*Bütün bu baskı ve yıldırma politikalarına rağmen Kürt halkının on yıllardan beri süregelen barışa dair talep ve çağrılarının hala devam ettiğini hep birlikte görüyoruz.
*DEM Parti tarafından yürütülen çabaların ve İmralı’dan gelen mesajların da etkisiyle başta Kürtler olmak üzere toplumsal güveni arttırıcı çabalar olarak görmek gerek. Kamuoyu da bu görüşmelerden hareketle açıklanacak olan yol haritasına göre konumlanacağını düşünüyorum.
*Bütün kaygı ve endişelere rağmen Kürt meselesinin barışçıl ve kalıcı bir çözüme kavuşturulmasına dair atılan ve atılacak her adımın kıymetli olduğuna inanan bir Kürt olarak bugünkü süreci de desteklemek gerektiği kanaatindeyim
* İmralı tecritinin ivedilikle kaldırılması ve şeffaf bir müzakere sürecinin başlatılmasında yarar var. Ayrıca her şeyden önce Kürtlere eşitlik temelinde eşit yurttaş olma hakkı yasal güvenceye kavuşturulmalıdır. Hayatın her alanında Kürtçe dilinin kullanımını garantileyecek bir yasal düzenlemeye ihtiyaç vardır.
Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi (DİTAM) bünyesindeki Toplumsal Barış Ağı’nın Koordinatörü Lezgin Yalçın, Nûpel Yayın Koordinatörü Filiz Deniz’in gündemin ana konularından biri haline gelen ‘yeni süreçle’ ilgili sorularını yanıtladı.
1 Ekim 2024 tarihinden bu yana kamuoyunda MHP lideri Bahçeli’nin çıkışıyla başlayan bir ‘yeni süreç’ tartışması var. Tartışmalarda devlet ve hükümet kanadından gelen ‘silah bırak’ açıklamaların yanı sıra Kürt siyaseti ve toplumundan gelen Kürt sorununa ‘demokratik çözüm’ talepleri de öne çıkıyor. Gözler bu anlamda İmralı’dan gelecek çağrıya da çevrilmiş durumda. Siz bu tartışmalar ışığında ‘yeni süreci’ nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kimine göre Kürt meselesi, kimi göre terör meselesi olarak asırlarca göz ardı edilen ve benim de bir ulusal hak meselesi olarak gördüğüm konuya dair bir süreçten söz ediliyor. Bunca yaşanmışlıklara rağmen bir türlü kalıcı bir çözüme kavuşturulmayan Kürt meselesinin kalıcı bir çözüme evrilmesi için son 20 yıllık süreçte kısmi de olsa bazı adımlar atıldı. En son 2005 yılında dönemin başbakanı sıfatıyla “Kürt sorunu benim de sorunumdur” diyerek çözüme dair ilk adımı atanlar zamanla bunu “Barış Süreci” haline dönüştürebilme becerisine kavuşturmuş olsalar da 2015 yılında masanın devrilmesiyle bir kez daha akamete uğradı.
Barış sürecinin akamete uğraması ve aradan geçen yaklaşık 10 yıldan sonra konunun yeniden gündeme gelmesi elbette ki Türkiye kamuoyu için beklenmeyen bir sürpriz oldu. Özellikle de konunun Devlet Bahçeli tarafından meclis çatısı altında gündeme gelmesi çok daha büyük bir şaşkınlığa neden oldu. Bahçeli’nin bu çıkışının ardından uzun süre hükümet cephesinden bir tepkinin gelmemesi toplumun büyük bir kesimi tarafından umutsuzluğa neden olsa da umudu yeşertmeye dair çabaların devam ettirildiğini görüyoruz. Özellikle DEM Parti tarafından yürütülen çabaların ve İmralı’dan gelen mesajların da etkisiyle başta Kürtler olmak üzere toplumsal güveni arttırıcı çabalar olarak görmek gerek. Kamuoyu da bu görüşmelerden hareketle açıklanacak olan yol haritasına göre konumlanacağını düşünüyorum.
Bütün kaygı ve endişelere rağmen Kürt meselesinin barışçıl ve kalıcı bir çözüme kavuşturulmasına dair atılan ve atılacak her adımın kıymetli olduğuna inanan bir Kürt olarak bugünkü süreci de desteklemek gerektiği kanaatindeyim. Sürecin tekrar bir akamete uğramadan, Kürtlerin meşru taleplerini anayasal güvence altına alacak her bir adımın genelde Türkiye, özelde Kürt halkının geleceği açısından çok daha yararlı olacaktır. Kalıcı bir çözümün sağlanabilmesi için sivil toplum örgütleri ve irili ufaklı tüm siyasi yapılanmaların destek, görüş ve önerileri alınarak, sürecin TBMM çatısı altında, şeffaflıkla yürütülmesi gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Siz aynı zamanda Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi ( DİTAM) öncülüğünde kurulan Toplumsal Barış Ağı’nın koordinatörü olarak görev yapıyorsunuz ve dolayısıyla Diyarbakır merkez başta olmak üzere bölgenin süreçle ilgili eğilimlerini de yakından takip ediyorsunuz. Bu anlamda Kürt halkının sürece yaklaşımı hakkında neler söylenilirsiniz?
DİTAM tarafından kurulan ve şahsen koordinatörlüğünü üstlenmiş olduğum “Toplumsal Barış Ağı”nı 2016 yılı Ekim ayında kurmuştuk. Aslında bu ağın kuruluş fikrini barış sürecinin henüz akamete uğramadığı, bilakis en umut verici bir süreçte, 2014 yılında gündemimize almıştık. Ancak bu ağın daha fikir aşamasında süreç dağılmış ama bizler sivil toplumculuğun doğası gereği sorumluluktan kaçmadan çabalarımızı devam ettirmiştik. Gerek bölgemizde, gerekse de Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya ve Mersin illerinde yapmış olduğumuz “Diyalog Geliştirme” toplantılarında toplumun her kesiminden insanların, akademisyenlerin ve sivil toplum örgütlerinin sürecin tekrardan sürdürülmesi yönündeki talep ve desteklerini görmüştük. Dolmabahçe mutabakatının bir şekilde yeniden toplumun gündemine taşınacağına dair umutlar bizleri de oldukça umutlandırmıştı.
Aradan geçen 10 yıla yakın süreçte konunun tekrar gündeme gelmesinin ötesinde hiç beklenmeyen bir refleksle sürecin ruhuna aykırı politikaların devreye sokulması umutları tümden rafa kaldırmış oldu. Dolayısıyla toplum geneline yansıyan ve neredeyse herkesin destek verdiği süreci tekrardan gündeme getirmek ve aynı desteği görmek elbette ki uzun zaman alabilir. Nihayetinde son yıllarda başta sivil toplum örgütleri olmak üzere, akademisyenler ve entelektüel birikime sahip kesimler üzerinde uygulanan antidemokratik uygulamalar bu kesimleri toplumsal barışın inşa sürecinden uzak tutmuştur.
Bütün bu baskı ve yıldırma politikalarına rağmen Kürt halkının on yıllardan beri süregelen barışa dair talep ve çağrıları hala devam ettiğini hep birlikte görüyoruz. Bu taleplerin süregeldiği bir dönemde Devlet Bahçeli’nin hamlesine Kürt halkı daha ilk andan itibaren temkinli yaklaştığını söyleyebiliriz. Sürecin yeniden başlatılması yönündeki siyasi iradeye rağmen halk nezdinde henüz yeterli bir destek görememesindeki en önemli etken bugüne kadar yaşanmış süreçlerde her seferinde Kürtlere karşı sergilenen samimiyetten uzak yaklaşımların olduğunu söylemek mümkün.
Kürtlerin haklı ve meşru taleplerini görmezlikten gelen, hatta kimi zaman şiddetle bastırılmaya çalışılan politikalar artık iflas etmiştir. Dolayısıyla bugün de Türkiye gündemine gelen ve hala somut bir adımın atılmadığı süreci bütün Türkiye halkları gibi Kürt halkının da umut ve kaygıyı bir arada bulunduran, temkinli bir ruh haliyle takip etmeye çalıştıklarını gözlemleyebiliyoruz.
Geçmiş girişimlere bakıldığında Kürt toplumunda da ve aslında Türkiye toplumunda ‘çözüme ve barışa’ dönük güçlü bir heyecanın olmadığı gözleniyor. Oysa bu tür süreçlerin başarısı açısından kitlesel ve güçlü bir barış talebi ve hareketine ihtiyaç olduğu da biliniyor? Bu açıdan baktığınızda toplumdaki bu ilgi eksikliğini en azından siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında Kürt halkının barışa dair heyecan ve çabalarını küçümsemek Kürt halkına karşı büyük bir haksızlık olacak. Kürtlerin bu çabalarına karşılık Türkiye halklarının çözüme dair duyarsızlıkları meselenin çözümünü kısır döngüye sokan en önemli unsur olduğunu düşünüyorum. Bunun en önemli nedeni kuşkusuz on yıllarca süren çatışmalı süreçte yaşanan acıların yanı sıra ülkeyi kutuplaştırarak yönetmeye çalışan siyasi aktörlerin de büyük payı vardır. Buna ek olarak pervasızca yayınlarla halkı kin ve nefrete sürüklemeye çalışan basın yayın organlarını da eklemek mümkün. Özellikle “Barış Akademisyenleri” üzerinden yürütülen demokrasi ve insan haklarından uzak baskıcı politikalar neredeyse tüm toplumu esir almış, politika geliştiriciler dahil tüm kesimleri Kürt meselesinden uzak durmaya zorlamıştır.
Öte yandan Kürtlerin çeyrek asrı bulan barış taleplerinin karşılıksız kalması, samimiyetten uzak sözde çözüm süreçlerinin sonuçsuz kalması Kürt halkının barışa dair umutlarını törpülemeye devam etmektedir. Hal böyle olunca Kürtlerin de barışa dair beklentileri giderek azalmaya başlamıştır. Öte yandan DEM ve diğer Kürdi partilerinin Kürt halkının beklentilerine cevap verebilecek, Kürtlerin birliğini sağlayabilecek bir iradeyi henüz net bir şekilde ortaya koymamış olmalarının da bunda payı olduğunu söyleyebiliriz.
Sizin de içinde olduğunuz Diyarbakır Kent Koruma ve Dayanışma Platformu bir heyet halinde Ankara’da bazı temaslarda bulundu. Siyasi partiler, liderler ve parlamento nezdinde görüşmeler yapıldı. Diyarbakır heyeti Ankara’dan ne tür izlenimlerle döndü?
Diyarbakır Kent Koruma ve Dayanışma Platformu sivil toplumun örgütlenme gücü açısından son derece önemli bir yapılanmadır. Daha kuruluşunun üzerinden 2 ay geçmemişti ki 6 Şubat depreminde göstermiş olduğu olağanüstü performansla Türkiye gündemine oturmayı başaran bir yapılanma. Dolayısıyla hayatın her alanında ortaya sergilediği çözümcü ve katılımcı yönetişim anlayışı ile toplumda karşılık görmeye devam eden bir platform. Bu yönüyle Kürt meselesinin çözümü konusunda da sağduyulu ve çözümcü politikaları geliştirmeye gayret etmektedir.
Hiçbir siyasi, etnik ve inanç ayrımcılık taşımadan toplumun tüm kesimlerini bir çatı altında toplamayı başaran bu platform Kürt meselesinin çözümü konusunda yeniden ülke gündemine gelen süreci ilk günden itibaren büyük bir ilgi ile izlemeye başladığını basına yansıyan demeçlerinde görebiliyoruz. Konunun hassasiyetini ve toplumun beklentilerini en iyi bilen bir yapının çözümüme dair fikirlerini tüm siyasi partilerle paylaşması yönünde Ankara’da yapmış oldukları görüşmelerin olumlu bir havada geçmiş olduğunu Platform Yürütme Kurulunun basına servis ettiği açıklamalardan görmek mümkün. Gerek gerçekleşen görüşmeler ve gerekse de bundan sonraki süreçte yapılacak görüşmelerle Kürt meselesinin çözümüne katkı sunulması yönünde platformu yapıcı bir rol oynayacağını düşünüyorum.
Türkiye’deki sendikaların, mesleki kurumların ve sivil toplum örgütlerinin bu süreçte oynayacakları bir rol olmalı ancak bu konuda da özellikle metropollerde bir yetersizliğin yaşandığı görülüyor? Bunu neye bağlıyorsunuz? Büyük sendikaların, TÜSİAD- MÜSİAD gibi yapıların ve bazı sivil toplum örgütlerinin Kürt sorunundan uzak durmalarını iktidar-devlet baskısıyla açıklamak yeterli midir? Varsa başka nedenler nelerdir?
Evet, iktidar-devlet cephesinin baskısı elbette ki çok etkili bir unsur. Ancak sözünü ettiğiniz kesimin Kürt sorunundan uzak durmasında sosyal-kültürel ve siyasal etkiler de var. Sonuçta asırlara dayalı red ve inkar politikalarının Türkiye toplumunun genlerine sirayet etmiş, nerdeyse kalıplaşmış bir ön kabulleri var. Ve bu kalıplar son 10 yılda uygulanan ayrıştırıcı ve ötekileştirici politikalarının yadsınamaz etkileriyle giderek daha sık örülmüş durumda. Bir diğer etken, mevcut iktidarın mehter marşı misali iki ileri, bir geri adım atmasından kaynaklı güven meselesini de eklemek mümkün.
Yeni sürecin başarıya ulaşabilmesinin önündeki engeller nelerdir? Ve ayrıca bu engellerin aşılması için yapılması gerekenler nelerdir?
Yeni sürecin başarıya ulaşmasının önündeki en büyük engel sanırım son on yılda uygulana gelen kutuplaştırıcı politikaların toplumda yaratmış olduğu travmayı aşmak olacaktır. Bununla birlikte konunun bir muhatabının İmralı’da tecrite tabi tutuluyor olması ve daha da önemlisi mevcut siyasi partilerin konuya siyasi açıdan yaklaşmaları, güçlü bir iradeye sahip olmalarıdır. Bir üçüncü etken, sürece üçüncü bir göz olarak sivil toplum örgütlerinin diğer aktörlerin de dahil edilmelerini söyleyebiliriz.
Bu açıdan baktığımızda elbette ki öncelikle İmralı tecritinin ivedilikle kaldırılması ve şeffaf bir müzakere sürecinin başlatılmasında yarar var. Özellikler Kürt halkının sürece dair endişelerini ortadan kaldıracak bir sürecin çözüm anlamında toplumda çok daha etkili bir kitlesel desteği sağlaması mümkün olacak. Öte yandan Türkiye halklarının ve siyasi partilerin de bu şeffaflıktan hareketle süreci daha net bir şekilde takip etmelerinin önünü açacaktır.
Siyasi partilerin süreci daha yakından takip edebilmeleri için sorunun meclis çatısı altında masaya yatırılması en önemli adım olacağına inanıyorum. Meclis çatısı altında yürütülecek bir sürecin bütün Türkiye toplumunun da konuya hakim olmalarını sağlayacağı gibi, buradan çıkacak olan ve yasal zemine oturtulacak bir çözüm modelinin Türkiye’nin geleceği kadar Kürt halklarının eşitlik temelinde bu ülkede yaşamalarını garanti altına alabilecektir.
Sizce Kürt sorununun demokratik çözümünün hayat bulması ve kalıcı bir barışın sağlanması için hangi adımlar atılmalı…?
Her şeyden önce Kürtlere eşitlik temelinde eşit yurttaş olma hakkı yasal güvenceye kavuşturulmalı. Bunların başında anadilde eğitim hakkı gelir. Yani hayatın her alanında Kürtçe dilinin kullanımını garantileyecek bir yasal düzenlemeye ihtiyaç vardır.
TBMM çatısı altında yapılacak müzakereler sonucunda tüm tarafların haklı ve meşru taleplerini yasal güvence altına alacak bir Anayasa değişikliğini olmazsa olmazlardan bir adım olarak görüyorum.