”Sanat, bazen benim için hayatın en güçlü ifade aracı gibi görünür. Diğer zamanlarda ise duygularımı ve düşüncelerimi dışa vurmanın, içsel özgürlüğümü dile getirmenin ve yaratıcı potansiyelimi ortaya koymanın yolu olarak hissederim. Bazen de sanatın sadece estetik bir deneyim olmanın ötesinde olduğunu düşünürüm; insan ruhunun karmaşıklığını, yoğun duygularını, çelişkilerini ve derinliklerini yansıtan bir araçtır…”
Ressam, fotoğraf sanatçısı ve sanat yönetmeni Vahhab Ayhan’ın hayata ve zamana dair sorgulamaları işlediği eserleri hem içsel yakınlığın hem entelektüel anlayışın ve hem de geçmişle şimdi arasındaki anlamlı bağları anımsatıyor.
“Daire ve Dövme” aracılığıyla insana her nesnenin, hatta her çizginin bile kendi içinde bir anlam dünyası olduğunu vurgulayan ve an’ın içinde kalmanın görkemini yansıtan Ayhan ile hayatını ve sanatını konuştuk…
Sanat yolculuğunuz oldukça çeşitlenmiş ve farklı disiplinlerdeki ilgi alanlarınızı birleştirerek farklı projeler üretmişsiniz. Peki, sizi tanımayan biri için kısaca kendinizi nasıl tanımlarsınız? Hangi alanlarda ve nasıl bir sanat pratiğiyle ilgileniyorsunuz?
Çocukluğumdan beri görsel sanatlara, özellikle sinemaya büyük bir ilgim vardı. İlk başta daha çok sinemanın kamera arkası ve üretim tarafına merak salmıştım. Zamanla resim ve fotoğrafa da ilgi duymaya başladım. 2004 yılında Güzel Sanatlar Fakültesi’nde resim eğitimi almaya başladım. 2011’de yüksek lisansımı tamamladım ve “Sinema ve Resim Sanatları Arasındaki Görsel ve Anlamsal İlişkiler” üzerine bir tez yazdım. Bu konuda disiplinler arası bir yaklaşım geliştirmeyi amaçladım. Tez konusu oldukça geniş bir alana yayılıyordu, bazı sebeplerden aceleyle bitirmek zorundaydım. Bu alanlara olan ilgim ve çalışmalarım eksikliğiyle devam etmekte. 2011 yılında, Adıyaman’da “Lokionus’un Anısına” adlı ilk kişisel sergimi açtım. Ardından İstanbul Beyoğlun’da kendi atölyemi kurarak çalışmalarımı sürdürdüm.
Bugüne kadar birçok karma sergiye katıldım. 2024’te kendi imkanlarımla Mardin Çağdaş Sanat Bienali’ne paralel olarak “Genèse-Oluşum” başlıklı bir solo sergi gerçekleştirdim. Sergi metnini Müslüm Yücel yazdı. Aynı dönemde, Fransız şair, çevirmen ve yayıncı Sylvain Cavaillès’in editörlüğünde Kontr Éditions tarafından yayımlanan Genèse-Oluşum adlı iki dilli monografi kitabım Fransa’da yayınlandı. Bu kitap, son dönemdeki işlerimden 27 reprodüksiyon ve 22 sayfa detay içeriyor.
Resim, fotoğraf ve illüstrasyon dışında, sinema sektöründe de sanat yönetmenliği yapıyorum. Mavzer, Yurt, Na Marei ve Edebi Sofralar gibi projelerde sanat yönetmenliği görevini üstlendim. Ayrıca, Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi” kitabının Fransızca baskısı için kapak illüstrasyonu çizdim. Şuan Arşiv Design’de sanat danışmanlığı ve sinema için farklı üretimler yapıyorum ve günümün büyük kısmını atölyemde geçiriyorum, burada üretim ve keşif süreçlerim devam ediyor.
Sanatla ilk tanışmanız çok erken yaşlarda başlamış ve özgün bir biçimde şekillenmiş gibi görünüyor. O dönemde sanatla kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Sanatın hayatınızdaki yeri nasıl gelişti ve bu yolculuk profesyonel anlamda nasıl bir eğitimle devam etti? Ayrıca, eserlerinizin katmanlarında sıkça karşılaştığımız daireler, alışık olduğumuz bir form değil. Bu dairelerin ortaya çıkış hikayesini bizimle paylaşır mısınız?
Sanatla tanışmam çok erken yaşlarda başladı, ama onu profesyonel anlamda derinlemesine keşfetmeye başladığım dönem 2004’te üniversiteye başladığımda oldu. Çocukken sanata olan ilgim, alışılmadık ama bir o kadar da büyülü anlardan beslenirdi. Köyde çeşme kenarında nemli çamurla heykelcikler yapar, telden oyuncak arabalar icat eder, en önemlisi de yazılmamış masallarla beslenen bir hayal dünyasında kaybolurdum. Tüm bunları en çok besleyen ise annemdi ve onun anlatıcı yeteneğiydi. Uzun saatler boyunca annemin masallarına dalar, her sözcüğün içinden yeni bir dünya keşfederdim.
Babamdan çokça söz etmeye gerek yok. O, akşamları sofrada azarlayan biriydi, pek de besleyici bir tarafı yoktu. Annem ise her şeyimizle ilgilenen, güçlü bir karakterdi. Ev işlerinde, örneğin halı yıkama ya da ekmek pişirme gibi günlük işler bize de bir sorumluluk olarak verilirdi. Çünkü yalnızdı ve o işleri yaparak hem bizi hem de kendisini bir arada tutabilirdi.
9-10 yaşlarımda anneme siyah sac üzerinde ekmek pişirmeye başlamıştım. Başlangıçta zor ve sıkıcı bir iş gibi görünse de, zamanla hayatıma dokunan ve hayal gücümü şekillendiren bir deneyime dönüştü. Ekmeği tam kıvamında pişirmek büyük bir titizlik gerektiriyordu; çünkü aksi takdirde, ekmek hızla bozulur, bir hafta içinde küflenir, bir ay dayanamazdı. Ekmeği annemin istediği şekilde pişiriyor olsam da, o yaşta bir çocuğu 5-6 saat boyunca ekmek başında tutmak gerçekten zordu. Çoğu zaman sıkılır, bunalır, hatta kavga ederdim. Ancak bir noktada bu, bir gereklilik olmaktan çıkıp, bir ritüele dönüştü.
Annem, o yaştaki hiperaktif çocuğu başında tutabilmek için masallarını anlatır, ben de ekmek üzerindeki şekillerin dansını hayal ederdim. Siyah sacın daire formu, annemin açtığı daire ekmekler ve ekmeklerin üzerindeki dairesel şekiller etrafında oturup hikayeler dinlemek, bana bir şanstı. O daireler, bana sadece bir şekil değil, içsel, toplumsal ve kültürel anlamlarla derin bir bağ çağrıştırıyordu. O küçük dairelerde hayatın döngüsünü ve evrensel bir anlamı keşfetmeye başladım. Ama buna sebep olan yalnızca daireler değildi; annemin anlattığı yazılmamış masallar ve hikayelerdi. Kimin söylediğini hatırlamıyorum, ancak bir gün “Her kim ki yazılmamış hikayeler duyabiliyorsa, ne mutlu ona” cümlesini okuduğumda, o kişinin tam da ben olduğumu fark ettim. Çok geç fark ettim, ama o an, bir şeyler yerli yerine oturdu.
Öğrenci evimde, Mat Boyama sanatçısı Harrison Ellenshaw’ın Star Wars’un Cloud City sahnesi için yaptığı reaktör afişi odamda asılıydı ve beni çok etkilemişti. O afiş, fırça darbeleriyle yapılmış dairesel bir evrendi. Ancak, ben daha ince çizgilerin peşine düştüm. Fırçanın bıraktığı izlerin ötesine geçmek, daha derin bir anlam yaratmak istiyordum. Bu, bana ekmek pişirirken gördüğüm dairelerden başlayan bir yolculuktu.
Bir gün “Tanrı merkezi her yerde olan ama çerçevesi hiçbir yerde olmayan bir dairedir” şeklinde bir deyişle karşılaştım. Bu söz, daireye olan ilgimi derinleştirdi. Daire, yalnızca evrensel bir geometrik şekil değil, aynı zamanda sonsuzluk ve bütünlük gibi kavramları da içinde barındırıyordu. Bu düşünce, annemin bana ekmek pişirirken anlattığı masallar ve şekillerin örtüşen anlamlarıyla birleşti. O dönemde sorgulamalarım başladı. Bir gün anneme “Anne, Tanrı acıkınca herhalde ilk ekmeği yaratmış, sonra oturup yemiş, biliyorsun tek başına yemek keyifli değil, o da Adem’i sofraya eşlik etsin diye yaratmış. Sonra birlikte oturup ekmeği keyifle yemişler. Peki, sofrayı kim toplayacak demiş ve bunun için de Havva’yı yaratmış. Ama sen hem ekmeği yapansın hem de kaldıransın, bu nasıl iştir?” diye sorularla annemi takılırdım. Tabii, annemin kolundaki kültürel yöntemlerle yapılmış, ama figür olarak kültürel olmayan tayyare dövmesi (deq) ve elindeki daireler de birçok soru sormama yol açmıştı.
Gözümü açtığımda karşılaştığım ilk eser annemin avucundaki dairelerdi. Bu daireler üzerine herkes bir şeyler uyduruyordu, ama benim için onlar, tesadüfi sembollerdi. Kendi anlamımı yüklediğim sembollerdi. Bu daireler, hayatım boyunca izlediğim ve bir türlü tamamlayamadığım bir döngüyü, o küçük, yuvarlak formlarda bulmuş gibiydim.
Sanat sizin için ne ifade ediyor ve bu ifade biçimi nasıl bir evrim geçirdi? Sanatla kurduğunuz ilişki zaman içinde nasıl şekillendi?
Sanat, bazen benim için hayatın en güçlü ifade aracı gibi görünür. Diğer zamanlarda ise duygularımı ve düşüncelerimi dışa vurmanın, içsel özgürlüğümü dile getirmenin ve yaratıcı potansiyelimi ortaya koymanın yolu olarak hissederim. Bazen de sanatın sadece estetik bir deneyim olmanın ötesinde olduğunu düşünürüm; insan ruhunun karmaşıklığını, yoğun duygularını, çelişkilerini ve derinliklerini yansıtan bir araçtır. Sanat, aynı zamanda insanın karanlık yanlarını, bozulmuşluklarını, içsel çatışmalarını ve psikolojik derinliklerini de ortaya koyabilir. İnsan ruhunun yükselme ve düşüş eğilimlerini, toplumun ve bireyin politik yönlerini yansıtan bir ifade biçimi olarak da önemlidir.
Örneğin, “Meleke Tavus” adlı çalışmamda, insan ruhundaki sürekli kanayan, dinmeyen bir yanın varlığını vurgulamak istedim. Burada, tekrar eden acıların ve bu tekrarın getirdiği farkın en belirgin örneği, Ezidilerin giderek yok olmasıdır. Deleuze’ün “dönüşüm” ve “tekrarlama” kavramlarıyla bağdaştırıldığında, her acının, her kaybın bir başka tekrarının başlangıcı olduğu ve bu tekrarın, aynı zamanda bir tür kaybolma ya da silinme sürecine işaret ettiği görülebilir. Belki de bu tekrardaki ‘fark’ kirliliktir. Bu bağlamda, sanat sadece acıyı yansıtmakla kalmaz, o acının dönüşümünü, içsel bir evrimi de ortaya koyar.
Sanat, aynı zamanda bilgi ve algının sınırlarını zorlar, mevcut anlam yapılarını yıkar ve yeni düşünme biçimleriyle formlar yaratır. Bu yüzden sanatın ne olduğunu ya da ne ifade ettiğini kesin bir biçimde tanımlamak mümkün değildir; sanat, zamanla değişen ve evrilen bir olgudur. Çemberin dışına çıktığınızda, içerinin sınırları artık geçerli olmaz. Zamanla o içeriği unutursunuz ve içerinin ötesinde, daha geniş ve özgür bir form alırsınız. Bu, benim için sürekli bir dönüşüm sürecidir; her an evrilen, sınırları aşan veya sınırlarla boğuşan bir hareketin ifadesidir.
Bu dönüşümün temelleri, doğduğum köyün, ben 6 yaşlarındayken baraj altında kalmasıyla atılmıştır. 6 yaşıma kadar köyümle ilgili hatırladıklarım hep belirli belirsizliklerle doludur. İlk zamanlar bu belirsizlik acı vericiydi, çünkü tıpkı herkes gibi, çevremdeki dünyayı net görmek ve her şeyin bir çemberin içinde güvenle şekillenmesini istemiştim. O çemberin sınırları içinde bir güven arayışı vardı. Ancak zamanla, o sabit çemberin dışına çıkmam gerektiğini fark ettim. Artık belirsizlik, değişken ve flu bir forma büründü. Görme biçimim, bir anlamda kontrolüm altına girdi; her şeyin, içinde bulunduğu çerçevenin aslında bir seçim meselesi olduğunu keşfettim. Objektifim manuelleşti; istediğim yeri net ya da flu çekebilirdim.
Bu farkındalık, hem dünyayı hem de sanatımı şekillendiren yeni bir bakış açısı sundu. Belki de bu yüzden, dünyaya ve sanata bakışım böyle şekillendi: Her şeyin bir varlığı, bir izi vardır, ancak hiçbir şey kesin değildir; her şey flu, belirsiz ve geçicidir. Bu belirsizlik, benim için bir engel değil, aksine, sürekli olarak aklımı zorlayan ve anlamın, biçimin ötesine geçmeye yönlendiren bir çağrı olmuştur. Çünkü belirsizliğin içinde, yenilik ve dönüşüm vardır.
Sonuç olarak sanat, benim için sadece bir ifade biçimi değil, bir keşif, bir sınır tanımama ve sürekli evrilen bir dönüşüm süreci olarak var olmayı sürdürür. Sanat, her an yeniden şekillenen, katmanlar arasında bir yolculuk gibidir; her yeni bakış, yeni bir başlangıçtır. Bu süreç, beni sürekli olarak anlamın ve biçimin ötesine geçmeye, belirsizliklerin içinde yenilik aramaya iter.
Sanat üslubunuzu nasıl tanımlıyorsunuz? Teknik ve içerik olarak “Teşizm” dediğiniz bu yaklaşımın arkasındaki düşünsel süreci nasıl şekillendirdiniz? Ayrıca, çalışmalarınızda farklı akımların izlerini nasıl birleştiriyorsunuz ve bunların sizin için anlamı nedir?
Sanat üslubumu içerik ve teknik açısından, ağaçtan yapılan iplik bükme veya örme işlemi olan “teşi” tekniğine dayandırarak tanımlıyorum. Eğer bir -izm’e bağlayacak olursam, buna “Teşizm” diyebilirim. Çalışmalarımda, sabır ve titizlik gerektiren bu teknikle, ince fırçalarla zarif, dikiş ipi gibi çizgilerle tuval üzerine işlemeyi tercih ediyorum. Bu, geleneksel dokuma ürünleri—kilim, halı, cicim gibi—yapım sürecini bir yansıma olarak kullanmama olanak tanıyor. Ancak, benzer bir teknikle, daha soyut ve özgün bir yöntemle, dikey, yatay, çapraz ve verevine çizgilerle “teşi” yapar gibi resimlerimi şekillendiriyorum. Resmetmiyorum, çizgilerle çiziyorum; çiziyorum ki “şey”lerin üzerini katmanlarla örtüp, ilk örttüğümü yok etmeden, her yeni bir çizgiyle bir öncekinin izini silmeden katman ekleyebileyim. Çizgiler, ipliklerdir ve her bir çizgi bir örtü gibi, bir anlamı, bir düşünceyi, bir düşü, bir katmanı ve yaşamı gizler.
Örtmek, Adem ve Havva’dan bu yana insanın koruma ve gizleme arzusudur. Detaylı çizgilerle inşa ettiğim resimlerimde, bu katmanlar arasında hem görünürlük hem de gizlilik arasında bir denge kuruyorum. Bu teknik, doğal bir süreç olarak gelişti ve bugün sanatımı en iyi bu şekilde tanımlayabileceğimi düşünüyorum. Teşizm, yalnızca bir teknik değil, aynı zamanda bir düşünsel süreçtir; katmanlar arasında bir yolculuktur, çıkrıktır.
Bir gün, Eyüp Burç işimi inceledikten sonra “evet, bu bir teşizm” dediğinde, o açıklama bana oldukça keyifli gelmişti. O andan itibaren, bu terimi kullanmamın doğru olduğunu düşünmeye başladım. Bu tanım, teknik sürecimi ve içerik anlayışımı en iyi şekilde anlatan bir kavram haline geldi.
Ancak, çalışmalarımda sadece bir tekniğe veya tek bir akıma bağlı kalmadığımı da belirtmeliyim. Zaman zaman Zero akımının, Op Art’ın, Orfizm’in, Süprematizm’in ve etnik öğelerin izlerini de görüyorum. Tüm bu akımları ve etkileri bir araya getirerek, daha holistik bir yaklaşım geliştirmeyi amaçlıyorum. Ancak sanatımın tam olarak belirli bir akıma veya tanıma ait olduğunu söylemek zordur. Çünkü işlerim, farklı tarzların ve etkilere dair izlerin bir arada buluştuğu bir alandır; bu yüzden tek bir etikete sığdırmak oldukça zorlayıcıdır. Sanatım, daha çok bir arayış, bir birleşim ve sürekli evrilen bir yolculuktur
“Katmanlar” başlıklı son serginizle ilgili bize daha fazla bilgi verir misiniz? Bu sergi, sadece eserlerin teknik ve estetik yönleriyle değil, aynı zamanda entelektüel ve felsefi bir arka plana da sahip gibi görünüyor. Serginin teması, kullanılan malzemeler ve metinle olan etkileşimi hakkında neler söylemek istersiniz?
Katmanlar başlıklı sergimle üçüncü solo sergimi yapmış oluyorum. Skala Galeri’de sanatseverlerle buluştu ve gösterilen yoğun ilgi sonucunda sergi, 8 Şubat tarihine kadar uzatıldı. Sergide toplamda 18 eser yer almakta olup, bu eserler arasında bir video art çalışması, statik bir heykel, keçi kılı ve taşlardan oluşan bir yerleştirme, sürekli kanayan bir resim ve resmin altına yerleştirilmiş antika bir tas bulunmaktadır. Diğer eserler ise tuval üzerine akrilik tablolar olarak yer almaktadır.
Serginin metni, şair ve yazar Müslüm Yücel tarafından kaleme alınmıştır. Yücel ile birlikte, aylar süren bir süreçte eserler üzerine derin tartışmalar gerçekleştirdik. Bu tartışmalar, Lacan, Deleuze, Genette ve Ricœur gibi önemli düşünürlerin metinleri üzerinden şekillendi. Ayrıca, Paradjanov, Askarian, Kurosawa, Jerzy Has, Lynch, Greenaway ve Jodorowsky gibi yönetmenlerin sinematik evrenleri de bu tartışmalara dahil oldu. Bu yoğun entelektüel etkileşim, sergi metninin dilinde kendini güçlü bir şekilde gösterdi. Sergi metni, izleyiciye her bir eserin ne anlatmaya çalıştığını doğrudan sorgulatmak yerine, bir bütünlük içinde ve etkileyici bir üslupla yazıldı. Bu benim için serginin en keyifli yanlarından biri oldu; çünkü sanatın, yalnızca anlaşılmak için değil, izleyiciyi sorgulamaya ve düşünmeye sevk etmek için var olduğuna inanıyorum.
Sergimin teması, katmanlar üzerinden şekillenen ve palimsest benzeri bir görsel dil inşa etmek üzerine kuruludur. Buradaki palimsest kavramı, bir yüzeydeki eski yazıların silinip üzerine yeni yazılar yazılması gibi, benim eserimde de her bir çizginin, öncekinin üstüne eklenerek var olmasını sağlar. Bu süreç, ilk çizgilerin hala görünür olmasını sağlayarak katmanlar arası sürekli bir dönüşüm ve yeniden yazım süreci yaratır. Her bir eser, farklı katmanlar arasında bir anlatı kurarak, imgelerin ve malzemelerin derinlikli bir bütünlük içinde birleşmesini amaçlamaktadır. Bununla birlikte, “Fark Tekrarın Neresinde ve tekrar edenden farkı çıkarırsak geriye kalan nedir?” sorusuyla yola çıktım. Bu tür kavramlar üzerine yapılan tartışmalar genellikle endüstriyel üretim süreçleri, mikro ve makro farklar ve aynalamalar üzerine yoğunlaşır. Ancak bu tür tebliğlerin genellikle “fark”tan çok, tekrar üzerine yoğunlaştığını gözlemliyorum. Bu noktada şunu soruyorum: Tebliğ ettiniz, ancak ya tebyin? Temsil nerede? Eğer tahkiye etmiyorsanız, neyi temsil ediyorsunuz? Çünkü, çoğu zaman tebyin yalnızca tebliğdeki tekrarlarla sınırlıdır, bu nedenle tebliğcileri anlamakta zorlanıyorum. Buradaki eksiklik, temsilin ve tahkiye etmenin yokluğudur.
Sergimdeki video art çalışması, bu katmanların detaylarını ve ince dokularını izleyiciyle paylaşarak görsel ve duygusal bir etkileşim yaratmayı amaçlar. Taşlar ve keçi kılı gibi organik malzemelerle yapılan yerleştirmeler ise izleyiciyi farklı anlamlar ve algılar arasında gezdirir ve her katmanın içinde yeni anlamlar keşfetmelerini sağlar. Sürekli kanayan ve tekrar eden resim ise, zamanın ve dönüşümün izlerini taşır; geçmiş ile bugünün katmanlarını birleştirerek izleyiciye zamanın sürekli akışı içinde bir duraklama ve düşünme fırsatı sunar.
Orta alanda yer alan, dokunulduğunda hareket eden heykelim ise izleyiciyi bir analepsis (geriye dönüş) ile çocukluğuna, geçmişine götürmeyi hedefler. Çocukken oynadığımız bir oyuncağın sanat nesnesine dönüşmesi, geçmişle bağlantılı bir temayı yansıtarak, geçmişin ve şimdinin arasındaki o ince ama güçlü bağları simgeler. Bu bağda, kirman/teşi formunu da görmek mümkündür. İki farklı zaman dilimi ve kültürel bağlam arasında kurduğum bu bağ, serginin genel konseptiyle derin bir örtüşüm sağlar.
Türkiye sanat ortamında gördüğünüz en önemli sorunlar nelerdir? Bu sorunların, sanatçılar üzerindeki etkileri ve sanatın özgürce üretilebilmesi için hangi değişikliklerin yapılması gerektiği konusunda düşünceleriniz nelerdir?
Türkiye sanat ortamında en önemli sorunlardan biri, sanatçıların özgürce ifade edebileceği alanların ve fırsatların ciddi şekilde kısıtlı olmasıdır. Mevcut sanat ortamının büyük bir kısmı, belirli tekellerin ve ağların elinde şekilleniyor. “Bağımsız sanatçılara destek veriyoruz” diyen pek çok kurum veya organizasyon, aslında yalnızca anlaşabildikleri, iyi geçinebildikleri sanatçılarla sınırlı bir ağ kuruyor ve bu da pazarın belirli isimler üzerinden döngüsünü sürdürüyor. Bu durum, sanatçılar için oldukça engelleyici çünkü sanatı, yaratıcı özgürlüğü ve başarıyı sadece başkalarıyla “iyi geçinmeye” dayalı ilişkiler üzerinden tanımlamak, sanatsal bir özgürlüğü körelten bir mekanizma oluşturuyor. Birçok sanatçı, “bana da sıra gelir mi” endişesiyle suskun kalıyor, kendini pasif bir konumda buluyor.
Ben, yıllardır küratöryelsiz bir şekilde, kendi imkanlarımla yol alıyorum ve şimdilik bu süreci keyif alarak sürdürüyorum. Ancak, Türkiye’deki sanat piyasasında hâlâ ürün ile eser arasındaki farkın tam olarak anlaşılmadığını düşünüyorum. Ben eser üretiyorum ve bu eserin, bir ürün veya fason üretime dönüşmemesi için her zaman özen gösteriyorum. Türkiye’de sanatın üretiminden çok, sanatın “ticari” değerinin ve pazara dönük yönünün ön plana çıkması, yaratıcı özgürlüğü ve derinliği engelliyor. Bu yüzden, sanatçı olarak başarıyı sadece “iyi geçinmek” ve sistemin içinde belirli figürlerle ilişki kurmak üzerine kurmamalıyız. Gelecekte, kimseyle böyle ilişkiler kurmak zorunda kalmak istemiyorum.
Son dönemde, küratörlerin etrafında dönen sanatçıları görmek beni ciddi şekilde rahatsız ediyor. Bu durum, sanatçının yaratıcı gücünden ve özgünlüğünden ödün vermesine neden oluyor. Oysa sanatçılar, yaratıcı potansiyelleriyle küratörlerin kapısında duracak kişilerdir; küratörler ise sanatçılara değer katmalıdır, sanatçılar onlara değil. Bu ilişkiyi tersine çevirmek, sanat dünyasında sağlıklı bir denge kurmaktan çok, sanatçının özgürlüğünü kısıtlamak anlamına geliyor.
Yıllardır küratörlük yapanları izliyorum ama genellikle sergilerine gelenler aynı kişiler. Yeni yüzler görmek neredeyse imkansız hale geldi. Sanki bir cast ajansından seçilmiş gibiler, sabah programlarında gördüğümüz, nerede alkışlayacaklarını, nerede güleceklerini, nerede eleştirileceklerini ezberlemiş, programdan programa koşturan günlük kaşeye çalışan figüranlar gibi bir kitle oluşturulmuş. Bu yapının ötesine geçmek neredeyse imkansız. Bazen bu durumu kırmak adına karma sergiler düzenleseler de, yine aynı çevre ve yüzler sürekli olarak ön planda. Bunun, sanatın özgür ve yaratıcı ruhuna ters düştüğünü düşünüyorum.
Buna rağmen, sanatçılar hâlâ bu tür küratörlere değer katmaya çalışıyorlar. Oysa aslında, sanatçılar kendi yaratıcı potansiyelleriyle öne çıkmalı ve küratörler de onlara bu süreçte yardımcı olmalı, onlara değer katmalıdır. Ancak ancak böylece, ülkenin sanat dünyasında gerçekten bir şeylerin değişmesi mümkün olur.
Sanatın sadece ticari bir meta olarak görülmesi, sanatçının özgürleşme alanını daraltırken, halkla buluşma noktasında da büyük bir eksiklik yaratıyor. Sanatçılar, özgürce ve bağımsız bir şekilde üretim yapabilmek için daha fazla kaynak ve fırsat sağlanması gerektiğini düşünüyorum. Bu süreç, sanatın gerçek değerini anlamak ve desteklemek için kritik bir adım olacaktır.
Gelecekte neler yapmak istiyorsunuz? Plan, proje ve hayalleriniz nedir, paylaşır mısınız?
Gelecekteki projelerimi gerçekleştirebilmek için, konfor alanımın sınırlarını ne kadar zorlayabileceğimi sorguluyorum. Sanat, her zaman bana yeni sorular sorduran, insanı hem fiziksel hem de zihinsel olarak zorlayan bir alan oldu. Bu nedenle, sanatsal ifadelerimi daha geniş bir platformda paylaşabilmek için uluslararası sergiler ve işbirlikleri aracılığıyla sanatımı daha geniş kitlelere sunma hedefim var. Bir sanatçı olarak, yalnızca yerel bağlamda değil, aynı zamanda küresel anlamda da sanatımı ifade etmenin yollarını arayacağım.
Aynı zamanda, fotoğraf, sinema ve sanat yönetmenliği gibi disiplinlerde de üretim yapmayı planlıyorum. Bu alanlarda çalışarak, görsel anlatım dilimi daha da derinleştirip, disiplinler arası bir etkileşim yaratmayı arzuluyorum. Her yeni disiplin, bana farklı bir bakış açısı ve yaratıcı bir meydan okuma sunuyor. Sinema ve fotoğraf gibi zamanla şekillenen ve izleyiciye farklı deneyimler sunan mecralarda da işler üretmek, sanatımın çok katmanlı yapısını daha da güçlendirecektir.
Son dönemde şiire olan ilgim arttı. Şiir, görsel sanatlarla buluştuğunda soyut düşüncelerin derinleştiğini ve duygusal katmanların daha belirgin hale geldiğini düşünüyorum. Bu yüzden, şiirle sanatım arasında daha fazla etkileşim kurmak istiyorum.
“Ölü Evi” (Bir attır, bir aşağı bir yukarı koşar) adlı çalışmamda, Müslüm Yücel ile bir tesadüf sonucu Aslıhan Pasajı’nda kitap bakarken başlayan bir sohbetin izlerini taşıdım. Yücel’in Ölü Evi adlı kitabındaki Atın Ölümü şiirinden ödünç aldığım bir dize, görsel anlatımımda bir metafor olarak hayat buldu. Şiir ve resim arasındaki bu diyalog, izleyiciyi hem görsel hem de metinsel bir deneyime davet ediyor. Bu buluşmanın etkisiyle, şiir ve görsel sanatların birleşimi üzerine derinleşmeyi, bu alanda daha fazla keşif yapmayı arzuluyorum. Şiir ve görsel sanatlar arasındaki bu işbirliği, benim sanatımda sürekli bir evrim süreci yaratıyor…
( Nûpel / Kültür- Sanat)