Yado Ciwan: Bir ‘Murad’ımız vardı..!

Yazarlar

İlkay Akkaya:  “90’lar benim için Murat Özsat demek, Gaziantep’te gözaltına alınıp, cesedinin yanmış olarak bir top sahasında bulunması demek.” (Twitter paylaşımı, 2012). 

1989 yılının ağustos sonu ya da eylül başı olmalı. O yılın üniversite sınav sonuçları henüz yeni gazetelerde neşredilmişti. Ben de son tercihim olan Gaziantep Üniversitesi Gıda Mühendisliği bölümünü kazanmıştım. ODTÜ’ye bağlı bir yerleşke olan ve ingilizce eğitim veren bu okul, yine o yıl kendi başına bir üniversite olarak bağımsızlığını ilan etmişti. 

Biz liseyi yeni bitiren arkadaş grubunun takıldıkları kafelerden biri de Dağkapı’daki Huzur Çay Bahçesi’ydi. Surların dibindeki onlarca kafeden biriydi. Üniversiteye hazırlık yaparken de bu kafeye uğrar ve sınav kitapçıklarından sorular çözerdik. Yeni arkadaşlar edinirdik. Bir keresinde çözümü konusunda anlaşamadığımız bir soruyu genelde kafenin sakin ve kalabalıktan uzak masalarının birinde kitap ve şiirlerini yazan Yılmaz Odabaşı’na gidip sormuştuk. Ortak arkadaşların tanıdıkları, selamlaştıkları öğrenciler ve üniversite adaylarıyla tanışma imkanı olurdu. Böylesi bir tanışmada onu ilk sefer görmüştüm. Kısa boylu, güleryüzlü, sevimli, dost ve sohbet canlısı bir izlenim bırakmıştı bende. Adı Murat’tı, Murat Özsat. 

Sohbet esnasında daha yeni girilen üniversite sınavı sorularının zorluğu/kolaylığı konusu konuşulurken, onun da benimle aynı üniversiteyi kazandığını öğrenecektim. İnşaat Mühendisliği bölümünü kazanmıştı. Birbirimizi tanıdığımıza sevinmiş, bir iki ay sonra Antep’te üniversitede buluşmak temennisiyle ayrılmıştık. 

Eylül ayında üniversitede tekrar biraraya geldik. 30-40 civarında yurtsever öğrenci vardı. Bunun yanında, ülkücü ve dinci öğrenci grupların bayağı örgütlü olduğu bir dönemdi. Diyarbakırlılar grubu genelde beraber takılırdı. Bazıları politik, bazılarıysa hemşericilik ilişkileri kapsamında beraber hareket ederlerdi. Murat’ta genelde bu gruplarla zamanını geçirirdi. Bir keresinde, Türk solundan öğrenciler  üniversiteye ‘Hakkari’de Bir Mevsim’ filmini getirdiklerinde beraber izlemeye gitmiştik. 1990 Newroz’unu da yine bu üniveritede beraber kutlamıştık. Haftasonları da çoğu zaman şehir merkezine giderdik. Kimi zaman Antep hamamlarına, kimi zaman yurtseverlerin takıldığı Şark Kıraathanesi’ne, kimi zamanda lahmacun, kebap ve Güllüoğlu baklavaları yemek için şehre inerdik. Birkaç ay sonra, biz 4 arkadaş ev tutup öğrenci yurdundan ayrılıp şehir merkezinde ev tuttuktan sonra Muratlar yurtta kalmaya devam ettiler.  

 

Biz şehir merkezinde yer alan Atatürk heykelinin konumlandırıldığı Cumhuriyet Meydanı’ndaki sokaklardan birine açılan eski bir Antep evin’de kalıyorduk. Bir gün, ‘Kurtululş Savaşı’ndan kalma yaşlı ev sahibimiz Ali Rıza Bey, kirasını almaya gelirken, kapı önünde sohbet ettik. Bize; ”Çocuklar ben İsmet Paşa’cıydım, İsmet Paşa, Atatürk’e ‘Mustafacık’ derdi yaaa!!.” diye anlatırdı. Bizim derdimiz başkaydı. ”Ali Rıza amca, bu Antep’te bir tepe var. Ona eskiden ‘Kürt Tepesi’ diyorlarmış, şimdi adını ‘Türk Tepesi’ yapmışlar. Bu durumdan haberin var mı? diye sorduk. O da ”Boşverin bu tür şeyleri, kiramı verin de gideyim” diye bizi azarlama eğilimindeydi.  

 

Murat ile üniversitenin kampüsü ve geniş bahçesinde karşılaşırdık bazen. İlk yılımız hazırlık sınıfıydı ve iyi derecede ingilizce bildiği için öğretmeni onu derse girmekten muaf tutmuştu. Bir keresinde bize gittiği ‘Rainman’ filmini övmüştü. Çoğu zaman sigarası elindeydi. Yurtseverlik konuları konuşulurken daha bir heyecan ve dikkatle dinlerdi. Bu konuda elinden ne gelirse yapmaya hazır bir izlenim verirdi bize.   

Bazen bize özelini, kendi hayat hikayesini de anlatırdı. Babası, zamanında Diyarbakır’da polismiş. Birgün, Diyarbakır’ın Çınar kasabasında yaşayan annesinin vefat haberini alır alır almaz bir arabaya atlayıp son hızla Çınar’a doğru yola çıkmış. Yolda trafik kazası yapan babası kaldırıldığı hastanede bir süre sonra hayatını kaybeder. Babanın ölümünden sonra, anne tekrar evlenince  ilişkileri kalmaz; bunun üzerine Murad’ın dedesi 3 kardeşiyle birlikte onları Diyarbakır’daki yetiştirme ve çocuk esirgeme yurtlarına yerleştirir. Bir yakınından yeni edindiğim bilgilere göre; Murat, daha sonraki yıllarda  kızkardeşini bir hastalıktan dolayı yitirir ve hayatta olan diğer iki erkek kardeşten biri inşaat diğeri de muhasebecilik alanında çalışıp halen Diyarbakır’da yaşamaktalar. 

Murat, ortaokul ve liseyi yurtlarda kalarak okur. Zeki bir öğrenci olmasına rağmen, Diyarbakır Lisesi’nde okuduğu zamanlarda birçok kez okuldan kaçar. Müdür Muavini Afif Gümüşçü, velisi durumundaki dayısını defalarca okula çağırıp durumdan haber eder. Okul dışındaki zamanlarında ise, Diyarbakır’daki Pirinçlik Hava Üssü’nde kalıp haftasonu iznini kullanan Amerikalı askerlere ve şehre gelen turistlere takıla takıla hem kendine harçlık biriktirirmiş hem de ingilizcesini bayağı geliştirmiş. Bu ilişkilerden dolayı bir defasında 6 aylığına Amerika’ya da gittiğini anlatmıştı bana.      

 Antep’te beraber okuduğumuz dönemde, bizimle daha özel bilgilerini de paylaşırdı. Yetiştirme yurtlarında büyüdüğü için; hem rektörlük hem de polis ayrı ayrı onu yurtsever öğrencilerin neler yaptıkları konusunda ihbar etmesi için muhbirliğe zorlamışlar, defalarca rahatsız etmişler. Bizzat rektörün onu odasına çağırarak bunu kendisinden ısrarlı bir şekilde talep ettiğini anlatırdı. Birkaç kez de sivil polislerin kendilerine çalışması için bu yönlü talep ve baskılarını yaşadığını belirtmişti. Hatta, bir keresinde onu yine bir polis dolmuşuna zorla bindirerek ta Gavur Dağı’na kadar götürdüklerini ve ajanlaştırılması konusunda ciddi bir tehdit ve baskı uyguladıklarını anlatmıştı.  

Bunları bizlere anlatmasına rağmen, bazı arkadaşların; ”Yetiştirme yurtlarında büyümüş, babası da polismiş, ne olur ne olmaz dikkatli olalım, polise çalışıyor olabilir, yanında özel yurtseverlik konularına girmeyelim” şeklinde uyarıları oluyordu. Her ne kadar belli ettirmesekte, bu şüphe ne yazık ki ona yer yer mesafeli davranmamıza sebep oluyordu.   

1991 yılının mart ayında benim bir sebeple üniversite ile olan bağım koptu ve Amed’e geri döndüm. Aradan aylar geçmişti. Aynı senenin kasım ayı sonuna doğru bir gün, Dağkapı’daki bir gazete bayisinde, ‘Diyarbakır Söz’ gazetesinin manşetinde, o hazin haber ile karşılaştım. ”Gaziantep Üniversitesi öğrencisi olan Murat Özsat’ın kayıp olduktan birkaç gün sonra yakılmış cesedi bulundu” şeklinde bir haberdi. Gazeteyi alıp okurken gözyaşlarıma hakim olamadım. Olayın nasıl geliştiğine ilişkin pek bir detay yoktu haberde. 

Bu hazin olayı yazarken, isimlerinin yazılmasını istemeyen Murad’ın aile çevresinden biri ve o dönem yakın arkadaşı olan bir öğrenci ile konuşup bazı bilgiler edindim. Buna göre;

1991 yılına gelindiğinde, şehir ve üniversite sindirilmiş ve suskundu.  Örgütün Antep’e ilişkin o dönemki politikası şehirde kitleselleşmeye zemin olabilecek bir çalışmanın yapılabilmesi yönündeydi. 80 öncesi önemli PKK kadrolarının faaliyet yürüttüğü ve taraftar kazandığı bu şehirde, geçmiş kazanımların daha da geliştirilerek dönemin ruhuna ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir konum ve duyarlılığa evrilmesi şeklinde bir yaklaşımdan yanaydı. O nedenle gerillaya katılmak isteyen üniversite öğrencilerine şehir çalışmalarının daha önemli olduğu ve oradaki mücadeleyi geliştirmeleri yönünde tavsiyeleri oluyordu.

Bu yaklaşımı dikkate alan bazı yurtsever öğrenciler, öğrenciliği ikinci plana atıp bu yönlü faaliyet ve eylemsellikler için kollarını sıvadılar. Birkaç aylık kısa bir süre içinde, örgütlenmelerini güçlendirip hem üniversitede hem de şehirdeki yurtsever taban ile birtakım eylemsellikler içerisine girdiler. Bunu gören üniversite rektörlüğü ve Antep Emniyeti, Murat’ı son kez kendilerine çalışmaları için baskı uygularlar. Murat ile rektörlük ofisinde yapılan görüşmede bu sefer polisler de yer alır. Baskı ve tehdidin işe yaramadığını gördüklerinde, en son şu teklifi sunarlar. ”Bize sadece 1 sene çalış, sana parasal yardım da yaparız. Sonra istediğin üniversiteye kaydını da aldırırız” diyerek son defa uyarırlar. Ancak Murat bu teklifleri birkez daha reddeder. 

Sonraki günlerin birinde 5-10 kişilik yurtsever bir öğrenci grubu, üniversitenin girişinde yüzlerce ülkücünün organize bir saldırısına uğrar. Çoğu üniversite öğrencisi olmayıp başka yerlerden getirilen ülkücüler buna rağmen hezimete uğrarlar. Birbirlerine bıçaklarla saldırırlar. Yurtsever öğrencilerden ikisi bıçak yarası alır, ülkücülerden ise 25 kişi yaralanır. Emniyet, ne olaya müdahale eder ve ne de bu olay hakkında bir dava veya soruşturma açar. Olayın akabinden sonra, yurtsever öğrenciler bu organize saldırıyı protesto etmek için gücünü toplayıp 3 gün boyunca üniversiteyi giriş çıkışlara kapatırlar. Bu eylemler hem şehirde hem de diğer üniversitelerde bayağı ses getirir. Olaydan sonra devreye giren rektörlük, üniversiteli ülkücü öğrenci liderleri ile olaya karışan yurtsever öğrencilerden birkaçını kendi odasında buluşturup barışmalarını sağlar.    

Antep Üniversitesi’nde birkaç yurtsever öğrencinin öncülük ettiği bu kararlı tutum, kısa sürede meyvelerini verecek ve şehirde 3-5 bine varan kalabalıklar birtakım kitlesel gösteriler yapacak bir aşamaya geçerler. Öğrenciler, üniversiteyi ikinci plana atıp şehirdeki yurtsever kitleyi hareketlendirmek ve örgütlülüğü geliştirmek için bütün enerjilerini bu sahaya aktarırlar. Çixsorik, Karşıyaka ve Kayaönü gibi semtlerde halkla birarada olup birtakım etkinlikler organize ederler. HEP il binası bu eylemsellik ve buluşmaların bir merkezi durumuna gelmiştir artık. Murat ta bütün bu olayların merkezinde yer alır.  

Aynı yılın kasım ayına yaklaşıldığında başkanlığını Abdulsamet Sakık’ın yaptığı HEP il binası artık kalabalık ziyaretçi gruplarını ağırlamaktadır. İHD Antep il başkanlığını da Akın Birdal yapmaktadır. O günlerde Kürdistan’da köy yakmalar ve baskıları protesto etmek için HEP il binasında dönüşümlü bir açlık grevi eylemi sürmektedir. Bu eyleme destek amaçlı greve katılanlardan biri de Murat Özsat’tır.   

3-4 gün Murat’tan haber alamayan arkadaşları, İHD merkezi üzerinden emniyet müdürlüğünü arar, kendileri tarafından alınıp alınmadığını sorarlar. Emniyet, kendilerinde olduğunu kabul eder. Fakat aradan 10 gün geçmesine rağmen Murat’tan herhangi bir haber alınamamaktadır. Öğrenci arkadaşları Murat’ın durumundan endişelenerek atağa geçerler. Tekrar aranan Emniyet Müdürlüğü bu sefer Murat Özsat isimli birinin kendilerinde olmadığını söyler.

Durum giderek kritik bir hal almaktadır. Arkadaşları, gözaltında yeni bir kaybettirme endişesi taşımaktalar. Emniyetin daha önce kabul edip sonradan inkar etmesi üzerine harekete geçerler. Murat hakında sağlıklı bir bilgi almak için 100 kişilik bir grup, Cumhuriyet Meydanı ve Emniyet Müdürlüğü önünde eylem yaparlar. Molotoflu korsan eylemler buna eklenir. Sonuç alamayan yurtsever öğrenciler, Murat’tan bir haber almazlarsa Antep’ten Ankara’ya kadar yürüyüşe geçeceklerini bildirirler. Amerikanın Sesi Radyosu, BBC gibi yayınlar bu konuda haber yaparlar. Murad’ın kaybolması üzerinden 12 gün geçmiştir. 

Olayın büyümesi üzerine, Emniyet, İHD’yi arar ve birkaç gün önce akli dengesi yerinde olmadığı düşünülen bir gencin kendini yakmak sureti ile intihar etmiş olabileceğini, bunu gören bir kadının emniyeti haberdar etmesi üzerine, olay yerine intikal edildiğini, bir erkek cenazesi ile karşılaştıklarını, herhangi bir kimlik ve isim bilgisine ulaşamadıkları için de cenazeyi ‘Düllükbaba Kimsesizler Mezarlığına’ defnettiklerini belirtirler.    

Bunun üzerine harekete geçen HEP milletvekilleri Ali Yiğit ve Leyla Zana, İHD heyeti ve arkadaşlarından oluşan bir grup mezarı açıtırırlar ve vefat nedenini anlamak için otopsi isteğinde bulunurlar. Aralarında Dr.Mevlüt İlik’in de bulunduğu bir heyetin dikkat ve ısrarı neticesinde çıkan otopsi raporunda; fazla dozda elektrik verildiği için kalbinin durduğu ve ölümün bu şekilde gerçekleştiği ancak daha sonra da tanınmaması için cenazesinin yakıldığı şeklinde bir sonuca ulaşılır.  

Bu sonucun ortaya çıkması üzerine HEP milletvekili Ali Yiğit olayı mecliste gündeme getirir ve araştırılması için bir soru önergesi verdiyse de bir sonuç çıkmaz. 

Dönemin HEP milletvekilleri, İHD ve öğrenci arkadaşlarının girişimleriyle Amed’e getirilen cenazenin, önce Amed’in Dağkapı’daki HEP binası önünde biriken binlerce yurtsever ile buluşturulması ve kitlesel bir uğurlama planlanmış olmasına rağmen bu girişim polis tarafından engellenir. Antep’ten Amed’e cenaze ile birlikte gelen 2 otobüs dolusu öğrenciye polis eşlik etmekte ve Dağkapı’daki kitleyle buluşmaları engellenir. Sınırla sayıda insanın katılacağı bir cenaze töreni için ellerinden geleni yapmışlardır. 

Murad’ın cenazesi defnedildikten hemen sonra Antep Üniversitesi’nden yaklaşık 15 öğrenci gerilla saflarına katılır. Çok geçmeden de ne yazık ki bunlardan 12’i şehadete ulaşır.    

Sonradan edindiğim duyum ve bilgilere göre; Murat, 23 Kasım 1991 tarihinde, HEP Antep binası çıkışında bir sivil polis aracına zorla bindirililip götürüldükten sonra büyük ihtimalle Antep Emniyeti’nin karanlık odalarında sorguya alınmış,  o güzel kalbi bu acılara ve işkencelere dayanamamış ve hayatını kaybetmişti. Kimbilir neler yaşamıştı o sorguda. İşkencecilerinden başka bir bilen yoktu. O alçak adamlar bununla da yetinmemiş, aziz naaşını yakmış, bu yola girecek olanlara unutamayacakları bir ders vermek için cesedini yakıp, ötekiler de görsünler ve hiç kimse benzeri bir yola heves etmesin diye görünür bir yere atmışlardı. Murad’ın yanmış naaşı, kalın camlı gözlüklerinden ve kol saatinden arkadaşları tarafından teşhis edilmişti. Akrabaları da polis tarafından aranmış ve ‘kendini yakmak suretiyle intihar etmiş’ şeklinde haberdar etmişlerdi.  

Bunun üzerine HEP milletvekileri ve İHD’den bir heyet Antep’e gidip incelemelerde bulunduktan sonra naaşının Diyarbakır’a getirilmesine karar verilmişti.  

Cenaze Amed’e gelmeden bir gün önce, ben de 4 ayaklı minarenin hemen aşağısında evleri olan Yılmaz diye bir arkadaşımda gecelemiştim. Ben sabah kalkıp evden çıktıktan sonra Balıklıçılarbaşı kavşağına varınca; trafiğin tıkandığı, polislerin yönlendirdiği bir sürü vasıtanın biriktiğini farkettim. Yolun karşı tarafına geçmeye çalışırken bekletilen otobüslerden birindeki yolcular dikkatimi çekti. İçindekiler, Antep’teki üniversite arkadaşlarımdı. Murad’ın cenazesi için gelmiş olmalılar diye otobüse yöneldim. Bekletilen ve henüz yol verilmeyen otobüse doğru gidip kapısına vurdum. İçeriden beni tanıyan arkadaşlar da şoföre kapıyı aç deyince içeri geçtim. Selamlaştıktan bir müddet sonra  polis te yol verince, beraber Mardinkapı Mezarlığı’na doğru yola çıktık.

Kimsenin dışarıdan cenaze törenine katılmaması için şehirde ciddi güvenlilk tedbirleri alınmıştı.  Sessiz, sedasız ve küçük bir kitleyle defin işlemini yapmamız için ellerinden geleni yapmışlardı. Antep’ten gelen üniversite arkadaşları ve HEP milletvekilleri dışında, şehirden 3-5 yurtsever genç ancak mezarlıkta bize katılmayı başarmışlardı. 

Otobüsle Mardinkapı Mezarlığı’na vardığımızda, giriş bölümünde mezarlık görevlileriyle konuşulurken özel harekat timleri elleri tetikte ve tahrik eden yüz ifadeleriyle bizi çembere aldılar. Bu tahrik karşısında biz Murad’ın arkadaşları sloganlar atmaya başladık ve tepki gösterdik. Bunun üzerine HEP milletvekilerinden Hatip Dicle; ”Arkadaşlar polis telsizinden duydum, bizi tarayacaklar, lütfen slogan atmayın” şeklinde bir uyarıda bulunduysa da pek dinleyen olmadı.

Biz mezarlığın iç kısımlarına gidip Murad’ın cenazesini defnettikten sonra, HEP Diyarbakır il başkanı olan Hüseyin Turhallı bize cesaret ve moral veren bir konuşma yaptı. Vedat Aydın’ın aynı yılın temmuz ayında katledilmesinden sonra, Diyarbakır HEP il teşkilatı hiyerarşisi içinde bu görevi devralması gerekenler çekinmiş ve bayrağı Hüseyin Turhallı devralmıştı. Turhallı, etrafımızı saran özel harekat timlerinin de duyabileceği bir şekilde; ”Dostlarımız ve düşmanlarımız bilsinler ki bizler devrimciyiz ve ölümden de korkmuyoruz…..” diyerek adeta meydan okurcasına etkili bir konuşma yaptı. Daha sonra öğrenci arkadaşlarımızdan Ramazan Batbay, Murad’ın anısına hazırladığı bir metni duygulu ve kararlı bir şekilde okudu. Sounda,  ‘Ey Rakip’ marşıyla Murad’ımızı uğurladık.  

Aradan 30 yıl geçti. Murad’ın hikayesini ne yazan oldu ne de anlatana rastladım. Bunca yıl sonra internette bir araştırma yaptım, bu anı yazısını yazmak isteyince bir bakayım dedim. İlkay Akkaya’nın 2012 yılında paylaştığı şu tweet’e rastladım: ” 90’lar benim için, Murat Özsat demek, Gaziantep’te gözaltına alınıp, cesedinin yanmış olarak bir top sahasında bulunması demek.”

Yine, Türkiye İnsan Haklan Vakfı’nın 1991 yılına ait raporlarında şu cümlelerle bahsediliyor. ”Gaziantep’te 23 Kasım 1991 tarihinde ortadan kaybolan ve “polis tarafından gözaltına alındığı” bildirilen Murat Özsat’ın cesedi, tamamen yanmış bir halde Şehir Mezarlığı’nda gömülmüş olarak bulundu. ”

Bu aktarımlar dışında, bir de ‘Serxwebûn’ dergisinin arşivinde bir fotoğrafı ile birlikte şehadet ilanına rastladım. 

Ama bir gün gelecek ve sadece Amed değil, tüm Kürdistan seni gecikmeli de olsa hakkettiğin bir şekilde bağrına basacak; asaletin ve yiğitliğin gelecek kuşaklar için bir sembol olacak. Biz arkadaşların olarak  da zamanında sana gönül kapılarımızı yeterince açmayıp, o güzel yüreğini göremediğimiz hatta sana şüphe ile yaklaştığımız için hala büyük bir acı ve utançla seni anıyoruz. 

İlginizi Çekebilir

Çayan Okuduci: Devletin Mesajı!
Halil Dalkılıç: Peker û psîkolojî; hêvî çi ye û ji kê ye?

Öne Çıkanlar