’ndaki bir binbaşının kendisini öldürülmek istendiğini söyledi.
“Haber yapmamı mı istiyorsunuz?” dedim.
“Hayır, eşim ve iki çocuğum var, bizi yurtdışına çıkar” dedi.
“Ben gazeteciyim, böyle bir şey yapamam” dedim ve gülümsedim. Zira bu nasıl bir oyundu veya şakaydı, adam deli filan mıydı acaba?
Tavrımı anlayınca “Adım Yener Soylu, gazetecisiniz, verdiğim bilgileri araştırın tekrar görüşelim” dedi. “Doğru olsa bile ben gazeteciyim, kaçakçı değilim” gibi şeyler söyledim. O da “Başka bir yolum ve şansım yok, benim ve ailemin tek kurtuluş yolu sizsiniz, gidebileceğim başka bir adres yok” dedi.
Bu cümleler müthiş ağırdı, inanılmaz bir sorumluluk yüklüyordu. Zira işin sonunda ölüm olduğundan bahsediyordu. Böyle olunca gardım düştü. Ardından bir teklifte bulundu; “Kaçışımı organize ederseniz, bütün hikayemi anlatır, öldürülmek istendiğime dair tüm belgeleri veririm, ben yurtdışına çıktıktan sonra yayınlarsınız” dedi. Bu teklif ayrıca gazetecilik türtülerimi canlandırdı ama tuzak olma fikri baskın geliyordu. Buna rağmen “İki gün sonra tekrar arayın” deyip ayrıldım.
Samsun’a dönüp araştırdım. Adamın verdiği bilgilerin tamamı doğruydu. Olay basına yansımıştı ama ben hatırlamıyordum. Nitekim Astsubay Yener Soylu, Şırnak Balveren’de bulunan Gundıke Mele Karakolu Komutanı’yken 20 Kasım 1991’de PKK gerillaları tarafından esir alınmış, Kızılhaç’ın girişimleri sonucu 20 Nisan 1992’de serbest bırakmıştı.
Yine de doyurucu, ikna edici bilgilere ihtiyacım vardı. Örneğin kendisini öldürmek istediğini söylediği binbaşı kimdi? Hemen onu da araştırdım; Rize Jandarma Komutanlığı’nda karşıma üç üst düzey komutan ismi çıktı; Albay Muzaffer Akçam, Binbaşı Ali Şahin, Yüzbaşı Serdar Özcan.
Adamın söylediği binbaşı rütbesi Ali Şahin’e aitti. Öyleyse Ali Şahin kimdi? Onu da araştırdım ve karşıma dehşet verici biri çıktı. Ali Şahin, 1991-92 yıllarında Bingöl’de yüzbaşı rütbesiyle görev yapmış, bölge halkına etmediği zulüm kalmamış biriydi. Ve o tarihte Uluslararası Af Örgütü ile diğer bazı uluslarası insan hakları örgütlerinin de gündemine giren öğretmen Sıddık Bilgin’i bizzat işkenceyle öldüren adamın ta kendisiydi. Bingöl’deki başarılarından sonra binbaşı rütbesiyle Rize İl Jandarma Komutanlığı’na atanmıştı.
Bu bilgilerden sonra hala tuzak ihtimaline dair şüphem olsa da durum ciddiydi. Ali Şahin ismi korkutucuydu. Ya adamın öldürülmek istendiği doğruysa? Büyük bir sorumluluktu, öldürülürse altından kalkamazdım.
İki gün sonra beklediğim telefon geldi. Randevulaştık, bu kez daha az bir tedbirle gittim. Buluştuk. Şüphelerimi tamamen gideremediğimi görünce askeri kimliğini gösterdi. Evet adı Astsubay Yener Soylu’ydu, 1963 Erzurum Şenkaya doğumluydu. Üstüne üstlük Alevi olduğunu söyledi ki bu da orduda başına fena halde belaydı.
Artık birşeyler yapmam gerektiğini düşünüyordum ama içim de rahat değildi, korkuyordum, şüphelerim son bulmuyordu. Derken bir baktım, artık hangi cesaretle nasıl yaptıysam, bir baktım evinin olduğunu söylediği askeri lojmanlardayım. Ki lojmanlara giriş çıkışı bile takip altındaydı.
Çok endişeliydim ama iş işten geçmişti artık, askeri lojmanlardaydım. 3 veya 4 katlı olduğunu tahmin ettiğim bir binaya girdik. Bina askeri soğukluğun timsaliydi. Adam bir dairenin kapısını çaldı. Endişe ve korkum ne olacaksa o kapı açıldığında olacağını söylüyordu. Artık son andı. Ve kapı açıldı.
İnanılmazdı… Kafamda elli çeşit kötü senaryo geçerken bir anda karşımda, çiçek suyundan damıtılmış iki damla gibi iki kız çocuğu, dünyanın en nadide ve güler yüzlü kadınlarından biri olarak anneleri duruyordu. Muazzam güzel bir aileydi. Aslında tüm gergin ve endişeli hallerine rağmen Yener de sıcak kanlı ve pozitif enerjiliydi. “Yener” diye yazdım çünkü artık emindim, o Yener Soylu’ydu.
Çocuklar, babası esirken renkli kalemle güneşli günleri tasvir eden bir resim çizmişlerdi. Bu resim Yener Soylu’nun hem kıvanç kaynağı hem korkusuydu: Ya öldürülürsem?
Artık içimde hiçbir şüphe kalmamıştı. Bu güzel aileye yardım edecektim. Gerçekten hiç unutamadığım o soğuk lojmanlardan en soğuğunun içindeki o sıcacık evdeki misafirperverliğin hatırına bile olsa yardım edecektim.
Ertesi gün İstanbul’a gittim. Gazetenin yönetiminde Gurbetelli Ersöz ile Ferda Çetin vardı. Hiçbirimizin tanığı kaçakçı yoktu elbette. Ama bir yol bulmamız lazımdı. Sorumluluğu Gurbet arkadaş aldı, “Git benden haber bekle” dedi. İki gün sonra Samsun’a döndüm. Heyecanla gelecek haberi bekliyordum.
Ancak o haber gelmeden… Sürekli saldırı altında olduğumuz için ofisten çıkıp habere gittiğim her zaman haber merkezindeki sorumlum Vehbi Ersan’a bilgi verip öyle gidiyordum. O gün takvimler 10 Aralık 1993’ü gösteriyordu, Dünya İnsan Hakları Günü’ydü. Habere çıkacağımı söylemek için gazeteyi aradım. Normalde santraldeki görevli arkadaş cevap veriyordu, ama bu kez muhabir arkadaşlarımızdan Hacer Yıldırım cevap verdi. Arka planda anormal sesler geliyordu. Hacer gazetenin basıldığını, polisin arama ve gözaltı yapmakta olduğunu söyleyip kısık sesle “Büroları da basıyorlar, gerekeni yap” deyip kapattı.
Telefonu kapatıp bürodan hemen çıktım. Çok yakın mesafedeki bir dostun yanına gittim. Gider gitmez büromuzun bulunduğu binadaki çay ocağını aradım, iyi bir çocuk vardı orada, “Abi polisler geldi, seni arıyorlar, sakın gelme” deyip kapattı. Ev sahbini aradım o da aynı şeyi söyledi, polis aynı anda evi de basmıştı.
Barınabileceğim yer kalmaıştı artık. İHD’liler, dergi çevrelerindeki arkadaşlar ile yurtsever öğrenciler de sürekli takip ve gözlem altında oldukları için onlarla da kalamazdım. Kalsam bile hem gazetenin akıbeti belli değildi hem de gözaltına alınmadan Samsun’da gazetecilik yapabilme olanağım yoktu. Ki o zamanlar gözaltına alınmak doğrudan ağır işkence demekti. Dolayısıyla Samsun’dan ayrılmak zorundaydım.
Ancak nasıl gidecektim? Otogardan otobüsle gitmem de riskliydi. Bu yüzden özel araçla çıkmam gerekiyordu. Nitekim dostlarım hemen bir araba ayarladı, Tokat’a gidip oradan İstanbul’a gitmemi önerdiler. Öyle yaptım. Arkadaşlar beni Tokat’a ulaştırdı, oradan otobüsle İstanbul’a gittim.
Böylece Yener Soylu ile bağlantımız kesildi. Çünkü sadece o beni arıyordu, o da ankesörlü telefondan. Bu yüzden gazetedeki tutuklamalar ve diğer saldırıların üzüntüsünün yanında Yener Soylu’ya yardım edemeyişimin üzüntüsü beni bir hamal gibi iki büklüm ediyordu.
Açıkçası her an ölüm haberini bekliyordum. Çünkü evine gittiğim gün elindeki tüm belgeleri, tehdit notlarını göstermiş, astsubay olmasına rağmen acemi bir ere davranılmasından daha kötü davranıldığını, eziyet edildiğini, sürekli aşağılandığını, en ufak bir yanlışında hücreye kapatıldığını, rütbe alması gerekirken verilmediğini ve daha nicelerini anlatmıştı.
Baskı, eziyet, onur kırıcı davranış ve öldürme tehtidi Binbaşı Ali Şahin’le başlamamıştı. Kızılhaç Soylu’yu PKK’den esir protokolüyle aldıktan sonra Türkiye’ye teslim etmişti. Tabi ki “Hoş geldin” deyip görev yerine göndermemişlerdi. Diyarbakır’a götürüp uzun süren işkenceli sorgulardan geçirmişlerdi. Orgeneral Necati Özgen bizaat sorgulamıştı. Temel soru şuydu: PKK neden seni serbest bıraktı? Niye öldürmedi? PKK’lı olmasan bırakmazlardı.”
Sadece bu şüpheyle kendi astsubaylarının hayatını zindana çevirmişlerdi. Bu benim yorumum değil, Yener Soylu’nun kendi gerçeğini anlattığı kısa cümlesiydi. Kaldıki bu resmi bir askeri kanundu. Jandarma Genel Komutanlığı 20 Temmuz 1993’te 1947 sayılı bir iç hizmet genelgesi yayınlamıştı. Şöyle diyordu genelge: “Eşkıyaya karşı yapılan mücadelede yer almayan korkakların tüm meslek hayatlarını etkileyecek şekilde cezalandırılmaları gerekmektedir.”
İşte bu genelgeyle Yener Soylu üzerindeki baskılar daha da artmış, Binbaşı Ali Şahin gibi biri için öldürme dahil herşeyi tamamen mubah kılmıştı. Zaten Ali Şahin Soylu’ya yaptığı eziyet ve öldürme tehditlerinde bu genelgeden ve “eğitim zaiyatı”ndan bahsediyordu. Yani öldürüp “eğitim zaiyatı” diyebilirdi.
Yener Soylu’yu Rize’de sürekli baskı altında tutan sadece Binbaşı Ali Şahin değildi. Yüzbaşı Serdar Özcan da mütemadiyen baskı uyguluyor, oda hapsi cezaları veriyor, kışla dışında bile takip ettiriyordu. Öyle ki, Yener Soylu’yu Rize’nin mafyatik tiplerine dahi tanıtmış, sivil yaşamda gördükleri yerde Soylu’yu taciz ve tehdit ediyorlardı.
Aradan aylar geçti. Yener Soylu’yu, bölgede çalışan gazeteci arkadaşlarımızı düşündüğüm kadar düşünüyordum. Çünkü hayatı risk altındaydı ve ben hala bir şey yapamıyordum.
Ve bir gün, haberden yeni dönmüştüm. Haberi yazarken misafirimin geldiğini söylediler. Aşağı indim. Gözlerim gelenin kim olduğunu ararken bir baktım karşımda Yener Soylu, eşi ve çocukları. Aman Tanrım, inanılmaz bir andı, çok nadir yaşadığım muhteşem sevinçlerimden biriydi. Rize’den çıkmayı nasıl başarmıştı, nasıl gelmişti?
Kısacası benden umudu kesince başka bir yol bulmuş, yurtdışına çıkışı ayarlamış, bir gece yarısı Rize’den çıkmayı başarıp İstanbul’a gelmişti.
Ve Yener Soylu, aylar önce Rize’deki o korkunç ilk buluşmamızda verdiği sözü tutup başından geçen herşeyi detaylı ve belgeli bir şekilde anlattı bana. Hepsini kayıt altına aldım, yazdım. Yener Soylu Avrupa’ya ulaştığında hikayesini Özgür Gündem’de 4 gün süren dizi yazı halinde yayınladık.
Yıl 1995’ti. Avrupa Parlamentosu’nda bir konferans vardı. Özgür Gündem’den Gültan Kışanak katılımcıydı. Çok ses getiren “Kürt sorunu ve insan hakları” konulu bir konferanstı. Yener Soylu konferansın konuşmacılarından biriydi. Konuşması büyük ilgi görmüş, Avrupa basnında manşet olmuştu.
Gültan abla döndüğünde anlattı; Yener Soylu o konferansta kürsüye çıkıp esirlik günlerinde gerillanın kendisine nasıl davrandığını, serbest bırakıldıktan sonra devletin kendisine nasıl davrandığını tek tek anlatınca Türk gazeteciler salonu terk etmişti.
Astsubay Yener Soylu PKK tarafından esir alınan ilk rütbeli askerdi. Esir alınıp güvenli noktaya ulaşıldığında gerllia komutanının yaptığı ilk iş Soylu’ya Cenevre Sözleşmesi’ni okumaktı. Yani astsubay Soylu’yu Cevevre Sözleşmesi kurallarına göre esir tutacaklarını anlatmış, sözleşmeyi harfiyen uygulayacağını söylemişti.
Bu, çok önemli bir noktaydı. Cenevre Sözleşmesi savaş ve insan hakları kapsamındaki en bağlayıcı sözleşmedir. Temeli Antik Çağ’a dayanır. O çağda ortaya konan savaş ve esir hukuku, tarih boyunca güncellenerek günümüze ulaşmış, 1949’da Cenevre’de kapsamı genişletilerek 4 ayrı sözleşme halinde imza altına alınıp dünyaya deklare edilmişti.
Birinci Cenevre Sözleşmesi; savaş halindeki silahlı kuvvetlerin hasta ve yaralılarının tedavi edilmesini sağlayan söleşmedir. İkinci Cenevre Sözleşmesi; silahlı kuvvetlerin denizdeki hasta, yaralı ve kazazedelerin tedavisini sağlayan sözleşme, Üçüncü Cenevre Sözleşmesi; savaş esirlerine yapılacak muameleyi insani kriterlere bağlayan sözleşme, Dördüncü Cenevre Sözleşmesi ise savaş zamanında sivillerin korunmasını sağlayan sözleşmedir.
Gare Dağı saldırısından sonra, Coşkun Kırandi ve Yener Soylu olayını yazmaya karar verdiğimde esir haklarını kapsayan Üçüncü Cenevre Sözleşmesi’ni tekrar okudum. Şunu gösteriyor; bu sözleşme uygulansa hiçbir esirin canı tehlikeye girmez. Çünkü bu sözleşme esirlerin arabuluculuk yöntemiyle tahliye dilmesini önerip çatışma yoluyla tahliye edilmesini yasaklıyor, arabuluculuk görevini Kızılhaç’a veriyor. Nitekim Astsubay Yener Soylu Kızılhaç arabuluculuğuyla serbest bırakılmıştı.
Peki Türkiye Cenevre Sözleşmesi tarafı mı? Sözleşmede imzası var mı? Elbette var. Öyleyse neden 2013’ten bu yana esirlerini almak için Kızılhaç’a başvurmadı? Neden PKK’nin esirlerin bırakılması için yaptığı görüşme çağrılarına cevap vermedi? Devleti yöneten AKP-MHP iktidarı neden esirleri çatışma yöntemiyle kurtarmayı seçti. Neden?
Cenevre Sözleşmesi hükümleri açık. Türkiye, Gare Dağı saldırısıyla tarafı olduğu Cenevre Sözleşmesi’ni alenen çiğnedi. Peki bunun bir yaptırımı var mı? Var. Sözleşmenin tarafları çoğunluğu sağlayarak ültimatom verebilir, Türkiye’yi görüşmeye çağırabilir, ültimatomu sözleşmeden çıkarılmasına kadar vardırabilir.
Peki bu yapıldı mı? Hayır.
İşte sorun da burada zaten. NATO’yu bir kenara bırakıyorum, Avrupa Birliği ile Birleşmiş Milletler’in kurduğu tüm global sistemler, uygulanabilirliği açısından sözleşmeler ve anlaşmalarla imza altına alınmasına rağmen uzun zamandan beri uygulanmıyor. Bu yapılar zamanında global olarak işlettikleri bu sistemleri artık işletmiyor, sadece lokal veya global çıkarları sözkonusu olduğunda işletiyor.
Örneğin siz Avrupa Birliği’nin, Birleşmiş Milletler’in, diğer Cenevre Sözleşmesi taraflarının Türkiye’de yaşanan sayısız insan hakları ihlalini, onlarca katliamı, sivillere yönelik toplu veya tekil onlarca devlet terörünü kınamaktan başka bir şey yaptığını, sözleşmelerden kaynaklanan yaptırım ilkelerini uyguladıklarını gördünüz mü?
Göremezsiniz, göremeyiz.
Çünkü mevcut dünya sistemi çökmüş durumda. Sistemi oluşturan insan hakları ve adalet normları kısmı işlemiyor, işletilmiyor. Bunun artık ciddi şekilde tartışmaya açılması, uygulanabilir yeni bir insani sistem üzerinde çalışılması gerekir. Aksi halde kimse “modern dünya”dan bir şey beklemesin. Her savaş ve her masum ölüm “modern dünya” dediğimiz vahşi kapitalist sistemin istediği sonuçtur. Çünkü vahşizm şiddet ve savaştan beslenir. Özgürlük ve barış onun baş düşmanıdır. Dünyadaki insan hakları ve özgürlükler savunucusu her kişi, kurum, kuruluş, örgüt ve varsa devlet hızla var olan sistemi örgütlü bir şekilde tartışmaya başlamazsa, inanın insanlığın bitişini göreceğiz.