Tarih ezenler ile ezilenlerin arasındaki savaşımın süregelen bir anlatımıysa, ezenlerin iktidarı ele geçireceği güne kadar bu anlatım, her iki tarafın kendi tarihlerini yazımıyla devam edecektir.
Tarih boyunca ezilenler, sürekli bir başkaldırı içinde olmuşlardır. Bu başkaldırılara teorik olarak önderlik eden düşünceler, başkaldırıların yaşandığı döneme göre şekillenmişlerdir. Kimi zaman dinsel kimi zaman da yoksulluğa ve adaletsizliğe karşı başkaldırı olarak gelişmiştir. Tarihsel dönemin ürünü olan burjuvazi feodalizme karşı devrimci bir rol üstlenmiş, yanına yoksulları da alarak yeni ve zaferle sonuçlanan bir başkaldırı örgütlemiştir.
Ancak ezilenler yine ezilmeye devam etmiştir çünkü yeni dönemin iktidarı üretim ilişkilerini kendi lehine değiştirmiştir, eşitlik ve adaletten yana değil. Düşünsel anlamda 17. yüzyıl bir mihenk taşı olmuş, felsefi aydınlanmacı görüşler geçmiş dönemin birikimleri ışığında genişlemiş, soyut düşünceden somuta indirgenmişlerdir.
Ardından 18 ve 19. yüzyıllar ise felsefi düşünce ağacının meyvelerinin toplanması olmuştur. Marxizm’de teorik gücünü bulan ezilenler nihayet ne için ve neye karşı başkaldırdıklarını bilerek, neyi hedeflemek zorunda olduklarını da net bir şekilde öğrenmiş oldular. Sınıfların, sınırların olmadığı “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacina göre” sloganının somutlaştığı bir dünya için mücadele etmeye devam ettiler. Teorik yorumlamaların kitlelere umut vereceği ama dünyayı değiştirmenin gerekli ve şart olduğu bilincinden hareketle yeni dönem başlamış oldu.
Tüm dünyada hangi ülke olursa olsun bu anlayış devam etti. Sol dünya görüşünü savunan hiçbir sınıf partisi, aynı ülkedeki sol olan veya olmayan ulusal hareketleri de ötekileştirmeden varlıklarını kabul, kimi zaman da aynı yolda yürüyerek yürüyüşlerine devam etmişlerdir.
Sömürgeci ülkenin başkaldıranları kendi ülkelerinin sömürgesi olan ülkelerin bağımsızlığı konusunda çıkan sorunları Marxizm’i kendi cephesinden yorumlayan Lenin’in “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” kitabıyla ve bu kitabın etrafında gelişen tartışmaların genişlemesiyle bu soruna çözüm getirmeye çalışmışlardır. Sonuçta sömürgelerin bu hakkının kendileri istemese bile, sömürgeci ülkenin devrimcileri tarafından savunulması gerektiği zorunluluk olarak kabul edilegelmiştir. Bugüne kadar genel anlamda (TC dışında) sorunsuz kabul gören bu anlayış, nedense TC’de neredeyse devrimci mücadelede baş çelişki görevini görecek bir hale gelmiştir.
Onca yıldan sonra da hala aynı bakış açısı devam etmektedir ve maalesef kabul edilsin veya edilmesin aynı sınırlara-şimdilik-mahkum edilmiş iki halkın devrimci güçleri arasında bir ayrılık derinden derine yarılmaya benzer bir şekilde gelişmektedir. Tek bir istisna hariç: Kurdîstan Özgürlük Hareketi’nin öncülüğünde gelişen HBDH.
TC’nin kuruluşundan 70’lere kadar Kaypakkaya çizgisi hariç “sol” kimliğini taşıyan ve devrimci savaş yürüten çizgiler Kurdîstan ve Kürt kimliği konusunda zımni anlaşma yapmış gibi bir sömürge tanımından uzaktılar, TC’de devrim olunca kültürel haklar veya biraz daha geniş haklar ile sorunun çözümünün olacağını programlarına yazıp bu yönde uygulamaya gitmişlerdir.
TİP deneyimini bir yana bırakırsak elbette şu gerçeği unutmamak gerekir: Mahirler, Denizler ve diğer devrimci partilerin yigit insanlarının çoğunluğu Kurdîstan gerçekliğini tüm çıplaklığıyla görememiş olabilirler. Anılarına saygısızlık etmeyi düşünmem bile. 70’li yıllarının kısmen biraz daha geniş gördüğü ve dillendirdiği sömürge Kurdîstan ve Kürt gerçekliği tanımsal olarak henüz netliğe kavuşamamıştır.
Unutulmamalıdır ki dönemin devrimcilerinin yaş ortalaması 20-30 arkasındaydı ve bu i̇nsanların teorik bilgileri belirli bir seviyedeydi. Bir yandan devletin faşist baskısının altında her gün ölümle burun buruna yaşamak tehlikesinin kuşatmasındaydılar. Okuyup araştırmak olanağı bugünlerdeki gibi geniş değildi, öte yandan Kürt hareketi ise günlük bazı oluşumlar hariç dönemsel olarak “49’lar Davası”nın ertesindeydi ve kendi sesini henüz haykırmamıştı. Bu nedenle TC’nin faşist ve sömürgeci bir yapıyı Kemalizm adı altında yönetim biçimi ve bunu da devrimci bir kurtuluş savaşı vermiş ülke olarak empoze edildiğini tam netliğiyle kavrayamamışlardı, bu bilinçli bir tavır değildir.
Bugünden geçmişe bakıp yargılamak yanlıştır. Bu hareketlerin dışında yer alan sol kimlik taşıdığını söyleyen Perinçek ve benzeri oluşumlar ise sol kimlikten öte her devletin yaptığı gibi çeşitli kimliklerle kurulmuş partilerden öte bir anlam ifade etmiyorlardı.
Bu paradoksun içinden çıkacak “devrimci tahlil” en fazla “TC devrimci bir anlayışla kurulmuştur, ancak kuruluşunda kaçınılmaz olarak yer alan asker-bürokrasi katmanı zamanla sınıfların gelişeceği bir toplum yaratamadığından dolayı hükümetler sağ muhafazakar kimliğini taşımışlardır. Türkiye toplumu olarak faşizme verilen bu devleti yıkmak ve sosyalist bir devlet kurmak zorundayız”.
Gelecek yazıda konuyu biraz daha teorik bağlamda ele almaya çalışacağım. Proletaryanın vatanı yoktur derken ne anlatılmak istenmektedir, SSCB gerçekten sosyalist bir olguysa neden hemen sınırındaki Kurdîstan’in sömürgeleştirilmesini görmezden geldi……
/Devam edecek…/